Mark Twain'in yıldızı...

Bu sivri dilli muzip adam, Amerikan toplumunu hicveden, eleştiren, Amerikan Gerçekçiliğinin en önemli yazarı. Bir insanın ölümünden sonra da bu kadar çok sevilmesi ve adeta kutsanması, kuşkusuz mizah anlayışı nedeniyle...
Samuel Langhorne Clemens adı yerine Mark Twain takma adını tercih etmiş ve o adla tanınıyor. Çocukluğunuzda mutlaka "Tom Sawyer" romanını, "Huckleberry Finn"i okumuşsunuzdur...
"Okumuşsunuzdur" diyorum ama kitapların orijinallerini okumadığınıza bahse girerim! Çünkü kitapların orijinal dili öyle sivri, kitap öyle keskin argo laflarla dolu ki, piyasaya çıktığından beri hep "Çocuklar için" özel törpülenmiş yumuşatılmış versiyonları yayımlanmış. Benim çocukluğumda da, kitabın ince, çocuklar için yapılmış versiyonları vardı, galiba küçük boy ciltli Milliyet klasiklerindendi. Başka versiyonlarını da hatırlıyorum, Remzi yayınlarının çocuk kitaplarından olmalı...
Mark Twain, yalın temiz komik alaycı ve rafine bir yazar olduğunu adeta bağıran iki kilo bıyığı ve dağınık saçlarıyla 1891/1892 aralığında Berlin'de yaşamış. Bu dönemiyle ilgili harika bir kitap var iPad'imde -henüz okumadığım...
Onun hakkında bulduğum ve burada paylaşmak istediğim bir ayrıntı, tam da ona göre, olağanüstü!..
Mark Twain, 30 Kasım 1835 günü, Halley Kuyrukluyıldızının göründüğü gün doğmuş. Bu yıldızın görünüşünü, her zaman tarihi olaylarla bağdaştıran bir amatörler topluluğu olmuş. Böyle şeyler bir inanç meselesidir aynı zamanda. Mesela İstanbul'un Türkler tarafından alınışından sonra 1456'da görülmesi, nedense İstanbul'a bağlanır. Başka bir fatih, Wilhelm de 1066'daki Hasting savaşında Halley'i havada görmüş. Yıldız ona ne getirmiş bilmiyoruz ama Mark Twain, Halley'le gelip Halley'le gideceğini, arkadaşı A. B. Pain'e, ölümünden bir yıl önce söylemiş. Muzip adama pek inanmamışlar tabii -ama Mark Twain 21 Nisan 1910'da Connecticut'ta hayatını gözlerini yumdu. Halley'in yeniden göründüğü günün ertesi gün...
Bu yazının sonucu, kıssadan hissesi, tahvili, faizi yok. Ama şöyle demiş:
"Ben Halley'le geldim, Halley'le gitmezsem ayıp olur..."
Onu saygı ve sevgiyle anıyoruz...

Dünyanın en güzel otomobili Bugatti 57 SC Atlantic

Şu anda dünyanın en pahalı otomobiline bakıyorsunuz. Sizce Dünyanın en güzel otomobili olmasa da, en güzellerinden diyebilir miyiz?
Otomobil tutkunu değilim, ama bu küçük ve hızlı otomobil inanılmaz güzel. Bugatti'nin 1938 model bu arabasını bana Kızkardeşim gösterdi.
Bu dalga, gerçek bir sanat eseri!..
Eh zaten sanatçı bir aileden geliyor Ettore Arco Isidoro Bugatti. Firmanın kurucusu 1881 doğumlu bu adamın ailesinden Jean Bugatti tarafından stilize edilmiş 57 SC Atlantic, 1930'lu yılların en güzel spor otomobili. Jean Bugatti, Atlantic'i Paris otomobil salonları için yapmış. 1936 ve 1938 yılları arasında, 57 SC modeli toplam 41 otomobil üretmiş Bugatti, ama "Atlantic"ten sadece 4 tane... Bu estetik alet, daha o yıllarda satte ikiyüz kilometre hız yapabiliyormuş, ikiyüz beygir gücünde bir mücevher. Otomobillerden ikisi kayıp.
Zevkler tartışılır elbette ve -sizi bilmem ama- bence bu otomobil, 1930'lu yılların en güzel spor otomobilidir!..
İddiamı gerekçelendirmeyi düşünmüyorum. Otomobilin hikayesi, dizaynı, yapımında kullanılan malzeme ve daha birçok şey, gerçekten dikkat çekici. Dünyada sadece iki adet olan bu otomobilden birinin sahibi Ralph Lauren, diğeri de Peter Williamson.
Otomobilin yan camları su damlalarına benziyor. En önemli özelliği arabanın sırtındaki yüzgece benzer enli ek yeri! Otomobilin burnundan kuyruk sokumuna kadar uzanan bu önemli detay, otomobilin ilk yapıldığı dönemde özel bir hafif metalden imal edilmesi ve bu kaynak yapılamaması. Arabanın parçalarını birarada tutabilmek için böyle bir çare bulunmuş ve dizayna fevkalade entegre edilmiş.
Bugatti'nin ürettiği otomobillerin sayısına bakıyorsunuz: 1901'deki ilk otomobili elde yapılmış, bir adet. 1905 model otomobili iki adet. 1910-1914 arasındaki modeli 435 adet. Ama planlanan birçok model hiç üretilememiş. Sipariş üzerine üretildiğinden, projeler yatmış. En çok satılan Bugatti, 1927-1931 arasında çıkan 44 numaralı tip. 1095 adet üretilmiş. 1960'lı yıllarda kapanan butik tipi otomobil üreticisi Bugatti firmasının otomobilleri, halen dünyanın en pahalı otomobilleri sayılıyor.
Açık artırmayla klasik arabalar satan Gooding and Company'nin bu arabalardan birinin fiyatını "30-40 milyon Dolar arasında olacak" diye duyurması, klasik otomobillerle ilgilenen zevat arasında öyle bir fırtınaya neden olmuş olmalı ki, fırtınanın şiddeti, minnacık siyah bir otomobile binen Kızkardeşime kadar ulaşmış. Söylendiği kadarıyla Bugatti, tüm zamanların otomobil fiyatı rekorlarını da kırmış oluyor. Şaka bir yana, bu kadar güzel bir otomobilin değerinin para ile ölçülmekten çıktığını gösterir bir emare bu ve tabii parasını ne yapacağını bilemeyen neoliberalizm çağı zenginlerinin abartısı.
Dizaynı 1930'lu yılları andıran veya tamamen bugünkünden farklı otomobiller neden yapılmaz, anlayamam! Neredeyse tamamında hız tahdidi bulunan bir dünyada, esasen hepsi birbirine benzeyen arabalardan daha farklı, estetik şeyler yapmayı düşünen yok mu?
(Mutlaka vardır...)

James Bond ve Brokoli...

James Bond romanlarını okumadım...
Ama tüm James Bond filmlerini gördüm. Hatta filmlerin ayrıntılarını, repliklerini, Bond'un kullandığı çeşitli sofistike silahları, araçları, arabaları ve tabii "Bond Kızları"nı hatırlarım. Filmlerden bazılarını defalarca gördüm, bazılarını da sadece bir kez...
James Bond, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin en popüler film ikonlarından biridir.
James Bond bir roman kahramanı olarak kalsaydı, kuşkusuz kimsenin tanımadığı, belki sadece İngiliz ajan romanları tarafından bilinen bir figür olacaktı. Mr. Bond'un dünya nüfusunun yarısına ulaçan bir zamane ikonu olabilmesi, filmleri sayesinde. Ama onun bir film kahramanı olabilmesi ise bir sebze adı sayesinde: Brokoli...
İyi James Bond hayranları, yukarıdaki -saçma görünen- cümleye şaşırmayacaklardır.
Bazı şeyler ille de akılda kalır. Mesela Murakami Haruki'nin "1Q84" adlı romanın soğuk kanlı katil kadınının adı "Bezelye"dir ve bunu unutmazsınız. Her James Bond filminin başlangıcında da ekranda şu yazar:
"Albert R. Broccoli presents"
1909'da New York'da doğan Albert "Cubby" Broccoli, çılgın filmci ve multimilyoner Howard Hughes'un filmlerine teknik işler yapan adı sanı bilinmeyen biriyken, Robert Mitchum'dan Jane Russel'a birçok film yıldızıyla da tanışmış, hatta Cary Grant ile arkadaş olmuş, Grant ona nikah şahitliği bile yapmış. Ama birgün, kendi film şirketini kurmak için 1950'li yıllarda Londra'ya gelmiş ve orada Ian Flemming'in romanlarını keşfetmiş, film haklarını da yazardan 1961'de satın almış. Filmlerde bir ad daha görürsünüz: Harry Saltzman -ortağı...
Böylece 1961 yılında ilk James Bond filmi çekilmiş. İlk film çekilirken 1 yaşında olan Barbara Broccoli, 1990'lı yılların ortasından beri Bond filmlerinin ne nasıl kimle ve kimin tarafından çakileceğine karar veriyor. Bu konu biraz yoğun ve ani gelebileceğinden, tekrar edeyim:
James Bond filmlerinin hangi rejisör tarafından hangi başrol oyuncusuyla hangi konuda çekileceğine karar veren, Bond'un nasıl bir kişilik sergilemesi gerektiğinden imajına ve daha birçok ayrıntıya karar veren bir tek kişi ve adı da Barbara!
Son derece ciddi, basınla konuşmayan, hayatını Bond'u düşünerek geçiren bir güzel kadın Barbara Broccoli. James Bond figürünün sahnelerdeki elliinci yılını kutlarken, ondan ve Baond hakkındaki düşüncelerinden bahsetmenin hoşunuza gidebileceğini düşündüm. Kendisiyle Die Zeit gazetesi bir söyleşi yaptı ve benim bugün bir dostumla yaptığım "Zaman içinde James Bond figürünün değişimi" konulu sohbetimin hemen ardından masama düştü.
James Bond denince akla gelen ilk kişi Sean Connery'dir kuşkusuz. Filmlerde bu adamın göğsüne kıl ekildiğini, çünkü 1960'lı yıllarda kıllı erkeğin daha "revaçta" olduğunu ve kadın gibi kılsız Sean Connery'nin böyle bir eziyete katlandığını duymuştum mesela. Başka şeyler de duydum elbette, ama Barbara Broccoli'nin gözünde James Bond figürü, tek tek aktörleri aşmış biri ve Broccoli ailesinin en önemli bireylerinden biri gibi üzerine titreniyor. Barbara, Die Zeit söyleşisinde, Mr. Bond'a toz kondurmuyor, ama tam da bizim bugünkü sohbetimize uygun şeyler anlatıyor, Bond'un nereden nereye geldiğini falan...
Barbara küçükken, James Bond'un gerçek bir kişi olduğunu sanırmış -aile içinde Bond'dan, sanki yaşayan biriymiş gibi konuşulurmuş. Altı-yedi yaşında, Noel Baba'nın da James Bond'un da olmadığını öğrenmiş! "Cubby" Broccoli 1996'da öldüğünden beri işleri Barbara devralmış ve "GoldenEye" filmi kısmen onun kontrolünde çekilmiş.
Barbara Broccoli'nin James Bond filmlerinde yaptığı en hoş değişiklik, galiba Bond'un patronu gizli servis şefini erkekten kadına çavirmek! O zamandan beri M kadın, -erkek değil!
Barbara Broccoli'nin James Bond'lar arasındaki farkı anlattığı sözlerini kısaltıp çevirerek buraya alıyorum:
"Sean Connery, ilk/kök Bond idi, çünkü figürü en çok o belirledi: Kaba, seksi, vahşi hayvan gibi, ama sofistike ve şık. O, Bond'un durmak bilmeyen, obsessif, yoğun yaşam duygusunu en iyi yansıtan kişi: Tek bir anı yaşamak, herşeyi almak ve tadını çıkarmak, çünkü mesleğinde her an onun sonu olabilir. Bir şampa açıp güzel bir kadınla yatağa düşüyor ve bir saniye sonra düşmanını öldürüyor. Connery bunları, sanki hepsi aynı anda oluyormuş gibi oynayabiliyordu. Daha sonra tek bir James Bond filmi çeviren George Lazenby, bir geçiş figürüydü. Soğuk Savaş döneminden 1970'lere geçiş figürü. Figüre karanlık, romantik bir ton kattı: Bond'un karısı, evliliklerinin hemen ardından öldürülür. Gerçek gizli ajanların, en çok bu filmi tercih ettiklerini biliyor muydunuz? Çünkü mesleğin tehlikeleri ve riskleri açıkça gösteriliyor.
Roger Moore, 70'li yılların liberter (anarşist) ve 1980'li yılların hedonizmi için ideal Bond'du. Engelleri ortadan kalkmış bir kapitalizm, tüketim mallarının erotiği, neşelilik, kolaycılık, ironi. Kendi rolüne olan eğlenceli hayreti ve zevk, beyazperdede göründü. Ekonomi balonu patlamadan önceki zamanlardı. Roger Moore, tam bir parti kutladı.
Sonrası kolay değildi tabii. Timothy Dalton. Aids, evrende bir bomba gibi patladı, eskisi gibi eğlenceli olamazdı. Dalton da sert biri oldu, soğuk Bond. Filmler daha acımasızca zorbacaydı. Bond kızlarının gösterisi yerine, daha geri planda duran bir erotizm geldi.
(Berlin Dunarı'nın yıkılığıyla) Yeni bir düzen geldi. Bond için tam bir kimlik kriziydi. Ama Pierce Brosnan, bu krizin üstesinden geldi. O Bond'a bir ciddiyet ve duyarlılık kazandırdı, buna rağmen ironik bir yan da sızıyordu dışına. Ama dürüst olalım: Filmler biraz fantastik hale geldiler, fazla efekt kullanıldı. Bu gelişmenin zirvesi, 'Başka birgün öl' filmiydi, Bond'un karşıtının gen transplantasyonu ile kimliğini değiştirdiği film. Bu biraz fazlaydı. Derken World Trade Center'a (11.9.2001) yapılan saldırı, herşeyi değiştirdi. Yeni bir istikamet değişiminin olması gerektiği açıktı. Bond'un ayakları yeniden yere basmalıydı. Tanrı'ya şükür Flaming'in ilk romanı 'Casino Royale' satınalabildik (Broccoli ailesinin sahip olamadığı tek Ian Fleming romanı). ve Bond'un çok kişisel hikayesini çekebildik. Ama bunun için yeni bir oyuncuya ihtiyaç vardı. Daniel Craig, yaralanmış yorgun dünyanın yaralanmış yorgun Bond'u. 21'inci Yüzyıl için mükemmel seçim, çünkü seyircilere iç dünyasını da gösteriyor. Duygularını, ruhsal ve bedensel acılarını gösteriyor. Bunlar, Ian Fleming'in romanlarında da mevcut. 'Skyfall', Shakespear'si boyutlarda bir drama. M, Bond'un annesi gibi. Bond, onun otoritesine uyuyor. M, Bond için ailesi gibi. Bond için bir ev vatsa o da MI6 zaten. Kendi evi Skyfall, kendini güvende hissettiği başka bir yer. Gerçekten de M, Bond için vatan, iş, yani herşey demek."
Bir James Bond senaryosunun yazılması, bir yıl kadar sürüyormuş, en uzunu 18 ay sürmüş.
Barbara sabah kalkarmış ve Bond'u düşünürmüş. İşi buymuş...
İyi iş!..
Asla sıkılmadığını, ve hayatından çok memnun olduğunu söylüyor.
"Eğer Bond filmleri çekmeseydim, pizza pişirip brokoli ekerdim" diyor...

