James Bond ve Brokoli...

James Bond romanlarını okumadım...
Ama tüm James Bond filmlerini gördüm. Hatta filmlerin ayrıntılarını, repliklerini, Bond'un kullandığı çeşitli sofistike silahları, araçları, arabaları ve tabii "Bond Kızları"nı hatırlarım. Filmlerden bazılarını defalarca gördüm, bazılarını da sadece bir kez...
James Bond, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin en popüler film ikonlarından biridir.
James Bond bir roman kahramanı olarak kalsaydı, kuşkusuz kimsenin tanımadığı, belki sadece İngiliz ajan romanları tarafından bilinen bir figür olacaktı. Mr. Bond'un dünya nüfusunun yarısına ulaçan bir zamane ikonu olabilmesi, filmleri sayesinde. Ama onun bir film kahramanı olabilmesi ise bir sebze adı sayesinde: Brokoli...
İyi James Bond hayranları, yukarıdaki -saçma görünen- cümleye şaşırmayacaklardır.
Bazı şeyler ille de akılda kalır. Mesela Murakami Haruki'nin "1Q84" adlı romanın soğuk kanlı katil kadınının adı "Bezelye"dir ve bunu unutmazsınız. Her James Bond filminin başlangıcında da ekranda şu yazar:
"Albert R. Broccoli presents"
1909'da New York'da doğan Albert "Cubby" Broccoli, çılgın filmci ve multimilyoner Howard Hughes'un filmlerine teknik işler yapan adı sanı bilinmeyen biriyken, Robert Mitchum'dan Jane Russel'a birçok film yıldızıyla da tanışmış, hatta Cary Grant ile arkadaş olmuş, Grant ona nikah şahitliği bile yapmış. Ama birgün, kendi film şirketini kurmak için 1950'li yıllarda Londra'ya gelmiş ve orada Ian Flemming'in romanlarını keşfetmiş, film haklarını da yazardan 1961'de satın almış. Filmlerde bir ad daha görürsünüz: Harry Saltzman -ortağı...
Böylece 1961 yılında ilk James Bond filmi çekilmiş. İlk film çekilirken 1 yaşında olan Barbara Broccoli, 1990'lı yılların ortasından beri Bond filmlerinin ne nasıl kimle ve kimin tarafından çakileceğine karar veriyor. Bu konu biraz yoğun ve ani gelebileceğinden, tekrar edeyim:
James Bond filmlerinin hangi rejisör tarafından hangi başrol oyuncusuyla hangi konuda çekileceğine karar veren, Bond'un nasıl bir kişilik sergilemesi gerektiğinden imajına ve daha birçok ayrıntıya karar veren bir tek kişi ve adı da Barbara!
Son derece ciddi, basınla konuşmayan, hayatını Bond'u düşünerek geçiren bir güzel kadın Barbara Broccoli. James Bond figürünün sahnelerdeki elliinci yılını kutlarken, ondan ve Baond hakkındaki düşüncelerinden bahsetmenin hoşunuza gidebileceğini düşündüm. Kendisiyle Die Zeit gazetesi bir söyleşi yaptı ve benim bugün bir dostumla yaptığım "Zaman içinde James Bond figürünün değişimi" konulu sohbetimin hemen ardından masama düştü.
James Bond denince akla gelen ilk kişi Sean Connery'dir kuşkusuz. Filmlerde bu adamın göğsüne kıl ekildiğini, çünkü 1960'lı yıllarda kıllı erkeğin daha "revaçta" olduğunu ve kadın gibi kılsız Sean Connery'nin böyle bir eziyete katlandığını duymuştum mesela. Başka şeyler de duydum elbette, ama Barbara Broccoli'nin gözünde James Bond figürü, tek tek aktörleri aşmış biri ve Broccoli ailesinin en önemli bireylerinden biri gibi üzerine titreniyor. Barbara, Die Zeit söyleşisinde, Mr. Bond'a toz kondurmuyor, ama tam da bizim bugünkü sohbetimize uygun şeyler anlatıyor, Bond'un nereden nereye geldiğini falan...
