Allah'ın Emanetçi dükkanı...

"Allah'a emanet ol!.."
Kafa ütüleme seansı bu sözle son buldu...
Bu söz artık her ayaküstü sohbetinden sonra, "Eyvallah" manasında kullanılan bir söz. Eskiden, savaşa veya tehlikenin gözüne gönderilmek zorunda kalınan insanlara söylenirdi. Şimdi abartılmış ve cılkı çıkarılmış vaziyette. O kadar çok duyuyorum ki...
Otobüste boru tipi bir sesle mübalağasız yarım saat konuşan ve her cümlesinde Allah'la bağlantılı bir sözcük kullanan adam da konuştuğu kişiyi Allah'a emanet edince, bu yazıyı yazmaya karar verdim...
Allahın emanetçi dükkanı ağzına kadar dolmuş durumda arkadaşlar! Böyle durumlara Allah'ın bekleyip bekleyip nasıl tepki verdiğini de düşünmemiş olmalısınız! Önüne gelen herkes Allah'a emanet edildiğine göre, emanet edenlerin vesayet konusunda, emanet edilenlerin de kişilik konusunda sorunları yok mudur?! Allah'ın böyle tipler için bir emanetçi dükkanı açmak zorunda kaldığını, Allah'a emanet olmadan yolda bile yürüyemeyen, su bile içemeyen bir neslin doldurduğu Emanetçi dükkanının -bir türlü geri alınmayab, sürekli yeniden emanete gönderilen mallarına Allah el koyarsa ne olacak?!..
Allah, dilinden adını düşürmeyen tipleri, her haltta kendine başvursunlar diye yaratsaydı, yeryüzüne gönderir miydi sizce? Bu diyarda herkes yalnız doğar, yalnız ölür ve kararlarını da yalnız verir -yani kararları, veren kişiyi bağlar. İnsan da bu kararlarına ve yaşamının spiritüel kalitesine göre değerlendirilir. Tanrının huzurtna giden tüm ruhlar da eşit olsa gerek, Başbakan-Yaşbakan diye ayrım yapıldığını hiç sanmam. İnsan aldığı kararların fikrini çoban kabul ettiği "akıllı" Hocalarından da edinmiş olsa, kararlar, alanın kendi hanesine yazılır. (Eskiler bu yüzden, "Başkasının yolunudan gitmek tehlikeli" dememiş midir?!)
Konuştuğu kişiyi Allah'a emanet eden odun, rahatsız olduğu halde sesini çıkarmayan uzun yol yolcularının yüzüne bile bakmadan yerinden kalktı, akikli gümüş yüzüğü, kehribar tesbihi ve janti takım elbisesiyle arabanın merdivenlerinde kayıp paldır-küldür düştü. Duyduğum seslere bakılırsa tesbih de koptu. Böyle zamanlarda mutlaka birileri kalkar, düşene yardım eder falan...
Kimse yerinden kalkmadı, muavin de adamı seyretmekle yetindi. Adam tesbih tanelerini toplamak için muavinin önünde canti elbisesiyle yerlere kadar eğildi, muavine birşeyler söyleyecek oldu, muavin oralı bile olmadı. Bu arada yüzlere birer gülücük yerleştiğini de o an farkettim!
Adamın karizması çizilmemiş, cart diye yırtılmıştı!..
Allah'ın emanetçi dükkanı, emanet mallarla ağzına kadar dolduğu ve başka mallara yer kalmadığı için kapanmak üzere olabilir. Önüne geleni Allah'a emanet eden böyle tiplerden Gökyüzünde hiç hazedilmediğini tahmin etmek de zor olmasa gerek!...
Bundan böyle, Allah'a gerçekten -zorunda kalındığı için- emanet edilenlerle ilgilenilecek galiba!..
Her laflarında uysa da uymasa da Allah'ı meşgul edenler, onunla en sorunlu olanlar mıdır nedir?!..

En büyük devrim bizim devrim...