Alman üniversitelilerle Tarlabaşı macerası...

Aslında ben, birkaç günlüğüne İstanbul'a gelen arkadaşım Norbert'le buluşmak üzere sözleşmiştim. Oradan Beyoğlu'na açılacaktık, gene Nevizade'ye takılacaktık ve bana, on küsür yıl önce yazdıkları "Çalışmaya karşı manifesto"nun yeni versiyonunu nasıl hazırladıklarını anlatacaktı...
Benimle, Tarlabaşı polis karakolunun orada bulşmasından birşeyler çakozlamalıydım aslında. Ben karakolun önüne vardığımda, onbeş kişilik bir Alman öğrenci grubu beni meraklı gözlerle süzüyordu.
Norbert beni onlara sundu: "Tanıştırayım, buraların Che Guevara'sı!"
(Ben siyah bir bere takmıştım -ondan!..)
Ve ben kendimi birden, Tarlabaşı hakkında bir mini konferans verirken buldum!..
Sultanahmet ve Beyoğlu'nun pırıltısıyla büyülenmiş, Boğaz'ı çok beğenmiş gencecik bu insanlar, biraz huzursuzdular. Zira Tarlabaşı polis karakolunun önü anababa günü gibiydi, Kürtler'in açlık grevi eylemi nedeniyle polis alarmdaydı, bir panzer polis binasının önünde, iki zırhlı polis aracı da onun yanında sıralanmışlardı. Ağlayan iki orta yaşlı kadın gördüm. Tarlabaşından çocuklar ve birçok polis de oradaydı.
Norbert'in eski Solculuğu depreşmiş, başlarında bir öğretim görevlisiyle bu üniversitelileri, İstanbul'un diğer yüzünü de görmeleri için aynen buraya ve bana "kanalize" etmişti!..
Her biri en fazla yirmiiki yaşındaki bu gencecik insanlar arasında iki de Türk asıllı Alman öğrenci vardı, biri başörtülü ve pardösülüydü. Tarlabaşına girince resmen şok oldular. Ama ondan önce ben polislerle konuşup orada ne döndüğünü sordum ve polisin sözlerini, gençlere farklı çevirdim: "Gene aynı şerefsizlerle uğraşıyoruz." (Buradaki "şerefsizler" lafı bana ait. Polisin küfrünü buraya aynen yazmam mümkün değil malesef -ama küfrü sadece Norbert'e ve yanındaki öğretim görevlisine tercüme ettim)
Tarlabaşı'nda çöp toplayanlardan tanıdığım bir dosta gittik. Tek göz odasını bize açmak istedi ama girmedik tabii. Sonra sokaklarda turladık. Çoğu apolitik olan ve her biri neredeyse lise talebesi gibi görünen naif gençler, kocaman gözlerle tek sıra halinde beni izlediler. Sonra bir pazara daldık. Anababa günü pazarda, tek erkek öğrenci, "çantalarımıza mukayyet olalım mı" diye sordu. Onu kırmayıp, "E olun madem" dedim!..
Pazardan çıktıktan sonra gençler açıldı. Norbert onlara ne anlattıysa, bana profesör muamelesi çekmeyi yavaş yavaş bırakıp sorular sormaya başladılar ve Tarlabaşı'ndan çıkarken, inisiyatifi -bilerek- aralarındaki Türk asıllı kızlara verdik! Onlar ille de Pierre Loti'ye gitmek istediler ve diğer öğrencileri de buna ikna ettiler -bizim kızlardan biri küçükken Türkiye'ye gelmiş, babası onu Pierre Loti kahvesine götürmüş! Öğretim görevlisi bizim de gelmemizi istedi. Davetliydik!
Bu neşeli gezi beni çok sarmıştı. Nevizadeyi iptal edip gençlere takılmaya karar verdik. Gördükleri herşeyin fotorafını çeken, zırt pırt tuvalete giden gençlerle, tıkabasa bir otobüse bindik.
Otobüs tamamen doluydu. Yarı yolda, tek erkek öğrenci bana eğilip, "Kızı rahat bırak" lafının Türkçesini sordu. "Ne oldu?" deyince, gruptaki kızlardan birinin elle taciz edildiğini, taciz edene Türkçe bu sözü söylemek istediğini söyledi. Hangi adamın taciz ettiğini sorunca da adamı gösterdi. Tip, benim Alman olmadığımı, karnına yediği ilk dirsekle anlamış olmalı, biraz büküldü -ama gıkı çıkmadı. Sonra iki tane daha yedi. Kabahatli olduğunun farkındaydı, yüzüme de bakamadı.
Sonra Pierre Loti kahvesinde oturduk, kahve tamamen doluydu.
Şimdi özel sayılabilecek bu olayı buraya neden yazdığıma geliyorum...
Aniden gelişmiş bu olayın finalinde, biz grup halinde kahvede otururken öğrenciler kendi aralarında fısıldaştılar ve sonra önüme kocaman bir kutu çikolata koyup, "konferansım" için ve Tarlabaşı'nı gösterdiğim için hep birlikte teşekkür ettiler. Eskilerin deyimiyle, "kafa emeği"nin en asgarisine bile saygı duyulup ödüllendirilmesi fikrine, Türklerin de sahip olmasını isterim...
Akıl-Fikir denen şeyin bu kadar hafife alındığı, fikirlerin alenen çalındığı, bedava yazı yazmanın "normal" sayıldığı bir ülkede, dünyanın başka yerlerinden bunun böyle olmadığını anlatmak şart. Başka ülkelerde, telefonla fikriniz alındığında bile bunu ödüllendirmeyi düşünen insanlar yaşıyor!
Açıkçası çok hoşuma giden bir jestti. Kutu fazla büyüktü -ve ben elimde birşey taşımayı pek sevmem. Ceza olarak Norbert'e taşıtmak isterdim doğrusu (Ama kıyamadım!)
Gençler bizden ayrıldılar. Biz kahvede oturmaya devam ettik. Aradan on-onbeş dakika geçmişti ki, kızlardan biri geri geldi ve benim elimi sıkmak istediğini, benimle vedalaşmadan giderse içinin rahat olmayacağını söyledi. Benden ve benim "Konferansım"dan çok etkilenmiş! İçimden, "Ben ne anlattım kine?!" diye düşünürken aklıma geldi. Tarlabaşı'nda benim hemen yakınımda yürüyen kızdı. İstiklal Caddesine çıktığımızda da, Tarlabaşı'na Güneydoğu'dan gelen Kürt gençlerinin iş bulmak için nasıl çabaladıklarını anlatmıştım. Tarlabaşında şok olan ve bunu belli eden kızlar arasındaydı. Ayrıca otobüste o tipe vurduğumu da sadece o görmüştü!
Yanımızdan ayrıldıktan sonra hocası bana, inanılmaz bir güzelliğe sahip bu kızın, Fars asıllı olduğunu, Almanya'da doğduğunu ve erkek arkadığının da Kürt olduğunu anlattı. Bir hafta kadar önce, eğitimini bırakmayı düşünmüş ve hocası da onu bundan vazgeçirmiş, çünkü en iyi öğrencisiymiş. "Ezilen insanlara karşı inanılmaz duyarlı" dedi. Bunu ben de bizzat gördüm. Tarlabaşı'nda hiç yanımdan ayrılmamıştı, çöp toplayıcıların tek göz odasına da, polislere de, ağlayan kadınlara da kocaman kara gözleriyle üzgün üzgün bakmıştı. Ayakta tokalaşıp vedalaşırken, onun içtenliği karşısında ezildiğimi söylemeliyim. Çok güzel bir akşamdı. Buraya not düşmek istedim...

Karakızıl bir rejisör: Don Siegel

Don Siegel adı bende her zaman, acımasız, kara bir sürprizler dizisi çağrıştırır. Bu adamın filmlerindeki çok sıradan olaylarda bile dehşete düşebilir, iyi kahramanların kötü, kötü kahramanların acınası zavallı konumuna düştüğünü görebilirsiniz. Don Siegel filmleri, sıradışı, ama eğlendirmek için yapılmış seyirliklerdir.
Bundan tam yüz yıl önce 26 Ekim 1912'de Amerika'da doğan bu adamı ben ilk kez malum "Dirty Harry" filmleriyle tanıdım. Bir fili bile anında öldürebilecek türden kocaman bir Magnum tabanca taşıyan, son derece gaddar bir polis. 1971'de piyasaya düştüğünde, zamanın 68 Ruhu tarafından fena halde eleştirilen ve "faşizoid" bulunan bu karakter, bir karakter olduğunu söyleyen Don Siegel'in kendine has bir polis eleştirisinden başka birşey değil elbette -ama bu bir ilk değil rejisör için. Daha 1964'te çektiği "The Killers"da, ellerindeki kocaman tabancalarla önlerine geleni vuran komik iki tipi sahneye taşıyarak, bu tip filmlerin babası oluvermişti. Bu filmde baş rolde Lee Marvin ve Ronald Reagan oynuyorlardı, hani şu neoliberal Amerikan Başkanı!
Don Siegel'in benim için en büyük önemi, Clint Eastwood'u adeta icad etmesidir. 1930'lu yıllarda Warner Bros stüdyolarında çalışmaya başlayan bu adam, vazgeçilmez teknik elemanlardan biriymiş ve rejisör olarak ortaya çıkması çok sonra. Amerikan sinemasındaki stüdyo sistemi çökünce, ortaya çıkan boşluğu ilk dolduranlardan biri (belki de birincisi) Don Siegel. 60'lı yıllardan itibaren, iyi tanıdığı stüdyo sinemasını aşan öemli biri o. İzleyen diğer orijinal adamlar, sonradan geliyorlar: Scorsese, Coppola.
Don Siegel'in bulduğu pop kültür klişeleri de var, mesela uzaylıların dünyayı işgal etmek için her insandan ruhsuz bir kopya yapmaları gibi. "Invasion of the Body Snatchers" (1956), daha sonra sayısız filme ilham oldu bu bakımdan!
Rejisörün en sevdiğim ve arada iPad'imde gezdirdiğim filmi ise "Two Mules for Sister Sara" (1970).
Bu filmde kovboy Clint Eastwood, bir rahibeyi haydutların elinden kurtarır ve rahibe filmin sonunda bir fahişe çıkar. Meksika iç savaşında taraf olan bu ikilinin macerası, ama özellikle de Shirley McLaine muhteşemdir. Filmdeki kadını Liz Taylor oynayacakken, çekimler İspanya'dan Meksika'ya kaydırılınca Liz Taylor filmden çekiliyor ve yerine McLaine geliyor -iyi ki de geliyor!
Don Siegel, Amerikan sinemasında yeni bir dönem başlarken, eski sinemadan gelip yeni sinemada örnek olup yıldızlaşmanın bir sembolü. Orijinalliği, fondaki ve tiplerdeki dolaylı siyasiliği, şaşırtıcılığı ile örnek. Don Siegel'in, otoriteden nefreti nedeniyle her işinden kovulduğunu ve bununla övündüğünü biliyor muydunuz?
Clint Eastwood, Don Siegel'den rejisörlüğü öğrendiği gibi bunun hakkını da verdi ve "Unforgiven" filmini Don Siegel'e adadı. Onu biz de anıyoruz...