Barbara küçükken, James Bond'un gerçek bir kişi olduğunu sanırmış -aile içinde Bond'dan, sanki yaşayan biriymiş gibi konuşulurmuş. Altı-yedi yaşında, Noel Baba'nın da James Bond'un da olmadığını öğrenmiş! "Cubby" Broccoli 1996'da öldüğünden beri işleri Barbara devralmış ve "GoldenEye" filmi kısmen onun kontrolünde çekilmiş.
Barbara Broccoli'nin James Bond filmlerinde yaptığı en hoş değişiklik, galiba Bond'un patronu gizli servis şefini erkekten kadına çavirmek! O zamandan beri M kadın, -erkek değil!
Barbara Broccoli'nin James Bond'lar arasındaki farkı anlattığı sözlerini kısaltıp çevirerek buraya alıyorum:
"Sean Connery, ilk/kök Bond idi, çünkü figürü en çok o belirledi: Kaba, seksi, vahşi hayvan gibi, ama sofistike ve şık. O, Bond'un durmak bilmeyen, obsessif, yoğun yaşam duygusunu en iyi yansıtan kişi: Tek bir anı yaşamak, herşeyi almak ve tadını çıkarmak, çünkü mesleğinde her an onun sonu olabilir. Bir şampa açıp güzel bir kadınla yatağa düşüyor ve bir saniye sonra düşmanını öldürüyor. Connery bunları, sanki hepsi aynı anda oluyormuş gibi oynayabiliyordu. Daha sonra tek bir James Bond filmi çeviren George Lazenby, bir geçiş figürüydü. Soğuk Savaş döneminden 1970'lere geçiş figürü. Figüre karanlık, romantik bir ton kattı: Bond'un karısı, evliliklerinin hemen ardından öldürülür. Gerçek gizli ajanların, en çok bu filmi tercih ettiklerini biliyor muydunuz? Çünkü mesleğin tehlikeleri ve riskleri açıkça gösteriliyor.
Roger Moore, 70'li yılların liberter (anarşist) ve 1980'li yılların hedonizmi için ideal Bond'du. Engelleri ortadan kalkmış bir kapitalizm, tüketim mallarının erotiği, neşelilik, kolaycılık, ironi. Kendi rolüne olan eğlenceli hayreti ve zevk, beyazperdede göründü. Ekonomi balonu patlamadan önceki zamanlardı. Roger Moore, tam bir parti kutladı.
Sonrası kolay değildi tabii. Timothy Dalton. Aids, evrende bir bomba gibi patladı, eskisi gibi eğlenceli olamazdı. Dalton da sert biri oldu, soğuk Bond. Filmler daha acımasızca zorbacaydı. Bond kızlarının gösterisi yerine, daha geri planda duran bir erotizm geldi.
(Berlin Dunarı'nın yıkılığıyla) Yeni bir düzen geldi. Bond için tam bir kimlik kriziydi. Ama Pierce Brosnan, bu krizin üstesinden geldi. O Bond'a bir ciddiyet ve duyarlılık kazandırdı, buna rağmen ironik bir yan da sızıyordu dışına. Ama dürüst olalım: Filmler biraz fantastik hale geldiler, fazla efekt kullanıldı. Bu gelişmenin zirvesi, 'Başka birgün öl' filmiydi, Bond'un karşıtının gen transplantasyonu ile kimliğini değiştirdiği film. Bu biraz fazlaydı. Derken World Trade Center'a (11.9.2001) yapılan saldırı, herşeyi değiştirdi. Yeni bir istikamet değişiminin olması gerektiği açıktı. Bond'un ayakları yeniden yere basmalıydı. Tanrı'ya şükür Flaming'in ilk romanı 'Casino Royale' satınalabildik (Broccoli ailesinin sahip olamadığı tek Ian Fleming romanı). ve Bond'un çok kişisel hikayesini çekebildik. Ama bunun için yeni bir oyuncuya ihtiyaç vardı. Daniel Craig, yaralanmış yorgun dünyanın yaralanmış yorgun Bond'u. 21'inci Yüzyıl için mükemmel seçim, çünkü seyircilere iç dünyasını da gösteriyor. Duygularını, ruhsal ve bedensel acılarını gösteriyor. Bunlar, Ian Fleming'in romanlarında da mevcut. 'Skyfall', Shakespear'si boyutlarda bir drama. M, Bond'un annesi gibi. Bond, onun otoritesine uyuyor. M, Bond için ailesi gibi. Bond için bir ev vatsa o da MI6 zaten. Kendi evi Skyfall, kendini güvende hissettiği başka bir yer. Gerçekten de M, Bond için vatan, iş, yani herşey demek."