Johnny Depp, hayatının mucizesi Tom Burton'ı anlatmaya çalışıyor

İnsanlar hayatlarının en önemli anlarını, genellikle birkaç sözle anlatırlar. O anların büyüsü, hatta kutsal bir dokusu vardır ve üzerinde o kadar düşünülmüş, o kadar güzel hatırlanmıştır ki, sözle ifadesi mütevazidir, uzun sürmez ve araya sessiz anlar da girer anlatılırken...
Elime, ünlü yönetmen Tim Burton hakkında bir kitap geçti. Yaşayan en enteresan Amerikan rejisörlerinden biri olan bu orijinal adam 1958'de Kaliforniya'da doğmuş, açıkçası çizer olduğunu bilmiyordum. İlk filmini 1971'de onüç yaşındayken çekmiş.
Bu adamın sineması, tüm diğer Amerikalı tanınmış rejisörlerle kıyaslandığında, oldukça garip, orijinal, trajikomik, kısacası pek sınıflandırılamayacak tiptedir. Korku filmlerini sevmediğim için, onun korku-komedi filmlerini de çok severek izlediğimi söyleyemeyeceğim ama gerçekten çok orijinal fikirlere (ve tiplere) sahip biri olduğunu söyleyeceğim.
Kitaba Johnny Depp -hani şu korsan Jack Sparrow'u oynayan aktör- bir önsöz (hatta iki önsöz) yazmış. 1963 doğumlu bu iyi aktöre birçok rolü üzerinden hayranlık duyduğumdan, hemen okudum. Nezle-grip yorgan-döşek yatarken insan daha mı bir sentimental/duygusal oluyordur bilmem, Johnny Depp'in Tim Burton'u takdimi,  hayatımda okuduğum en güzel teşekkür yazılarından biri aslında...
Size Depp'in önsözünden bir bölüm sunmak isterim elbette. Ama önce, Depp'in hayatının mucizesini nasıl, hangi basit sözlerle anlattığına gelelim...
Acaip adıyla"John Christopher Depp II" (Depp I, babası oluyor), müzikle uğraşırken, arkadaşı Nicolas Cage sayesinde figüranlıkla giriyor sinemaya. Sonra hemen okuluna gidiyor falan ve televizyonda bir dizi oyuncusu oluyor. Nefret ettiği -ama ünlü olduğu- dizi, okullarda suça eğilimli telebe kovalayan "çocuk benizli" polislerin hikayesi. Depp bu dönemini tam bir karabasan şeklinde anlattıktan sonra, hayatının Tim Burton ile kesiştiği ânı anlattığı önsözüne, "1989 Kışında British Columbia'da Vancouver..." diye başlıyor. Hayatının kontrolünü kadere bırakmış, nefret ettiği bir rolü oynayan, doğru dürüst sinemantecrübesi olmayan, karam karam kararmış bir adam. İşte manejeri o günlerde ona bir senaryo getiriyor okuması için. Tim Burton'un Türkçeye "Makas Eller" diye çevrilen filminin senaryosunu okuyan Johnny Depp resmen çarpılıyor.
"Böyle bir şeyi hayal edebilmek ve bir film halinde kurgulamak, bu mükemmellik beni öyle derinden sarstı ki, oturup bir çocuk gibi ağladım."
Johnny Depp, senaryoyu okuduktan sonra, bu filmin kahramanı Edward'ın kendisi olduğunu düşünüyor. Ve senaryoyu bir daha okuyor. "Mesele para, kariyer hırsı falan değildi" diyor. "Bu rolün büyüsüne kapılmıştım, beni esir almıştı" diyor. Ama Tim Burton'la konuşmaya gitmek istemiyor.
"Ben uyduruk bir televizyon oyuncusuydum. Aklıbaşında hiçbir rejisör, beni bu rol için angaje etmezdi." Manejeri ısrar ediyor ve onu zorla Los Angeles'a gönderiyor...
"Rejisörü, bu rolü oynayacak kişinin ben olduğuma nasıl ikna edebilirdim? Şansım sıfıra yakındı."
Bel Age Otelin Café'sinde görüyor onu. Yanında film yapımcısı da var. Heyecandan ve sigara içmekten ne söyleyeceğini bilemeyen Johnn Depp, Tim Burton'un karşısına oturuyor.
"Soluk benizli, kırılgan görünen, üzgün bakışlı bir adam. Saçının bir tarafı kalkmış, bir tarafı yatık, hiç tarak görmemiş biri." Depp'in içinden geçen ilk laf, "keşke önce iyi bir uyusaydın birader" gibi bir şey. Tim Burton'un sürekli haket eden elleri dikkatini çekiyor. Konuşma anını, "Konuştuk, ya da öyle birşey" sözleriyle ifa ediyor Depp. Yarım cümleler, karşılıklı kesilen sözler. Plastik üzümlerin sinemada ne kadar canlı durduğu veya inek şeklindeki süt kaplarının pervers güzelliği...
Daldan dala atlayan bu konuşmadan sonra Johnny Depp, ne konuştuklarını bile tam anlayamadan Tim Burton'dan ayrılıyor...
Hiç umudu yok. Tam bir depresyon. Rejisörle sözler üstü bir yerden iyi anlaştıklarını anlaması, onu daha da üzüyor, çünkü rolü alacağı konusunda hiç ümidi yok...
"Bir gün telefon çaldı açtım. 'Makas elli Edward sensin' dedi. Telefonu ahizenin yanına açık vaziyette koydum ve sözü yavaş yavaş tekrarladım. 'Makas elli Edward sensin.' İnanamadığım için bunu herkese, önüme gelen herkese anlattım. Tim riske giriyor ve beni angaje ediyordu. O anda bunun hayatıma Tanrısal bir müdahale olduğunu düşündüm. Bu rol, sadece kariyerimde tayin edici önemde değildi, benim için özgürlük demekti, yaratıcı olmak, deneysellik, kendi kendimle hesaplaşmak, kendimi yeniden bulmak demekti. Burton beni, tüketim odaklı televizyon dünyasından kurtardı. Kendi hayatım üzerinde yeniden kontrol kurmamı sağladı. Bana maledilen başarının büyük bölümünü, o garip sohbete borçluyum. Yoksa, kendime olan saygımı yitirmemek için televizyondaki işimi bırakacaktım. O rolümden sonra Tim sayesinde Hollywood bana kapılarını açtı.
Artık nasıl bir film çevireceğine de bakmıyorum, oynuyorum. Onun hayallerine, zevkine, espri anlayışına, kalbine ve aklına gözü kapalı güvenirim. O benim gözümde gerçek bir dâhi. Ve bu sözcüğü, gerçekten sık kullanmam. Onun sanat işlerinin tam tarifi yapılamaz. Büyü değil, çünkü bu durumda seyircinin kandırıldığı düşünülebilir. Tam bir marifet de değil, öğrenilebiliyor. Tim'e "Film üreticisi" demek de tam yerinde bir tabir değil. Burada "dâhi" sözü daha iyi uyuyor. -Sadece filmleri konusunda değil, çizimleri, fotorafları, fikirleri, düşünceleri...
Bu kitaba bir önsöz yazmam istendiğinde, bunu, eskiden bulunduğum yerin perspektifinden, beni kurtardığı yerden bakarak yazmayı düşündüm: kaybetmiş biri, dışlanmış, yerine başkası konabilecek sıradan bir televizyon oyuncusu.
İnsanın bu kadar saydığı ve bu kadar dostluk beslediği biri hakkında yazması zor. Onunla aramızdaki Oyuncu-Rejisör ilişkisini yazmanın zor olduğu gibi. Tim'in birbiriyle alakasız sözler söylemesi, başını yana eğmesi, bözlerini kısması, bana bir şekilde bakması, onu anlamama yetiyor. O zaman bir sahnede benden ne istediğini anlıyorum, ona istediğini vermek için elimden geleni yapıyorum. Tim hakındaki düşüncelerimi bu yüzden sadece kâğıt üzeride anlatabilirim. Bunları yüzüne söylesem, çılgın bir gülücük eşliğinde, gözüme bir tane patlatır.
O bir sanatçı, bir dâhi, çıkıntı, cesur, inanılmaz komik, sadık, uyumsuz, dürüst bir dost, bir arkadaş. Ona çok şey borçluyum ve ona, sözle ifade edebileceğimden daha fazla hayranım. O kendine münhasır bir klasa sahip. Ayrıca Sammy Davis Jr.'ı ondan daha iyi kimse taklit edemez.
Şimdiye kadar hem toplum dışı olup hem de toplumanbu kadar iyi uyum sağlamış biri görmedim -kendi usulünce.
Johnny Depp. New York, Eylül 1994"

13 Sayısının uğuru ve uğursuzluğu!

Ayların Cumaya denk gelen 13'üncü günlerinde parmaklarının ucuna basarak gezen bir arkadaşım oldu. Batıda bu gün ve ondan ziyade 13 sayısı uğursuz sayılır. Bu olayın en abartıldığı yer de Amerika'dır kuşkusuz, -13'üncü katlar, hatta 13 numaralı koltuklar yoktur mesela...
Doğu hayattan korkmaz; doğan, "doğuşan" bir yer. Eskiden tüm göçebe çadırlarının girişi Doğuya, yani "Göğe" bakarmış. Eski Göçebe (ve Çin) geleneğinde Doğu, Mavi renkle sembolize edilir malumunuz. Batı, Ak'tır (Beyaz) ve aynı zamanda ölümün de rengidir Doğuda. Batılıların 13 sayısından çok irkilmeleri irkilticidir ve bu acaip duruma takılmış kulp da çok ürkütücüdür...
Baphomet diye adlandırdıkları garip bir gizli sembole sahip Templer/Tamplier tarikatının büyük şefiyle ilgili çok bilinen bir hikayedir. Kudüs'te Süleyman'ın Mabedi'ni bulup oradaki "değerli hazineyi" aldıkları, bu hazinenin Kutsal Kase olduğu söylenen Haçlı Tarikatı, Türklerin Savaşçı Dervişlerine benzer bir kurumdur ama acaip bir şekilde para (ve faiz) delisidir. Kudüs'ten kovulduktan sonra Avrupa'nın ilk enternasyonal bankerlik ağını kurmuşlardır. Onların zenginliğine göz diken Fransız Kralı Güzel Filip (IV. Philipp), kendisini üye kabul etmeyen tarikata bir komplo kurdurur. Paris'te ve başka Fransız şehirlerindeki askerlerine birer gizli emir gönderir. Emir, 13 Ekim 1307 Cuma günü açılır ve uygulanır. Tarikatın tüm bilinen (yakalanabilen) üyeleri yakalanır. Suçları, dine karşı gelmek, cadılık ve kendi aralarında eşcinsel ilişkiye girmektir. Hiçbir zaman kanıtlanmamış bu suçu, korkunç işkenceler yaparak, tarikatın son lideri Jacques de Molay'a ve diğer bazı üyelere kabul ettirirler. Jacques de Molay, yakılmak üzere iki tarikat üyesiyle aynı kazığa bağlandıktan sonra ölmeden önce, tarikatının temiz olduğunu haykırır ve Tanrı'dan yardım ister, sonra da Güzel Filip'i ve onunla ittifak halindeki Papa'yı lanetleyip, bir yıl geçmeden Tanrı'nın huzurundaki tanrısal mahkemeye çağırır. Kral ve Papa, bir yıl geçmeden ölürler.
Batıda 13 sayısı hep batış tarafından ele alınır. Mesela Hz. İsa'nın 13'üncü havarisi nedense hain Yudas'tır -böyle bir numaralandırma hiçbir eski kaynakta mevcut olmamasına rağmen. Halbuki Yahudi geleneğinde ayın 13'ünün Cumaya denk gelmesi uğurlu sayılır. Aynı şekilde 13, Moğolların da, İtalyanların da uğurlu sayısıdır. Japonya'da 13 uğurludur. Hintliler, ölünün ardından 13'üncü günde Tehranvi yaparlar. Ve Hristiyanlıkta 13, Oniki Havarisinin başındaki Hz. İsa'nın sayılması daha doğalken, bu 13 korkunun nedeni "bilinmemektedir"!
Onüç sayısı, bugünlerde yeniden konumuz. Çünkü 21 Aralık 2012 tarihi, Maya Takviminde 13.0.0.0.0 olarak ifade ediliyor ve biz de bunu merak ediyoruz elbette. Kutsal Maya Takvimi Tzolkin'in 13'üncü son Baktun'unun (1618-2012) 13'üncü son Lamat'ında (1992-2012) yaşıyoruz. Ve buradan, onüç sayısından neden bu kadar tırsıldığını veya önemsendiğini anlıyoruz. Çünkü 13 sayıdan ve 20 işaretten oluşan Maya Takvimi'nin -evrenin işleyişi konusunda bir anahtar olması muhtemel- 13'üncü evresinin sonu, kestirmesi/anlaması yor bir yeni başlangıç anlamına geliyor. Öylesine yeni ki, bu takvimi yazanlar, 13'üncü son Lamat sonrası için bir takvim yazmaya bile gerek duymamışlar -iPad'leri olmamış, uçağa binmemiş, para kullanmamış, hatta metal araç ve at/eşek kullanmamış arkaik bir uygarlığın, ufkunun son noktası. Demek ki 21 Aralığa kadar bile herşeyi hesaplayabilenlerin bile ötesine aklının pek ermeyeceği bir noktaya doğru ilerlemek meselesi!..
İnsanın otomatik reaksiyonudur: Bilmediğin şeylerden korkarsın -hele ölümle falan da ilişkiliyse...
Ama bilmediğin bir şeyden...
13 sayısı, nereden baktığınıza bağlı: Batıdan bakınca batırgan, Doğudan bakınca doğurgan görünüyor...
Ve ben çocukları çok severim!

Gece elbisesiyle satranç oynayan kadın...