Bir James Bond senaryosunun yazılması, bir yıl kadar sürüyormuş, en uzunu 18 ay sürmüş.
Barbara sabah kalkarmış ve Bond'u düşünürmüş. İşi buymuş...
İyi iş!..
Asla sıkılmadığını, ve hayatından çok memnun olduğunu söylüyor.
"Eğer Bond filmleri çekmeseydim, pizza pişirip brokoli ekerdim" diyor...

Alman üniversitelilerle Tarlabaşı macerası...

Aslında ben, birkaç günlüğüne İstanbul'a gelen arkadaşım Norbert'le buluşmak üzere sözleşmiştim. Oradan Beyoğlu'na açılacaktık, gene Nevizade'ye takılacaktık ve bana, on küsür yıl önce yazdıkları "Çalışmaya karşı manifesto"nun yeni versiyonunu nasıl hazırladıklarını anlatacaktı...
Benimle, Tarlabaşı polis karakolunun orada bulşmasından birşeyler çakozlamalıydım aslında. Ben karakolun önüne vardığımda, onbeş kişilik bir Alman öğrenci grubu beni meraklı gözlerle süzüyordu.
Norbert beni onlara sundu: "Tanıştırayım, buraların Che Guevara'sı!"
(Ben siyah bir bere takmıştım -ondan!..)
Ve ben kendimi birden, Tarlabaşı hakkında bir mini konferans verirken buldum!..
Sultanahmet ve Beyoğlu'nun pırıltısıyla büyülenmiş, Boğaz'ı çok beğenmiş gencecik bu insanlar, biraz huzursuzdular. Zira Tarlabaşı polis karakolunun önü anababa günü gibiydi, Kürtler'in açlık grevi eylemi nedeniyle polis alarmdaydı, bir panzer polis binasının önünde, iki zırhlı polis aracı da onun yanında sıralanmışlardı. Ağlayan iki orta yaşlı kadın gördüm. Tarlabaşından çocuklar ve birçok polis de oradaydı.
Norbert'in eski Solculuğu depreşmiş, başlarında bir öğretim görevlisiyle bu üniversitelileri, İstanbul'un diğer yüzünü de görmeleri için aynen buraya ve bana "kanalize" etmişti!..
Her biri en fazla yirmiiki yaşındaki bu gencecik insanlar arasında iki de Türk asıllı Alman öğrenci vardı, biri başörtülü ve pardösülüydü. Tarlabaşına girince resmen şok oldular. Ama ondan önce ben polislerle konuşup orada ne döndüğünü sordum ve polisin sözlerini, gençlere farklı çevirdim: "Gene aynı şerefsizlerle uğraşıyoruz." (Buradaki "şerefsizler" lafı bana ait. Polisin küfrünü buraya aynen yazmam mümkün değil malesef -ama küfrü sadece Norbert'e ve yanındaki öğretim görevlisine tercüme ettim)
Tarlabaşı'nda çöp toplayanlardan tanıdığım bir dosta gittik. Tek göz odasını bize açmak istedi ama girmedik tabii. Sonra sokaklarda turladık. Çoğu apolitik olan ve her biri neredeyse lise talebesi gibi görünen naif gençler, kocaman gözlerle tek sıra halinde beni izlediler. Sonra bir pazara daldık. Anababa günü pazarda, tek erkek öğrenci, "çantalarımıza mukayyet olalım mı" diye sordu. Onu kırmayıp, "E olun madem" dedim!..
Pazardan çıktıktan sonra gençler açıldı. Norbert onlara ne anlattıysa, bana profesör muamelesi çekmeyi yavaş yavaş bırakıp sorular sormaya başladılar ve Tarlabaşı'ndan çıkarken, inisiyatifi -bilerek- aralarındaki Türk asıllı kızlara verdik! Onlar ille de Pierre Loti'ye gitmek istediler ve diğer öğrencileri de buna ikna ettiler -bizim kızlardan biri küçükken Türkiye'ye gelmiş, babası onu Pierre Loti kahvesine götürmüş! Öğretim görevlisi bizim de gelmemizi istedi. Davetliydik!