Satranç ustası Elisabeth Paetz
Satranç oynar mısınız? Ben oynardım...
http://konstantiniye.blogspot.com/ Çocukluğumun İzmit'inde, piyasada satranç takımı diye birşey hiç görmediğimden, kurallarını nereden okuyup öğrendiğimi hatırlayamadığım satranç takımımı kartondan yapmıştım! Tüm taşların şekillerinin çizili olduğu karton figürlerin 64 karenin üzerinde nasıl hareket ettiklerini mahallede anlatınca oynamaya başladık. Önce komşu çocuklarıyla, derken akraba çocuklarıyla satranç turnuvaları bile yaptık.
Satrançı yeniden, Berlin'de keşfettim. Katalog kalınlığında küçük ama özenerek basılmış satranç kitapları vardı. Tüm ustaların oyunlarının kaydedildiği böyle kitapları -meraktan, alıp inceledim. Dergiler de vardı ve şifre gibi yazıları ve işaretleriyle ilgi çekiciydiler. Daha sonra yani bir satranç tribi yaşamadım değil ama olay kapanmıştı, -ta ki İstanbul Satranç olimpiyatlarını görünceye kadar...
Ağostos'un sonunda, yılın en sıcak günlerde, klimalı devasa salona girdiğimde, sersemlememek için bir kenara tutunmam gerekebilirdi, çünkü salondaki uzun masaların iki tarafına dizilmiş milli satranç takımları başka milli takımlarla oynuyorlardı ve o dev salonda çıt çıkmıyodu. Erkek ve kadın takımlarının ayrı ayrı oynadığı masalarda, Togo Ruanda'ya karşı, Jamaikalılar Lichtensteinlılara karşı, Etiyopya Sudan'a karşıydı. Kadınlarda Kenya Afganistan'a karşı oynarken, Lübnan Filistin'e karşıydı. Bu ve bunun gibi eğlenceli eşleşmeler vardı salonda ve satranç tahtalarının üzerindeki taşlara göz atmadan gezemeyen insanlarla doluydu salon. Eşleşmeler ve masalardaki küçük bayraklar o kadar eğlenceli, komik ve hatta trajikomikti ki, bir ara satrançı da unutup, dünyanın öbür ucundan gelmiş Orta Amerikalı, Asyalı, Afrikalı genç kadınları, erkeklerin kılık kıyafetleriyle, hareketleriyle ilgilenmeye baladım.
Başörtülü Iraklı kadınlar, Paraguaylı kadınlara karşı...
İsrailli kadınlar, tüllü Hint kadınlarına karşı...
Amerika, Moğolistan'a karşı...
Ve ilk şaşkınlıktan sonra işin havasına girmeye muvaffak oldum. Orada bir masa vardı orda. Ve o masa, beni meraklandıran asıl masaydı! Çin, ABD'ye karşı!..
Bütün gazeteciler, fotomuhabirler, o masanın etrafındaydılar. Ve bu hengamede arada duyulan öksürük sesleri dışında çıt çıkmıyordu. Sadece basın, hakemler ve antrenörlerin girebildiği oyun sahasını bir başından bir başına yürüdüm ve o başı kalabalık masaya geri döndüm. O an, dünyanın en önemli satranç oyuncularından Nakamura, önemli bir Çinliye karşı oynuyordu. Bir hamle yapıp kalktı ve sıradan biri gibi salonda dolaşmaya başladı. Onu ilk kez görüyordum. Otuzlu yaşlarda, özgüveni son derece yüksek, siyah parlak saçlı bir Asyalı. Siyah bir tişört giymişti. O haliyle sıradan bir turistten farksızdı. Amerika'da doğmuş bir Japon o. Her usta gibi, oynadığı tahtadaki taşları ve bundan sonraki birçok hamleyi aklından sağa-sola sürmeye devam ediyor olmalıydı. Hemen komşu masada, Çinlilerin en az Nakamura kadar tanınan kadın yıldızı Hou oynuyordu. Uzunca boylu güzel bir kadın. Karşısındaki Kazakistan takımını adam yerine koymadığı her halinden belliydi. Bir süre sonra o da yerinden kalktı ve salonun kenarındaki reklamlara yaslanıp etrafını dikizlemeye başladı.
Bu arada fısıldaştığım, satranç hastası bir diplomat, Hintlilerin de böyle bir satranç ustasına sahip olduğunu, adının da Vishy Ananad olduğunu anlattı ve Putin muhalifi eski satranç ustası Kasparov'un gene eski bir satranç ustası olan Karpov tarafından ziyaret edildiği konusuyla sözlerine devam etti. Karşımda kocaman yeni bir dünya vardı ve bu dünya, İstanbul'a, ayağıma kadar gelmişti...
Oyuncuların çoğu, dikkat çekmeyecek şeyler giymişlerdi. Tişörtler ve kot pantolonlar ağırlıktaydı. Afgan kadınların gevşek başörtüleriyle satranç oynamaları, en sevdiğim görüntülerdendi -ve Jamaikalılar. Simsiyah tenlerinin üzerine, milli renklerinden oluşan parlak renkli eşofmanlar giymişlerdi, her birinin oyun tahtasının yanında da küçük bir Jamaika bayrağı "dalgalanıyordu". Orada benim merak ettiğim, Türk ve Alman takımları oldu tabii. Yanlarında sessizce durup oyunlarını kestim -ama Alman takımındaki bir oyuncu özellikle dikkat çekiciydi.
Bu genç kadının üzerinde, somon rengi dekolte bir gece elbisesi vardı, saçlarını özenle taramıştı. Ojeli parmaklarını uzatıp taşlarını hareket etirirken, hem tam bir kadın, hem de gözükara amansız bir mücadeleci olduğu anlaşılıyordu, ünü şimdiden satranç dünyasını tutmuştu. Elisabath Paetz'in bu kadar genç biri olduğunu bilmiyordum. Zorlu rakibiyle didişirken, pek de kadınsı olmayan, ama çocuksu sayılabilecek hareketler yapıyordu, sonra yeniden ciddileşip kadın kadıncık oluyordu. O kadar sabrım olmadığından, oyunun sonuna kadar yanında kalamadım -konuşmak zaten yasaktı- ama bir şey öğrendim. Bu güzel kadın, Türkiye'deki genç satranççıları çalıştırması için İstanbul'a davet edilmişti. İş Bankası'nın sponsorluğundaki bu harika bir olayın üzerine gene harika bir bilgi. Salondan çıkarken ona son bir kez bakıp içimden başarılar dilerken, sandalyesine astığı küçük çantasını gördüm. Elbisesiyle uyumlu küçük şık bir kadın çantasıydı...
Dışarıda karşılaştığım iki tıfıl satranç meraklısından biri, alenen Türk milli takımındaydı ve benim satrançı öğrendiğim yaşlardaydı. Daha da minikken başlamış oynamaya, şimdi gelecek vaadeden oyunculardan biri Can Özrifaioğlu. Daha dokuzunda, ama oho! Türkiye'de yeni bir satranç oyuncuları kuşağı yetişiyor ve kocaman gözlerle Nakamura'ya, Hou'ya bakarken, bir taraftan da Elisabeth gibi ablalarından satrancın ruhunu öğreniyorlar. 'Satranç' sözünü bir kenara yazın. Geleceğin yıldızları arasında Türkler de olacak.

Dünya'nın ruhunu aramak için Güney'e yolculuk...

Güneye doğru yolculuğa çıkmak...
Bilgelerin Güney'e çıktıkları yolculukları vardır böyle...
Goethe, anılarını yazdığı ve 1830'da yayımladığı kitabına da bu işi vermiş, 1978'de Çin'in modernleşme hareketini başlatmak için Deng Xiaoping de "Güneye Yolculuk" yapmış. Çin kültüründe Güneye yolculuğun özel bir anlamı vardır. Güneye tatile gidilir, ama birşeyler öğrenmeye aynı zamanda. Eski Türk geleneğinde (ve Çin geleneğinde) Güney, kırmızı renkle betimlenir...
Maya'larla ilgilenirken okuduğum kitaplarda, Güney Yolculuk yeniden çıktı karşıma. Mayalar gibi gizemli Hopi Halkı da Güneyle ilgilenmiş...
Hopilerin ünlü Koyaanisqaatsi kehanetlerini ve Francis Ford Coppola'nın aynı adla çaktiği belgesel filmi de unutmadım. Müziğini Philip Glass'ın yaptığı ve ezbere bildiğim filmde, modern uygarlığın çöküşü, sadece görüntüler ve müzikle anlatılır...
Basit ve garip bir müzikleri olan Hopilerin mitolojilerinde Plat Kwapi adını verdikleri bir şehir var. Adı, "Güneyin gizemli kızıl şehri."
Yerliler Güneye gidip orada taştan bir şehir yaparlar. Şehrin yapılış amacı oturmak falan değil. Her köşesini işleyen yerlilere verilen göreç şöyledir: "Plana göre yapın ve sonra şehri terkedin." Amaç, gizli bilgilerin kodlanarak taşa işlenmesi ve daha sonraki yüzyıllarda şehre gelebilecek olanlara, şifrelenmiş bu önemli bilgileri aktarmaktır. Amerika'da da yerliler böyle Güneye giderlermiş anlaşılan. Güneye gidenler, oraya neden gönderildikleri unutup şehrin tadını çıkarmaya kalkınca bozulup yozlaşıyorlarmış...
İşte burada duralım...
Bozulup yozlaşanların ne olduğunu merak etmemek elde değil!
İşte bu tip unutkan oluyorlar. Zevk arttıkça ruh azalıyor anlaşılan. Ama nihayet günün birinde bir olay olup hatırlıyorlar. Aynı mitin Maya'larda da olduğunu belirteyim: Güneyde Kızıl şehir...
(Bizim Güneyimizde Kızıl şehir değil Kızıl Deniz kurmuşlar -yani denizi böyle adlandırmışlar, benimsenmiş!)
Güneye Yolculukları düşünürken (ben de bir dostumla İtalya'ya gitmiştim. Eh o da Güney idi!) bir Güney yolculuğu buldum ki, 1976'da yapılmış, gene sihirli bir yolculuk...
Maya'ların ritüel takvimi Tzolkin'i bulan José Argüells, Amerika'dan yola çıkıp, Güneye, Orta Amerika'daki Palanque taşşehrine gelmiş. Şu eski ve boş şehirlerden biri. Şehre vardığında, yanındakilerle birlikte Maya piramitlerine çıkarken bir tropikal yağmur bastırmış, çareyi kaçışta bulmuşlar. Ama piramidin üstüne kısmına yakın olduğundan, yukarı çıkmak aşağı inmekten daha kolay gelmiş ve en Pacal Votan'ın mumyasının 1947 yılında bulunduğu taş odaya sığınmışlar. Yağmur kıyamet yağdıktan sonra güneş açmış. José Argülles odadan çıkıp baktığında, tam anlamıyla uçmuş olmalı, çünkü burada bilimselliği falan bırakıyor kitabında!
"'Rüzgarlar Mabedi'nden çıkan iki gökkuşağı görünmekteydi!"
Doğanın harikası iki şeyi birden burnunun ucunda görünce etkilenmemek mümkün mü?
Ozaman genç biri olan Argüelles, o seyahatinden sonra Maya takvimi konusuna iyice dalmış.
(Ben de İtalya'ya gidip geldikten sonra yoğun bir şekilde Yi Ching ile ilgilenmeye başlamıştım!)
Yi Ching'i keşfeden Argüelles, Maya takvimi ile ilgisini de anlamış anlamasına ama, Orta Asya'lara kadar gönderdiği Maya Atavatanının, aynı zamanda Türklerin Atavatanı olduğunu ve aynı adı taşıdığını anlamamış. Türklerle hiç ilgilenmediğine bahse girerim...
Güneye inilince ne olur?
Doğru zamanı tesadüfen de olsa tutturduysanız, hayatınıza yepyeni bir yön verebilirsiniz. Nitekim Çin'in ilk Sarı İmparatoru da bu amaçla Güneye gitmiş, Mayalar da. Oradan, her zaman yeniliklerle dönmüşler. Benim bu hikayede, Güneye yaptığım bu hayali seyahatten getirdiğim son yenilik, Maya'ların Atavatanı "Turan" hakkında. ("R" sesini, tıpkı Altay kökenli Japonlar gibi "L" gibi okuyorlar!)
Eskiden beri o kadar Turan hikayesi dinledim, buradan coğrafi bir bölge adıyla/sanıyla bahsetmeyenini görmedim. "Turancılar" vardı mesela. Ama Maya'ların kutsal kitaplarından Chachiquels'de, "Annelerimiz-Babalarımız bizi Turan adlı yerde doğurup büyüttüler" gibi bir söz söyledikten sonra, Turan'ın gerçekte ne olduğunu da açıklıyor: "Bir dünyadan diğerine geçiş bölgesi". Siz belki ışınlanan insanlar, zaman tünelleri falan düşüneceksiniz ama ben sadece bilinç değişmesi görüyorum. Turan'da, çok katmanlı bir geçeklik duygusunun yaşandığını tahmin ediyorum. Argüelles de farklı, yeni bir kültürün/uygarlığın doğmasını ve dönüşen insanların yeni bir uygarlık kurmalarını görüyor. Yeni bir bilince uyanan insanları, Orta Asya'dan Bering Boğazı'na kadar yürüten ve oradan Kuzey Amerika'yı yukarudan aşağıya geçirip Orta Amerika'ya getiren şey neyse, oldukça büyük bir etki olmalı...
Jose Argüelles, bu macerasının sonunda, yeryüzünün de bir ruh bedeni olduğunu anlamış. Ve rahatlamış...

Maya diye bir ad...

Maya takvimiyle ilgilenirken, "Maya" ismini başka kimlerin kullandığını merak ettim. Arı Maya (bir kızdır malumunuz) ve Hace Nasreddin'in göle çaldığı Maya değil, kudsiyet içeren isimler arasında Maya'nın yeri neresiydi?!..
Karşıma çıkan manzume hem eğlendirici hem de ilginç olduğundan buraya almamak olmazdı...
Ben bu sözcüğün Sanskritçe anlamını biliyordum. Maya, esasen, Türklerin "Yalan Dünya" sözünün Hintçeye tercümesidir. Maya, "Maddesel yanılgı" diye de okunabilir. Felsefi bir kavram olduğu için şimdi uzun uzadıya anlatmanın alemi yok...
(Konuya değinen bir yazının diğer blogda yeraldığını hatırlatayım.)
Maya Sanskritçe, başka anlamlarda da kullanılıyor, mesela "Büyük" demek ama "Ruh" da demek, "Ölçüt" de demek, hatta "Büyü" veya "Ana" anlamına da gelebiliyor -kullanıldığı yere bağlı...
İşte buradan, Buddha'nın annesinin adına geliyoruz: Maya.
Anaç, dişi bir ad...
Bu ada, Hintlilerin büyük destanı Mahabharata'da da rastlıyoruz. Orada büyük bir astrologun adı. Asya denizlerinde göçebe olarak yaşayan bir halkın adı da Maya...
Amerikalı Maya halkı ile Asya arasında neden ve nasıl bağ kurduğumuza uzun bir yazıyla değineceğiz elbette, ama bu Maya adı hiç olmadık yerlerde ortaya çıkıyor ve insanın dikkatini çekiyor! Mesela çocuk firavun Tutenchamun'un hazinecibaşısının adı ne demeye Maya? Ve sakladığı nasıl bir hazinedir ki kutsal yazıtlarda adından bahsedilir?!..
Daha ilginci, Eski Mısır yazıtlarında "Evrensel Dünya Düzeni" anlamında kullanılan terim, Maya adıyla ilişkili "Mayet" sözcüğü. Bilmiyordum, yeni öğrendim!..
Bizim buraların 'Maya'sı sağlamdır -malum! Mayıs Ayının adı Maya'dan (Maia) geliyor ve kendileri Roma devrinin Bahar Tanrıçası!..
İstanbul'u kuran Büyük Konstantin'in, tek Tanrılı din Hristiyanlığı kabul eden ilk İmparator olduğunu biliyoruz. Hristiyanlık Dininin kurallarını, din adamlarıyla birlikte tartışıp karara bağlayacak kadar derin din bilgisine sahip Konstantin, ancak ölürken Hristiyan olmuştu. İmparatorluğunda Hristiyanlardan çok Eski Roma dinlerine inananlar olduğundan, eski Tanrıların adlarını da korumuştu. Bugünün ay adları da o zamandan! Avrupalılar Maya'ya, -ay adı olarak- "Mai/May" diyorlar, Türkler de "Mayıs..."
Orta Amerikalı Maya'lar bu işin neresinde diye sorarsanız, Maya'ların ana vatanı Yukatan Yarımadasına verdikleri ad Maya...
"Maya'ların ata vatanlarına verdikleri ad ne?" -diye soracak olursanız, "Turan (Tulan)" diyeceğim!..
Ama o da başka bir hikaye...
(O Turan, birçok bakımdan Türklerin Turan'ına benziyor ve sadece coğrafi bir vatan değil tabii. Diğer blogda bu konudan, uzun bir yazıyla bahsedeceğim...)

Arı gibi çalışkan yazarlar ve Bızzt...

Yazının konusu yazarlar değil arılar...
Masamdaki karakızıl güle konup oradan not defterimi kesen iri bir balarısı, önce tıfıl dostumu hatırlattı...
Şimdi Çin'de yaşayan ve orada ilkokul birinci sınıfa giden, FaceTime üzerinden bana okulu hakkında brifing veren, öğretmeni bayan Li'yi şikayet eden en yakın arkadaşımı böyle bir arı sokmuştu. -Nedenini de anlayamamıştık, zira tam topuğundan sokmuştu! Hadi Yunanlı olsa bir yere kadar anlayabileceğim birşey, ama anne-babası Alman olan İstanbullu tıfılcım Yunanistan'ı bir kez olsun görmedi!
Eh buna rağmen severiz arıları...
Sevilmeyecek bir canlı değildir ki...
Arıların bir kilo bal yapmak için, yeryüzünün çevresini üç kez dolaşacak kadar mesafeyi uçtuklarını biliyor muydunuz? "Arı gibi" lafı oradan geliyor -ve hiçbir insanoğlu/insankızı onlarla boyölçüşemez çalışkanlık konusunda. Malumunuz insanın belli bir çalışma-iş kapasitesi vardır, onu aştı mı, kenara oturur. Arı oturmaz, bilemedin konar ve sonra yeniden uçar! Bu harika yaratıkların ortadan kalkması halinde beş yıl sonra insanın da yokolacağını söyleyen Albert Einstein malumunuzdur. Arıların nasıl muhteşem yaratıklar olduklarını keşfedenler arasında çok sayıda yazarın da olduğunu bilmiyordum. Benim hayran olduğum şair Rilke arıcılıkla uğraşmış mesela, daha yeni öğrendim. Garcia Lorca, Vergil, hatta Horaz ve daha birçok büyük sanatçı arıcılık yapmış...
Türkler arasında Arı sembolü kullananlardan pek hazetmiyorum; "Anavatan Partisi" diyeceksiniz şimdi, ben "Nakşibendi tarikatı" diyeceğim ve en iyisi, gene bilip sevdiğim "Arı gibi çalışmak" deyimini tekrarlayacağım.
Bence insanlar, arının sadece güzel ve sofistike değil, aynı zamanda hayat için önemli olduğunu çok eskiden beri biliyorlardı (da yeni unuttular!) Yoksa Antik Mısır'da arının, Güneş Tanrısı Ra'nın gözyaşından doğduğuna inanılmazdı her halde, veya Dünyanın koruyucusu Tanrı Vişnu mavi bir arı kılığında (donunda) aşk Tanrısının yanıbaşındaki lotus çiçeğinde uyumazdı...
Ve o iri arı, bunları bana yazdırdıktan sonra vızıldayarak havalandı, kısa bir süre defterimin üzerinde havada asılı durarak beni teftiş edip geldiği kırlara geri döndü. Kısacık sürede, onun varlığına alıştığımı farkettim...
Şimdi İstanbul'da öğleden sonra üç, Pekin'de saat sekiz. Yatma vakti. Tıfıl dostlarıma "İyi geceler" masalı:
Akşam akşam sihirli bir kırmızı güle konduğu için sineğe dönüşen arı "Bızzt"ın son macerası, bu akşam bu Laptop ekranında, canlı yayında!..

Veni vidi Gucci...

Küçükken, dış görünümünüz, ne giydiğiniz hiç önemli değildir...
Sözüm kadınlara tabii...
Sonra ergenlik dönemi gelir ve dış görünüm herşeydir...
Bu sözüm de kadınlara...
(Ve erkeklere)
Ergenlik döneminde yüzünüzde çıkan sivilceler, sizin için dünyanın sonundan daha önemli olabilir...
Zamanla bu önem azalır. Ve bir gün gelir ki, dış görünümünüz önem listenizin alt sıralarında yer almaya başlar...
Fran için de böyle olmuş...
Bir zamanlar film senkronizasyonu yapan, filmlerdeki kadınlara sesini veren şen şakrak güzel kadın Fran, işini yaparken hayatının aşkıyla tanışıp onunla evlenmiş. Mutluluktan uçarken iki de güzel çocuk sahibi olmuş, ama bir zamanlar listesinin üst sıralarında yer alan "kadın güzelliği" pipirikliliği, yıllar içinde uçup gitmiş. Sevdiği adama eskisi kadar gülmez, onunla konuşurken gözlerinin içine bakmaz olmuş. Eşinin iyi bir işi olduğundan, çok sevdiği film seslendirme işinden de ayrılmış. Bir zamanlar yaptığı teklitlerle herkesi şaşkına çevirirken, bu yeteneğini de sadece çocuklarını güldürmek için yapar olmuş. Fran'ın yıkıldığı ilk an, kocasının başka bir kadınla ilişkisinin olduğunu anladığı an. Daha da kötü yıkıldığı an, kadının Gucci firmasının pazarlama müdürü olduğunu anladığı an...
Karşısında hem genç, hem güzel hem de mükemmel giyinen bir kadın rakip varken o ne mi yapmış?!..
İşte bunu, Maria Beaumont'un eğlenceli ve şaşırtıcı romanından öğreniyoruz. "Veni vidi Gucci", alkolikliğin kıyısına kadar gelen yıkılmış bir kadının, ailesini korumak ve kadınlığını her bakımdan "konuşturmak" konusunda nasıl harikalar yaratabileceğini gösteren güzel bir kurgu, tam bir haftasonu romanı. Romanın ana fikri, galiba şu:
"Kadının fendi Gucci'yi yendi!.."

Eski model ajan Johnny Hazard...

Eskiden çok Teksas-Tommiks okumuş biri olarak, nostalji babından renksiz Türk (aslıkda çoğu İtalyan) çizgi romanlarını bugün de elime aldığım olur ama soluğum onuncu sayfaya kadar yetmez. Sıkılırım. Ve sonra bu yüzeysel, basit, tekrarlanan klişeleriyle eski çizgi romanları bir kenara atarım! Çizgi roman, yani Redkit'in çizeri Morris'in taktığı adıyla "Dokuzuncu Sanat" benim için vazgeçilmez önemde bir sanat dalı. Türkçe son olarak Paul Auster'in "Cam Kent" romanından uyarlanmış Karasik/Mazzuchelli çizgilerini okudum. Bu sanatın son büyük ustası François Bourgeon'un hayranlarından biri olduğumu belirtmeliyim. Yaşayan ustalar çok elbette, Enki Bilal'ı da unutmamalı mesela. Türkiye'de çıkan çizgi romanları da izlerim elbette. Ayrı bir yazı konusudur. Ama Johnny Hazard'ı atlamışım -ya da şöyle: Gazetelerden bu Strip'i hatırlıyorum, ama kitap formatında yayınlandığını hiç görmemiştim. Kitabı hemen aldım ve bir süre
1944'de, Dünya Savaşının sonucunun aşağı-yukarı belli olduğu bir dönemde Frank Robins tarafından çizilmeye başlanan bir ajan Hazard, "tam" bir Amerikalı WASP. O kısacık maceraların beni çeken ve bu kez sonuna kadar okumamı sağlayan şey, Amerikan Çağı'nın iğrendiğim "Süperkahramanlar" çizgisinin çok dığında bir yerde durması ve bir Strip için zamanın iyilerinden biri olduğunu göstermesi. Dinamik, fırça ile çizilmiş kareler. Hareketli sahneler. O dönemin füze göğüslü kadınları (o zamanın sütyenlerinin marifeti olmalı!) Beyne takılan ve Sputnik'e benzeyen mikroçipler. Maymuna benzetilmiş Çinliler. Gorile benzetilmiş Ruslar. Soğuk Savaş'ın tüm klişelerinin abartmadan işlendiği ve tadında bırakıldığı bir tür kibar James Bond. Ve bu İngiliz ajan gibi Kazanovalık yapmayan, ama onlara "Kızım" (Girl) diye seslenen biri. Hazard bir pilot. Dövüşürken elinin keskin kenarıyla Judo vuruşları yapıyor. Doğunun dövüş sporlarının Batı'da ilk keşfedildiği yıllar. Frank Robins diziyi 1977'ye kadar çizmiş. Demirbaş yayıncılık tarafından yayınlanan ilk Johnny Hazard cildi, 25.12.1967 ile 24.02.1969 arasında çizilmiş Striplerden oluşuyor.
Frank Robbins hayatına, "Harika Çocuk" olarak başlamış ve daha dokuz yaşındayken çizgileriyle ödül kazanmış. New York'daki National Academy of Design'a alınmış ve 1929'daki büyük ekonomik kriz sırasında okuldan ayrılıp reklam ajanslarında çalışmaya başlamış. Yaptığı tablolar, müzelerde sergileniyor. Ama asıl ününü"Johnny Hazard"a borçlu. Robbins aynı dönemde DC Comics adlı dev çizgi roman yayınevi için de birçok ünlü tipin hazırlanmasında çalışmış. "Dedective Comics", bunlar arasından benim ilk aklıma gelen. Ama listesinde o bed "Batman" ve "The Flash" gibi tipler de var. 1970'li yılların ortasında Marvel Comics'e geçmiş ve mesela "Captain America" adlı milliyetçi süper kahramanın çiziminde çalışmış.

Trabzon Sumela Manastırı'nın melekleri ve kurşun delikleri...