Bu neşeli gezi beni çok sarmıştı. Nevizadeyi iptal edip gençlere takılmaya karar verdik. Gördükleri herşeyin fotorafını çeken, zırt pırt tuvalete giden gençlerle, tıkabasa bir otobüse bindik.
Otobüs tamamen doluydu. Yarı yolda, tek erkek öğrenci bana eğilip, "Kızı rahat bırak" lafının Türkçesini sordu. "Ne oldu?" deyince, gruptaki kızlardan birinin elle taciz edildiğini, taciz edene Türkçe bu sözü söylemek istediğini söyledi. Hangi adamın taciz ettiğini sorunca da adamı gösterdi. Tip, benim Alman olmadığımı, karnına yediği ilk dirsekle anlamış olmalı, biraz büküldü -ama gıkı çıkmadı. Sonra iki tane daha yedi. Kabahatli olduğunun farkındaydı, yüzüme de bakamadı.
Sonra Pierre Loti kahvesinde oturduk, kahve tamamen doluydu.
Şimdi özel sayılabilecek bu olayı buraya neden yazdığıma geliyorum...
Aniden gelişmiş bu olayın finalinde, biz grup halinde kahvede otururken öğrenciler kendi aralarında fısıldaştılar ve sonra önüme kocaman bir kutu çikolata koyup, "konferansım" için ve Tarlabaşı'nı gösterdiğim için hep birlikte teşekkür ettiler. Eskilerin deyimiyle, "kafa emeği"nin en asgarisine bile saygı duyulup ödüllendirilmesi fikrine, Türklerin de sahip olmasını isterim...
Akıl-Fikir denen şeyin bu kadar hafife alındığı, fikirlerin alenen çalındığı, bedava yazı yazmanın "normal" sayıldığı bir ülkede, dünyanın başka yerlerinden bunun böyle olmadığını anlatmak şart. Başka ülkelerde, telefonla fikriniz alındığında bile bunu ödüllendirmeyi düşünen insanlar yaşıyor!
Açıkçası çok hoşuma giden bir jestti. Kutu fazla büyüktü -ve ben elimde birşey taşımayı pek sevmem. Ceza olarak Norbert'e taşıtmak isterdim doğrusu (Ama kıyamadım!)
Gençler bizden ayrıldılar. Biz kahvede oturmaya devam ettik. Aradan on-onbeş dakika geçmişti ki, kızlardan biri geri geldi ve benim elimi sıkmak istediğini, benimle vedalaşmadan giderse içinin rahat olmayacağını söyledi. Benden ve benim "Konferansım"dan çok etkilenmiş! İçimden, "Ben ne anlattım kine?!" diye düşünürken aklıma geldi. Tarlabaşı'nda benim hemen yakınımda yürüyen kızdı. İstiklal Caddesine çıktığımızda da, Tarlabaşı'na Güneydoğu'dan gelen Kürt gençlerinin iş bulmak için nasıl çabaladıklarını anlatmıştım. Tarlabaşında şok olan ve bunu belli eden kızlar arasındaydı. Ayrıca otobüste o tipe vurduğumu da sadece o görmüştü!
Yanımızdan ayrıldıktan sonra hocası bana, inanılmaz bir güzelliğe sahip bu kızın, Fars asıllı olduğunu, Almanya'da doğduğunu ve erkek arkadığının da Kürt olduğunu anlattı. Bir hafta kadar önce, eğitimini bırakmayı düşünmüş ve hocası da onu bundan vazgeçirmiş, çünkü en iyi öğrencisiymiş. "Ezilen insanlara karşı inanılmaz duyarlı" dedi. Bunu ben de bizzat gördüm. Tarlabaşı'nda hiç yanımdan ayrılmamıştı, çöp toplayıcıların tek göz odasına da, polislere de, ağlayan kadınlara da kocaman kara gözleriyle üzgün üzgün bakmıştı. Ayakta tokalaşıp vedalaşırken, onun içtenliği karşısında ezildiğimi söylemeliyim. Çok güzel bir akşamdı. Buraya not düşmek istedim...