Sabah güneşinde Sumela'ya doğru tırmanırken, bir ara zümrüt bir ormanda yürüdğünüzü sanırsanız sakın şaşırmayın. Ormanı şenlendiren kuş ve akarsu sesleri, ağaçların arasından sızıp yerde hareketli ışık benekleri oluşturan güneş, bulunduğunuz yerin önemini bir an olsun unutturmuyor. Eskiden sadece keşişlerin kullandığı bu patikanın en başında uzaktan görünen Sumela, yemyeşil bir deryanın içinde dimdik bir dağ yamacına takılmış tek bir küçük elmas gibiyken, yaklaştıkça ne kadar büyük olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Sumela'ya bu yoldan gelen ilk kişi, Barnabas adında genç bir adam ve yeğeniydi. Yunanistan'da yaşarken bir gece rüyasında iki melek gördü. Ona sevgi ve ciddiyetin buluştuğu bir ruh halinden bakan meleklerden biri kanatlarını açarak seslendi. Bu genç Hristiyana, Tanrı'nın buyduğu olan bir görev verdi.
Hz. İsa'nın Havarisi Luka, ölmedem önce bir İkona yapmıştı. O ikona, iki melek tarafından Trabzon dağlarında bir mağraya konmuştu. Barnabas'ın görevi, iki meleğin kılavuzluğunda o ikonayı bulmaktı. Barnabas, nefes nefese, ter içinde uyandı. O gün oruç tuttu, Tanrı'ya dua etti ve ailesiyle vedalaştıktan sonra yeğeniyle birlikte yola çıktı. Meleklerin ona gösterdiği dağ, belleğine asla silinmeyecek kesinlikte işlenmişti. Yürüdüler. Daha yirmisine girmemiş bu iki genç, hiç durmadan yol aldılar. Barnabas, Meleklerin ona verdiği işaretleri etrafındaki olaylardan ve doğadan okumayı da öğrendi bu arada. Nihayet bir tekneyle Trabzon'a vardığında, bu küçük ama şirin şehrin büyüsüne daldı. Kemençe ezgileri şehirde o zaman da yükseliyordu, insanlar gene neşeli ve şakacıydı. Balıkçılar o zaman da hamsi getiriyorlardı şehre ve kadınları o zaman da güzeldi Trabzon'un.
Barnabas şehirde bir tek gün kaldı. Kutlu görevine, bu güzel şehir için sadece bir tek gün ara verdi ve ertesi gün yollara düştü. Bu gencecik adamın Trabzon'a neden geldiğini duyan Trabzonlular, onun peşine takıldılar. Barnabas, ormanın içinde, bir dağın içine oyulu saklı mağrayı, eliyle koymuş gibi buldu. Bu iki adamın peşinden gelen Trabzonlular, o zaman ağzı dar olan mağranın ucunda ışıldayan bir şey görünce şaşırdılar. Barnabas dimdik ilerledi, ikonayı yerden alıp geriye döndü ve başının üzerine doğru kaldırıp Trabzonlulara gösterdi. Mağraya doluşmuş küçük kalabalık diz çöktü. İkonanın gizemli ışığı mağrayı doldurdu. 
O günen itibaren Barnabas ve yeğeni gibi iki adanmış kişi, mağranın önünde sürekli nöbet tuttular. Derhal hummalı bir çalışma başladı. Dağın eteğindeki deli çayın yamaçlarından kestikleri taşları, bugün de kullanılan patikadan yukarıya doğru taşımaya başladılar. Trabzon bölgesinin taş ustaları da geldiler. Aşağıdan taşlar taşınırken, olay tüm bölgede duyuldu ve Trabzon civarında eski putperest Roma dinine inanan hiç kimse kalmadı. Halk mağrayı hemen bir ziyaret mekanına çevirdi. Mağranın önüne kadar gelebilenler orada mutlaka kalıyor, dualar ediliyor, bu sırada çalışmalar devam ediyordu. Ustalar mağranın ağzını iyice genişlettiler ve dağın içinde düz bir alan oluşturdular. Mağranın en dibine, ikonanın bulunduğu yere, mücevher kutusu gibi Gök mavisi minik bir şapel yaptıklarında, yıllardan 385 yılıydı. Yunanistan'dan gelen iki genç, ikonanın ilk muhafızları ve Sumela şapelinin ilk din adamları oldular. Trabzon bölgesi halkı Sumela'yı kutsal bir mekan olarak yaşattı. Oraya bir manastır yapılması emrini ise, İstanbul'daki Doğu Roma imparatoru Anastasios, şapelin inşasından yüzyirmi küsür yıl sonra verdi. 
Manastır kutsiyetini hiç yitirmedi. 640 yılında bir yangında tüm ahşap yapılar yokolunca, Christophoros adlı bir keşiş, bölgeye çöken derin hüznün verdiği pasifliği yırtıp, yek başına işe koyuldu ve ilk gün gibi çayın başından yukarıya taş taşımaya başladı. Onun azmini gören yöre halkı, bu keşişin emri altında Sumela Manastırı'nı yeniden inşa etti. Anadolu'ya Türklerin gelişi hiçbirşeyi değiştirmedi. Manastır ilk günkü gibi Tanrı'ya sürekli dua edilen bir yer olarak kaldı, ta ki 12'inci yüzyılda, kim oldukları gayet tabii unutulmuş bir haydut sürüsü tarafından basılıncaya kadar. Bu adamlar, manastırın en değerli hazinesine göz dikmişlerdi: İkonasına. 
Aslında bir mağra olan ve her bir köşesi iğne oyası gibi renkli resimlerle, Hz. İsa, annesi Meryem, Havarileri, İkonayı buraya Filistin'den getiren Meleklerin resimleriyle süslü Kiliseyi basıp, İkonayı almak istediler ama yerinde bulamadılar. Aslında burada yaşayan hiç kimse de ikonayı bulunduğu yerinden alıp Sumela'dan çıkarmaya vakit bulamamıştı. Manastırda büyük bir panik yaşandı. İkona kaybolmuştu ve haydutlar keşişlere bir gün süre verdiler. İkona'yı teslim ettiler ettiler, yoksa...
İkona bulunamadı. Çapulcuların reisi manastırı yaktırdı. Manastır tamamen yandı. Keşişleri asıl mahveden, İkonanın kaybolmasıydı. Hiç kimse nereye gittiğini, kimin aldığını bilmiyordu. Gene de bir umut, dağın tepesinden başlayıp ormanın içinden deli çayın kıyısına kadar her yeri karış karış aradılar. İkona, ilk şapelin yapılması için taş kesilen yerde duruyordu. 
Mis gibi çam kokan havanın sarhoş eden esintisiyle yeniden başladılar. İkonanın yeniden bulunmasına çocuklar gibi sevinen ahali, günlerce horon tepip dans ederek kutladı ve canla başla çalışarak manastırı yeniden yaptı. Bu olaydan sonra Sumela, bütün Anadolu'nun kutlu mekanlarından biri haline geldi. Hatta öyle ki, Trabzon'un kendine has çok özel bir yer olduğunun bilincine varan Trabzonlular, burayı kendi kutsal merkezleri haline getirdiler, İstanbul'da oturan Doğu Roma İmparatorundan daha bağımsız, kendi başına buyruk davranmaya başladılar. Trabzon'un çok özel bir yer olduğunu artık iyice anlamışlardı ve bu bilinç o zamandan beri aynen yaşamaktadır.
İstanbul'dan gönderilen Trabzon valileri, buranın deli-dolu özgür ruhunu çabucak benimsiyorlardı ve bu durumu, çok geçmeden kurumsallaştırdılar. Resmen İstanbul'a bağlı, ama kendi başına buyruk valilerden III. Aleksios, 1350 yılında Sumela'da taç giydi. Bu aynı zamanda Trabzon'un daha bağımsız olduğunun da ilanıydı. Ölen kardeşinin adını almak gibi kadirbilir bir kişi olan koca yürekli genç vali, hayatının sonuna kadar Trabzon Rum Hükümdarı olarak anıldı. Onun oğlu da Sumela'da taç giymiştir. İstanbul'un II. Mehmet Sultan Fatih tarafından alınışından sonra da burası Anadolu'nun tek Rum devleti olarak kaldı. Onlar inatçıydılar, İstanbul'da ne olduğunu iyice anlamadan sonuna kadar Türk yönetimine direnmeye karar verdiler. Sultan ordusuyla 1461'de Trabzon'a ilerlerken, İstanbul'da Rum elitlerin Yeni devletin en yüksek mekanlarına alındıklarını, ibadatlerini eskisi gibi yapabildiklerini bilen Trabzon Rum Hükümdarı, Sumela'daki kaşişlerin rica ve tavsiyesiyle Sultan'a direnmedi. 
Sumela Manastırı o tarihten sonra daha da canlandı ve yeni yapılarla adeta minik bir şehir örneği haline geldi. Manastırın bugün görünen son hali, 19'uncu yüzyıldan kalmadır. Orada ekmek fırınından ahırlara, genç keşişlerin eğitildiği dış taş binalara, muhafızların dikildiği küçük taş hücrelere, merdivenlerden merdivenlere kadar dik yamaca taraça şeklinde geniş basamaklar üzerine inşa edilmiş çok sayıda bina bulunmaktadır. Buraya su taşıyan su kemerlerinin yanından, yukarıdan, dağa delinmiş bir kapıdan girersiniz ve orada öylece durursunuz. Önünüzde uzanan binalar silsilesini ve onlara doğru inen dik taş merdivenin başında mıhlanıp kalmayan yoktur. Uzaklardan sadece tek bir binaymış gibi görünen Manastırın, tam teşekküllü bir minişehir giibi tasarlanmış olmasına şaşırırsınız. Ve o irili ufaklı taş binaların arasında en dipte, masmavi rengi galebe çalan rengank kilise, derhal göze çarpar. Merdivenlerden aşağı inerken, buranın tanıdık bir yer olduğunu da düşünebilirsiniz. Yükseklerden süzülüp kilisenin içine, en dipteki taş basamağa inersiniz.
Sumela'nın son keşişleri, burayı 1926 yılında terkettiler. Ama Meleklerin getirdiği İkonayı buradan dışarıya çıkarmaya gönülleri razı olmadı. Onu Meleklere emanet ederek, çok yakındaki taş bir şapele sakladılar. İkona orada, tek başına kaldı. Sumela'nın yalnız huzurunun bozulmaması için burası unutuldu. Öyle ki, Sumela'yı bir tek Maçkalı çobanlar bilir oldu. Sadece onlar, eski patikadan yukarıya kadar çıkıyor, terkedilmiş Manastır ve Şapeli gören taş kapının önünde kavallarıyla neşeli ölümsüz Trabzon ezgilerini çalıyorlardı.
1950'li yılların başında, Trabzon'a Amerikalı ve İngiliz NATO subayları geldi. Subayların bölgeye olan merakı, Maçkalı çobanlara kadar ulaştı. İyi niyetli çobanlar, Sumela'nın hatırlanmasına sevindiler ve bu iri yarı adamları Sumela'ya kadar çıkardılar. Çobanların saygıdan el sürmeye bile kıyamadığı Şapel'deki resimlerden birini komando bıçağıyla kesip çıkaran subaylardan biri, adını bıçakla fresklerin üzerine kazıyan başka bir subaya sırıtarak marifetini gösterdi. Kanları donan çobanlar, adamların silah seslerini duyduklarınnda buna bir anlam veremediler. Taş kapının dibinde titreyerek ve bildikleri tüm Kur'an dualarını okuyarak beklediler. Bu adamlar Hristiyan değil miydi? Mağra Şapelin içinde silah atmaya nasıl cüret ederlerdi? Ama tabanca sesleri susmadı. Çobanlar ormana gidip, Amerikalı ve İngilizlerin oradan çıkmasını beklediler. Sumela'nın son haydutları taş kapıda göründüklerinde gün akşama doğru inmekteydi ve orman susmuştu. Çobanları bulamayan Amerikalı ve İngilizler, küfürler ederek eski patikadan aşağıya inmeye başladılar.
Çobanlar, Şapelin içine girdiklerinde gözlerine inanamadılar. Giriş kapısının hemen üzerindeki freskler, kurşun deliklerinden tanınamayacak hale gelmiş, birçok freskin üzeri bıçakla kazınmış, isimler yazılmıştı, Hz. İsa tasfirlerinin başları yerinden bıçakla çıkarılmıştı. Akıllarının almadığı bu olay karşısında önce ne yapacaklarını bilemediler, oldukları yere çöktüler. Buraya giren ilk Trabzonlular gibi İkonanın eskiden durduğu yere doğru diz çöküp dualar ettiler ve oradan ayrıldılar.
İkonanın gizli muhafızları o yıl, yani Tanrı'nın 1951 yılında, Sumela'ya çıkıp İkona'yı saklandığı yerden aldılar ve Yunanistan'a, Barnabas'ın yurduna götürdüler. Tanrı öyle istemişti.
Korşun delikleri öyle yoğun ki, neredeyse her üç santimetrekareye bir kaba kurşun deliği düşüyor. Orayı bekleyen genç muhafız, şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nin bir memuru. Ama yanımdaki yabancı uyruklu kadına dik dik bakarak fısıldıyor bana: "Amerikalı, İngiliz falan değil di'mi?" Ben adamın gözlerinin içine bakıyorum ve orada 1951 yılında buraya çıkan çobanlardan birinin oğlunu görüyorum. "Hayır" diyorum. "Hayır değil." Gülümseyerek, "İyi" diyor. "Daha geçenlerde, Şapelin resimlerinin üzerine adını kazımaya kalkan bir Arabı yakaladım. Adam iki yıl hapis cezası aldı." Sonra bana, üzeri yazıdan geçilmeyen Şapelin köşesinde bir yeri gösteriyor ve parmağını yukarıya bir yere uzatıyor: Hz. İsa'nın Havarilerinden birini tasvir eden resimlerden birinin altında çok iyi okunabilen bir Amerikan ismi gösteriyor. Adam bıçakla kazıdığı isminin altına "USAF (Amerikan Hava Kuvvetleri) 1964" yazmış. Daha sonra buraya çıkan herkes -ki çoğunluğu Hristiyan- o güzelim fsklerin üzerine adını yazmış. Rumca yazılar da çok. Belki bir zaman sonra burayı adlarıyla yaşanan bir yer haline getirmek istemişler, küçük küçük yazılarla dilekler dilemişler. Arada Türkçe isimler de var. Onlar, sonradan yazılmışlar ve büyük büyükler. 
Bölge 1972'de ulusal park statüsüne kavuşsa da, buranın 1991'de bir müze haline getirilişine kadar ziyaretçiler tarafından resmen yağmalanmaya devam edilmiş. Şimdiki yağmalanmış haliyle bile bu kadar güzelse, eskiden kim bilir ne kadar güzeldi.
Sumela, şimdi bir müze. Kartal bakışlı Trabzonlu muhafızlar tarafından korunuyor. Fresklere elini süren hapse tıkılıyor, flaşla fotoraf çakmeye kalkan derhal uyarılıp Şapel'den dışarıya çıkarılıyor. Ve şapelin en dibinde, yeni yaptırıldığı anlaşılan yüksek bir taş basamak var. Fener Rum Patriği Sumela Manastırı'nda yeniden bir Pazar ayini yaptığında aylardan Ramazan'mış ve kartal bakışlı Müslüman muhafız, tüm kararlılığıyla şöyle dedi: "Ramazan da olsa ayin yapacaklar, ayinde bir yudum şaraplarını içecekler, saygımız sonsuz." İşte Trabzon böyle bir yer ve bu yüzden ölümsüz .

Terzi müdürüm!..

Taşra kasabalarında eski Türkiye, tüm güzelliği, gamsızlığı ve acıtmayan dikeniyle yaşıyor, -üstelik "sürdürülebilirlik" sınırları dahilinde...
Deniz kenarı...
İki metre eninde bir dükkan...
Rüzgarda sallanan tahtadan küçük bir dükkan tabelası:
"Terzi Rıza."
En az on yıldır değiştirilmemiş bir vitrin dizaynı...
Sevine sevine dalıyorum içeri...
Her yer tertemiz, tertipli, ütüden yeni çıkmış elbise kokusu ve raflarda, artık hiç kimsenin giymediği eski mavi-beyaz pijama deseni ve benzeri soluk kumaş topları. Kapıya doğru bakar şekilde plastik beyaz bir bahçe sandalyesine oturmuş yaşlı adamın arkasında, küçücük bir televizyon kendi halinde oynayıp duruyor ve adam, televizyonu setretmeyip dinliyor...
Bende yeniden bir sevinç!..
Adam en az seksen yaşında, ama fıldır fıldır gözlere sahip. Giyimi kuşamı ile terzi değil, bir banka müdürü emeklisi gibi. Janti kravat (eski usul, dar ve uzun). Bembeyaz, iyi ütülenmiş bir gömlek, jilet gibi ütülü gri bir pantolon. Boynuna bir yakın gözlüğünü kolye gibi asmış. Hergün gördüğü biri gelmiş gibi hiç bir şey söylemeden bana bakıyor...
"Şu pantolonun paçalarını kısalttırmak istiyordum da, yapabilir misiniz!"
"Tabi tabi. Şu kenarda bir giyin..."
Dükkanın karanlık köşesinde, adamın arkasında pantolonu giyip adamın karşısına geçiyorum ve bu arada adamın hiç kımıldamadığını fark ediyorum. Aynı pozisyonda oturuyor...
"Paçayı kıvırdınız mı?"
"Hayır" diyorum...
"Kıvır."
Kuzu kuzu kıvırıyorum...
"İyi mi böyle?"
"Ama eğildiğim için tam ölçü almak zor" gibi bir laf çıkıyor ağzımdan...
Tercümesi: "Acaba siz ölçü alacak mısınız?" demek aslında. Soran gözlerle adama bakıyorum...
"İyi mi böyle?"
"Bilmem" diyorum...
"İyidir iyidir."
Sağ eli sandalyenin kolluğundan kalkıp, sessiz bir emir kipi eşliğinde iğne kutusunu gösteriyor...
"Tak oradan bir iğne."
"Ama..."
"Tak sen."
Elimi, iğne kutusuna uzanırken yakalıyorum!..
Sonra özür dilemeler, kem küm etmeler -ve dükkandan çıkıyorum...
Çıkarken adama dönüp bakıyorum, gene aynı pozisyonda oturuyor. Hareket ettirdiği kolu da, sandalyenin koluna, yeniden aynı yere konmuş. Ayağa kalkıyor...
Bir tuhaf oluyorum. Sanki felç olmadığını, sağlıklı olduğunu göstermek ister gibi iki kolunu açıp, "Gene bekleriz" diyor...
Ok yaydan çıktığı için, pantolonu yeniden giymiyorum. Şaşkın ve kafası hafiften karışık bir vaziyette dükkandan çıkıyorum...
Günün ilk izlenimi...
Şimdi bunun üzerine gel de gazete oku...
Biz en iyisi sahilde bir tur atalım ve ilk terziye dalalım...
Pantolonun mahvı umurumda değil artık...
Bir sonraki terzide bir Mars vatandaşıyla karşılaşsam da şaşırmayacağım...

"Ramsch" diye bir şey...

Türkçe nasıl bir karşılığı vardır pek bilemedim, ama "Kelepir" kitapçılarında satılan kitaplarıa "Ramsch" diyoruz mesela...
Yani basılmış, satılmamış, kötü, yayın evinin hayal kırıklığı, ucuzcu kitapçılara düşmüş kitap...
Avrupa'da, ucuz edebiyat satan, "Ramsch" kitapları allayıp pullayıp yeni kitap kapaklarıyla yeniden piyasaya süren kitapçılar vardır. Bu dükkanlarda kitabın yanı sıra kahve, saat, kolye, ucuz plastik Çin saatleri falan da alabilirsiniz...
Pırıl pırıl kitapların üzerinde "indirimli fiyat" yazısını görürseniz, bunlar da "Ramsch" sınıfından kitaplardır...
"Ucuza kitap satıyoruz" diye övünen Ramsch-dükkanları, aslında ucuz kitap değil, kötü edebiyat satarlar. Ve serbest piyasada asıl mesele para kazanmak olduğundan, size kötü edebiyatı bu yolla pazarlarlar...
Bu notu buraya düşmemin nedeni, iPad'den elektronik kitap okuyan biri olarak, "Ramsch" olayının elektronik kitap piyasasında çok daha tehlikeli, edebiyatın kendini tehdit eden bir boyuta doğru ilerlemesi...
Gutenberg'den beri kitap kültürünün en çok yer ettiği Avrupa'da bile giderek yeni bir "Ramsch" anlayışı kabul görüyor, hatta edebiyatı itip kendine yer açıyor...
Amazon kitap pazarı, internetten kitap satan en büyük "dükkan" olarak, yayıncılık piyasasına da girdi. Amazon'un "Kindl" adlı kitap okuma aracına neredeyse bedavadan konup, bedava internetle kitap indirirken, kağıt kitap versiyonuna verdiğiniz paradan daha azını bayılınca seviniyorsunuz sevinmesine de... Şöyle bir durum var:
Bu piyasaya, inanılmaz ölçülerde "Ramsch" kitap sürülüyor aynı zamanda. Zaten ucuz olan kitapların arasında dikkati çekmeyebiliyorlar...
Amazon, bir yayınevi de kurup, yazarlara iki tıkla kendi kitaplarını elektronik kitaba çavirme imkanı, satış rakamlarını internetten takip imkanı ve kitap satışından daha fazla (yüzde miktarı) para sununca, yayınevi bulmakta zorlanan yazarların yıldızı haline geliyor...
Kitabı yazıyorsunuz, grafiker bir kapak yapıyor ve internetten elektronik kitap olarak piyasaya sunuluyorsunuz. Satılmadı... Bu kez aynı kitabın adını ve kapağını değiştirip yeniden piyasaya sunuluyorsunuz. Taa ki tutuncaya kadar!.. Okur tarafından nasıl tutulduğunu da kendimden örnek vereyim: Kitabın kapağı çok güzel... Kitabı tanıtan o birkaç satır iyi yazılmış...
Hemen alıyorsunuz...
Ama kitabı okumaya başlayınca, bir "Ramsch" aldığınızı anlıyorsunuz -çünkü kötü, amatörce yazılmış...
(Hele -benim gibi- kitabın optiğine de bakıyorsanız, hayal kırıklığı yaşamak şart oluyor!..)
Kendi satış listelerini belirleyen Amazon gibi yeni kurumlar, "Ramsch"ı olağanlaştırıyor. Bir tarihe sahip eski ve iyi yayınevlerini iflasa sürüklüyor ve iyi edebiyatı vuruyorlar...
İşin kötüsü, kitaplarını Amazon ve benzeri siteler üzerinden satan yayınevleri, gidişat karşısında susuyor...
İyi edebiyatın bozulup "Ramsch"ın yaygınlaştığı bir ortama anlayış göstermek mümkün değil...
İyi edebiyat sayesinde oluşan edebi zevk, insan ruhunun gelişmesi için elzem...

Erotizmle banallik arasında "Shades of Gray"

Kadınları severim...
Kadınları çok severim!..
Zamanla kadınları daha iyi tanıyıp daha iyi anladıkça, kadınlar konusunun daha da derinleştiğini ve detaylara daha çok dikkat ettiğinizi anlıyorsunuz -ki bir kadın özelliğidir aynı zamanda!..
Kitaplarda erotizm. Bu bir konu...
Kitaplarda erotizmin, eskisinden çok daha düşük yoğunluklu, giderek daha amatörce, daha ayıp ve de daha günah sayıldığı bir ülkede, mesela Haruki Murakami'nin "1Q84" romanındaki erotizm dikkatinizi çekiyor...
Murakami, daha önce bar işletmiş, İngilizce tüm kült şarkıları bilen muhteşem bir yazar. Herşeyden anlıyor, bir tek erotizmden anlamıyor. Yaşar Kemal'in "İnce Memed"inde, Kemal Tahir'in "Yorgun Savaşçı"sındaki kısacık erotizmler çok daha güçlü...
İstanbul Sahaflarında bulup aldığım, gotik harflarle yazılmış yüz yıllık erotik bir kitaba şaşırdığım kadar hiçbir erotizm türüne, (en uç nuktalarına kadar) şaşırmamıştım. Kitap, pornografinin sınırlarında gezinen, ama hayal gücü oldukça geniş ufak-tefek bir kitaptı ve İstanbul'a nasıl geldiğini ve Birinci Dünya Savaşı öncesinde gizli gizli kimler tarafından okunduğunu düşünmek de eğlenceliydi...
Bu tip kitapların en büyük sorunu, genellikle dili oluyor. Henry Miller'in sürreal kaba cinselliği anlatan edebiyatını ayrı tutarsak, "çok okunan" bu kitapların, genellikle kötü edebiyat olduğunu söylemek gerek. İşte Amerika'nın yeni "fenomen"i Shades of Grey dizisi de böyle...
Grotesk sınırlarında gezen, klişeler ve sado-mazo tasvirlerle dolu bu roman dizisi, Amerikalıların gece gündüz okuduğu kitaplar. E. L. James adlı bir kadın tarafından yazılan romanlarda, çok zengin orta yaşlı bir erkekle, onun yatak kölesi haline gelmiş genç bir kadının hikayesi anlatılıyor. Romanlarda erkek kadını aşağılıyor, ona bir sürü yamuk cinsel fantazisini uyguluyor, genç kadın acı çekmesine rağmen adamı sepetlemiyor!..
Romanlarda bu temel şema hiç değişmiyor ve sayfalar boyunca "cinsellik" numaralarını okuyorsunuz -ama güzel değil, edebi değil, sanatsal yanı yok gibi birşey...
Peki Amerikalılar (ve bir zamandır Avrupalılar) bu romanı deli gibi neden okur?
Bunun cevabın veriyorum... Verdim:
"Sevgililer arasındaki bağların zayıfladığı, kolayca eş/sevgili değiştirilen bir zamanda yaşarken, her ne olursa olsun ayrılmamak düşüncesi, abartılı haliyle ifadesini bulmuş..."
Kesin yargılarda bulunmaktan kaçınan, pek hoşlanmayan biri olarak, bu kitaplarda cinsellikle ifade edilen ve benim "sadık dostluk" diye ifade etmek istediğim durumun, endüstrileşmiş ülkelerin birey yalnızlığı/arkadaşsızlık ortamında böyle "patlamalarla" ifade edildiğini söylesem -bilmem doğru olur mu?!..
Bu kez de biraz abartılı bir kuşkuculuk gibi görünse de, karşı cinsten dostlukların, arkadaşlıkların, sevgililiklerin, erotizmi ve cinselliği de kapsayıp daha sonra ayrılıklar boyutuna da ulaşsalar, karşılıklı güven ve dostluğun korunması, günümüz insanının özlemlerinden biri olsa gerek...
Türkiye gibi, bu tip olgunluk sınırlarının oldukça kolay aşıldığı veya olmadığı yerlerde, özellikle şehirli eğitimli insanlar arasında, Amerika'daki gibi "Shades of Gray" okumalarının "ateşleyebileceği"ni düşünebiliriz. Kitaplar -yanılmıyorsam- henüz Türkçeye çevrilmedi, çevrilselerdi, etkilerini görebilirdik belki, ama Türkiye'nin şimdiki üç kat "yasak/ayıp/günah" duvarını aşabileceklerini pek sanmıyorum. Aşsa, belki burada da çok satar -satmasalar daha iyi. Peşinen söyleyelim: Kötü edebiyat, kötü fantazi, zayıf kurgu...
En alasından cinselliği de içeren erotik kitaplar okumak isteyenlare, seksen-yüz yıl önce yazılmış olan örnekleri tavsiye ederim!..
Tabii en iyisi, kitaptaki sanal olanını değil, gerçeğini yaşamak. -Karşılıklı güven çizgisini asla aşmadan, kalp kırmadan...

Gazete okumak devrimi...

"Abi o gazeteleri okumayı cidden düşünüyosun di' mi?"
Bu tip sorulara alışkın biri olarak mıh gibi kalakalıyorum. Soruyu soran, yıllardır gazete aldığım, kitap hediye ettiğim, çocuğunu iyi bir okula gönderebilmek için çırpınan biri...
Ben bu konuda bir kitap yazmaya hazırlansam iyi olacak. Hergün "O gazetelerin hepsini okuyor musunuz?" sorusunun türlü çeşitli versiyonuna muhatap kalan biri olarak, Türk milletinin aklının hafzalasının çok gazete okumak olayını almamasına rağmen "haritası büyük devlet, Osmanlı" olmak istemesi ve bana her gün "neden bu kadar çok okuyosun" diye sormasından iyi kitap olur!
Samimi olayım: aldığım on küsür Türk gazetesinin hepsini toplayınca, bir tek Süddeutsche Zeitung veya Frankfurter Allgemeine Zeitung Haftasonu vrsiyonları veya bir tek Die Zeit gazetesi etmiyor...
Die Zeit'ı iki-üç gün boyunca okuyorum. Tüm Türk gazetelerini de iki saatte...
Türkler, bir insanın on tane gazete almasını anlayamıyor!..
Gazete satan adam, iki sene boyunca aklına gelip gelip yuttuğu soruyu nihayet bugün sormuş demek ki!..
Cevabını da aldı!..
Ben yıllardır Türk televizyonu seyredemiyorum. Korkarım gazete de okuyamayacağım artık...
Yeni Osmanli'yı da varsın Yeni Şafak ve Zaman okuyarak "entelektüel" olanlar kursun!..
Türkiye'de Kürt Sorunu yok! Türkiye'de önemli bir süzme salaklık sorunu var! Dikkat dikkat, akıl boşluk kaldırmaz! Kesintisiz onbin yıllık uygarlık tarihine sahip Anadolu'yu salaklara bırakmazlar...
Bugün mini bir devrim yapıp, sadece Posta aldım ve günlük Türkçe gazete okuma seansımı on saniyeyle sınırladım. Çok bile... İzlediğim yazarları internetten okuyacağım. Siz o gazetelerin hepsini sahiden okuyor musunuz?!..

Klaus Kinski...

Bir psikopatı oynamak denince akla gelen isimdir...
Onu ilk hangi filmde gördüğümü hatırlamıyorum. Edgar Wallace kriminal filmlerinde olabilir. Bu eski siyah-beyaz filmler, nedense unutulmuş iyi eğlenceliklerdendirler ve Klaus Kinski gibi birçok oyuncunun dünya tarafından keşfedilmelerini sağlamışlardır.
Kinski'yi en son, geçtiğimiz aylarda bir kovboy filminde seyrettim. Sergio Corbucci'nin 1968 yapımı unutulmaz "Il Grande Silenzio" filminde... Filmdeki iyi adamı, içine kapalı garip adamları iyi canlandıran Fransız aktör Jean-Louis Trintignant oynuyordu. Filmin en ilgi çekici yanı, mücadeleyi kötü adamın, yani Klaus Kinski'nin kazanmasıdır!
İyinin, tam bir psikopat tarafından fena halde öldürülmesi koyar adama...
Spagetti Western denen filmlere yeniden sardığım bir dönemdi ve o, Sergio Leone'nin "Bir Avuç Dolar" dizisinde de görülür. Saman sarısı saçları ve delici bakışlarıyla, psikopatları sadece canlandırmakla kalmayıp, bizzat psikopat olabildiğini de göstermiştir. "Jack The Ripper" filmini çektiği 1976'da, kendisiyle yapılan bir söyleşide, film hakkında aynen şöyle demiştir:
"O boku sekiz günde çekip attım ortaya, geriye kalan zamanda da tenis oynadım."
Klaus Kinski, eşsiz bir karakter oyuncusu olmasına rağmen, sayısız ikinci sınıf filmde oynamıştır. Ama başrolde harikalar yarattığı ve ölümsüzleştiği filmleri saymakta fayda var:
Ben son büyük filminden başlamak istiyorum, "Fitzcarraldo"dan. Filmi, Berlin'de büyük bir sinemada seyretmiştim. Amazon cangılında Opera kurmak düşünü gerçekleştiren bir adam. Gerçek bir hikaye. Peru'lu yerlilerin Fitzcarraldo diye adlandırdıkları Brian Sweeney Fitzgerald'ın hikayesi. Oradaki çılgın adam muhteşemdi. Sonra Nosferatu'yu bir vampiri oynadığı filmi.
Klaus Kinski, galiba yan rollerle göz dolduran haliyle daha çok akılda kalan biri. Kovboy filmlerindeki psikopat katil rollerini o kadar iyi oynar ki, sinemaya sırf onu görmeye gidebilirsiniz!
Sinemanın yerlerde süründüğü 1980'li yıllarda, ikinci sınıf filmlerde oynadı. "Yabankazları", ilk aklıma gelenlerden. Ezbere bildiğim ve iPad'imde uzun süre taşıdığım filmi ise, Alain Delon'un başrol oynadığı "Mort d'un pourri" filmidir. Orada, -o zaman için henüz çok yeni olan- global kapitalizmin önceliklerini anlatır Alain Delon'a. Yıl 1977. Senaryo'yu yazan Michel Audiard'a ve "kibar ama kanlı kapitalist"i oynayan Klaus Kinski'ye hayran olmamak zordur.
Özel hayatında derin zikzaklar çizen Kinski, hep çok genç kızlarla evlenmiştir. Son karısı, 19 yaşında tanıştığı Asyalı bir öğrencidir mesela. İnanılmaz centilmen, alçak gönüllü, kibar olan bu adamın, birden kafayı sıyırıp, en olmadık hakaretleri edebildiğini, öfke nöbetlerine tutulduğunu, kızdı mı gözünün kimseyi görmediğini söylemek zorundayım...
Klaus Kinski, 23 Kasım 1991'de, 65 yaşındayken, Kaliforniya'daki malikanesinde öldü. İkinci karısından 1961'de Berlin'de doğan kızı Nastassja Kinski de ünlü bir aktör.

Kısa kısa düşünüp, başparmağıyla konuşmak...

Bir masada dört kişi...
Dördü de ellerindeki akıllı telefonlarla oynuyor...
Benim, biri altı diğeri dört yaşında iki tıfıl arkadaşım var ve ikisine de televizyon yasak. Film de yasak. Ben, arkadaşımın çocuklarına koyduğu bu yasağı önce biraz garipsemiştim açıkcası. Çünkü sert kurallardı ve istisnalar sadece benim hatırıma, onbeş dakikalığına uygulanıyordu. Çocukların Mickey Mous filmlerini ilk gördüklerindeki hallerini tahmin edebiliyor musunuz? Ben söyleyeyim: Bedenleri kucağımda, kendileri filmin içindeydi! Resmen uçmuşlardı. Ben o zaman uyandım ve bu "hatır/gönül" işine son verdim. Sonra masal seanslarımız başladı. Çocuklarla konuşunca ve onlara birşey anlatınca, gözlerini boşuğa dikip hayal kuruyorlar. Ama iPad'de hemen, "başka hengi filmler var" diye sorup daldan dala atlıyorlar, birinde kalmaları da zor oluyor.
Deniz kenarında bir masanın başında, denizi tamamen unutmuş bir vaziyette dört kişilik yalnızlık, artık malum görüntülerden. Ve günümüzün yeni bir mantalitesini yansıttığından, çok da önemli.
Anlaşıldığı kadarıyla akıllı telefonlar (Smartphone) ve sürekli birileriyle bağlantı halinde olmak, -çok yeni bir durum da olsa- insanların bazı temel özelliklerini değiştiriyor. Bu özelliklerin başında da, insanı insan yapan özelliklerden biri geliyor: Konuşmak.
Akıllı telefonlar, e-mail, chat ve sosyal medyada kısa haberleşmeler hayata derinlemesine girdiğinden beri, bazı ilginç gelişmeler oluyor ve birileri bunları inceleyip araştırıyor -bunu iyi ki de yapıyorlar da konuya daha dikkatli yaklaşmamızı sağlıyorlar.
Benim tıfıl arkadaşlarıma her türlü televizyon ve hareketli görüntüyü yasaklayan arkadaşım, bizim çocukluğumuzu, bu yeni icadlar öncesinde yaşadığımızı hatırlattı. Biz, cep telefonları ve internet öncesinde yaşamış bir nesiliz. Bizim çocukluğumuzda her evde televizyon ya yoktu, ya da varsa çok seyredilmiyordu. Çünkü televizyon zaten akşam saatlerinde açılıp, gece onikide İstiklal Marşı'yla kapanıyordu. Avrupa'da da çok farklı değildi. Orada herşey, Türkiye'den on yıl kadar önce başladı. Orta halli ailelerin hepsi televizyon seyretmiyordu. Ben kitaplarımı kaptığım gibi Main Nehri kıyısındaki gizli köşeme tüyer, bodur bir ağacın altında okurdum. O sessizlikte nehre inen ceylanlar, tavşanlar falan da gördüm. Bunlar normaldi. Ses çıkarmazsan, böyle şeyler görebiliyordun, zira nehrin ardı ormandı. Türkiye'de edindiğim ilk Nokia telefonum, tuğla kadar birşerydi. Daha sonraki Siemens, telsize benziyordu ve çantalara bile zor sığıyordu. Şimdi çok daha sofistike ınca aletler kullanılıyor ve dille değil başparmakla konuşuluyor!..
Burada "Söz odaklı düşünce" hakkında yazarken, sözün abartılması ve bunun büyük zararları üzerinde durmuştum, ama açıkcası, insanların başparmaklarıyla konuşması olayının önemine değinmemiştim...
İnsanların birbirleriyle iletişiminin önemli ölçülerde değişmekte olsuğunu söylemek gerek. Bunun olumlu bir şey olduğunu söylemek de zor -en azından şimdilik.
İnsanlar artık, yalnız olamıyorlar. Her an birileriyle internet/telefon üzerinden ilişkililer. Böylece yalnız kalmadıklarını, onları dinleyen birilerinin her zaman bulunduğunu düşünüyorlar. Açıkcası, rahatlatan bir durum bu. Severek Twitt yazan ve okuyan biri olarak bunu belirtmeliyim. Ama ben bu atmosferden gelmiyorum. Aralık ayından beri bu ilginç ve renkli dünyanın içindeyim. Çok güzel insanlarla tanıştım, yeni dostlarım oldu. Ama telefonlu/internetli hayatın içine doğan gençlerde, önemli bozukluklar tesbit ediliyor. Mesela patolojik bir durumdur: İnsanlar normalde, içlerinden geldiği ve hoş duygularla hatırladıkları için ararlar tanıdıklarını. Şimdi insanlar, içlerinde hoş duygular uyanması için birilerini arıyorlar. Sosyal medyadaki mantık, bir yönüyle böyle. (Ki, bu durum psikolojide anormal sayılan bir durum olmalı!) Günümüzde, bu anlayışın hakim olduğu bir mantalitede yaşayanlar çok.
Konuşmak, sosyal medyada, asla normal konuşmanın yerine geçemiyor. Peki nedir, iki insanın konuşması?
Bir insan başka insanlarla konuşarak, aslında kendi kendine konuşmayı da öğreniyor -ki, yalnız kaldığında kendi kendine tutarlı konuşmalar yapabilsin, karmaşık düşünceler kurabilsin...
Ben ilkgençliğinde -mesela- ateşli bir Solcu olmanın oldukça yararlı olduğunu bazen burada görürüm. O ilk masum tartışmalar, atışmalar, birlikte okumalar -ve en önemlisi- birlikte düşünmeler, yalnız kalmayı kolaylaştıran ve verimli kılan bir öz oluşturuyor olmalı. Bugünün yalnız kalamayan ve her an sms yazan gençleri için aynı şeyleri söylemek pek mümkün değil. Üstelik bu gençler, doğrudan sonbetin dikenini de tanımıyor, ondan uzak kalıyor. Sohbette, vücut dili, ses tonu, kızarıp bozarmak, gülmek, öfkelenmek, en önemlisi dinlemek... Bunlar, kısa mesajlarda yok artık. Çok rahat. Ters birşey söylediğinizi hissettiğinizde susuveriyorsunuz, başparmağınızı telefon ekranından çekiyorsunuz. O an ne yaptığınız, yüzünüzün şekli falan görünmüyor zaten.
Dünya ve hayat, tüm sorunlarıyla muazzam ölçülerde karmaşıklaşırken, iletişimin kısa mesejlar bazında basitleştiği, kısa mesajların daha da kısaldığı bir atmosferde, o karmaşık sorunları çözmek bir yana, anlamak mümkün mü? Bu gelişmenin devamı, eskisi gibi dünyayı komplo teorileriyle ve hikayelerle açıklamaya çalışıp açıklayamamak olabilir! Şimdi, cahilliğin tipik ifadesi olarak gördüğümüz "komplo teorilerine körü körüne inanmak" alışkanlığı, böyle giderse yaygın bir fenomen haline gelebilir. Sahici düşüncenin sessizlikten doğduğu, yalnız olmayı öğrenmeden karmaşık konuları düşünmenin mümkün olmadığı, yaratıcılığın can sıkıntısıyla ilgili bir şey olduğu unutuluyor. Evet. Can sıkıntısı denen durumun, ateşleyici bir etkisi olur. Tüm düşünvelerin susturulduğu anda, yaratıcılık devreye girer. Gerçek dostluklar ve arkadaşlıklar, çok daha derindir ve o yüzeyselliğin ötesinde belli sorumluluklar gerektirir. Yeni ilişkiler anında kurulup anında bozuluyor. Gerçi ille de böyle olmak zorunda değil. Benim yeni dostluklarım, gayet iyi bir seyir izliyor bu konuda.
Şimdi, yalnızlığın aynı zamanda iyi birşey olduğunu hatırlamak, karmaşık dünyayla başedebilmek için karmaşık düşünmeyi asla yabana atmamak ve yaratıcılığın sessizlikten doğduğunu hatırlamanın zamanı. Bunun için de siz siz olun, çocuklarınızı bu dünyadan mutlaka uzak tutun. Önce sağlıklı konuşmasını, düşünmesini, hayal kurmasını öğrensinler...