Bugün Galatasaray civarında bugünkü yazı konumu düşürdüm! "Kahrolsun bağzı şeyler"den sonra bu kez de "Konu bulamadım" başlığıyla çıkabirdi bugünün mikroblogu, ama imdadıma Ethem, Ali İsmail, Mehmet, Abdullah, Medeni yetiştiler. Artık birer Melek olan bu arkadaşların yüzlerinin aksini Beyoğlu sokaklarında görünce, en güzel devrimin bizim devrim olduğunu dşünüp, en yakışıklı savaşçı meleklerin de Gezi'nin ardındaki Sonsuz Gökyüzü'nde yaşadıklarını ve "Rejimi kökünden kestirip atmak" konusunda pek kural-kanun tanımamakta ısrar ettiklerini hatırladım.
Devrim konusunda yazı yazmayı sürdürdüğüm ve bu arada "kim ne yazmış" diye baktığım süre zarfında elimden geçen kitaplardan üçü, Nassim Nicolas Taleb'indi. Bu adamın kitaplarının Türkçeye çevrilip çevrilmediğini bilmiyorum da, "Narren des Zufalls" (Tesadüf budalaları) kitabı tam bir hayal kırıklığıydı. Yazdığı her haltı ille de CEO'ların ve "yaşam koçları"nın kullanabileceği malzemeye dönüştürme ardniyeti, "Bestseller" yazmanın numaralarındandır. Türkiye'de "Kişisel Gelişim" gibi aptalca bir üstbaşlık taşıyan popüler kitapların da kendine göre böyle niyet ve ardniyetleri vardır. Roman "branşı"nda bu, kitapta ille de "bir aşk hikayesi bulunsun" şeklinde ifade bulur. "Tesadüfler" konusunun, "firmanıza nasıl kar ettirirsiniz" konusuna bağlandığı yerlerde ben koptum ve yazdığım Devrim yazısına noktayı koydum, ama devrim daha yeni başladı -biteceği de yok...
Herkesin bir merakı vardır. Taleb'in merakı "Tesadüf" fenomeni. Bu yazıyı okuyanların ilgi alanlarından en az birinin de Devrim olduğunu sanıyorum! Devrime katkı babında ben de burada büyük devrimlerden bir-ikisinden şöyle bir bahsedeyim dedim. Tarihteki en büyük devrim ne Fransız devrimidir ne de Rönesans-Reform falandır, hatta endüstri devrimi ve iPad devrimi falan da hikayedir. Bence insanlık tarihinin ilk büyük devrimi Tarım Devrimidir ve Anadolu'da Urfa dolaylarında başlamıştır -başladığı yere de gittim, gördüm...
Göbeklitepe ve civarındaki kazı alanında, Prof. Klaus Schmidt'in gösterdiği, 10.000 yıllık o inanılmaz tapınak bir yana, etrafta bir yürüyüş yaptığınızda, heryerde yabani buğday filizi görüyorsunuz, ve tabii çakmak taşından yapılmış taş bıçaklar buluyorsunuz. Şaşılacak kadar keskin, avuçiçi kadar küçük, su damlası şeklinde yassı şeyler.
Schmidt'in bu konuda yazdığı kitap tam bir baş yapıttır ("Sie bauten die ersten Tempel", 2006), gerçekten çok ayrıntı içerir, ama insanların toplayıcılık ve avcılıktan vazgeçip buğday ekmeye başlamaları olayının sonuçlarını yeterince incelemez (incelemek zorunda da değildir, o işi de başkaları yapmalıdır). İşte tam o noktada ben tarım devrimin nasıl hafife alındığına bakar şaşarım...
Tarım devrimi, insanların -şimdi normal saydığımız- birçok temel özelliğinin başlangıç noktasıdır, mesela şekil-şemalleri bile Tarım Devrimi tarafından şekillenmiştir diyebiliriz. Buğday odaklı yemek kültürü başlayınca insan oğlunun kuvvetli çenesi küçülüp, kadınlardaki o en zarif halini almıştır. "İşine bakıp önderliği bir insan çobanına bırakmak" da, "hergün hergün it gibi çalışmak" fikrinin "Emek" adı altında çukulataya batırılıp kutsanması fikri de, David Graeber'in iki yıl önce dünyaya gösterdiği "Borcuna sadık olmak" kutsal ahlakının ahlaksız kökeni de, birçok "Normalite"nin kökeni gibi, tarım devrimine kadar gider.
Tarım Devrimini yapanların tek güçlü yanı, "Bilgi üzerine bilgi eklemek" şeklinde özetleyebileceğimiz bir birikim oluşturmayı icad etmeleri. Bugünün uygarlığı, o mantık üzerine kurulu. Tarım devrimi yapanların antitezi göçebeler, tarlalarda elinde orakla eğik gezenlere "Yatuk" adını takıp onları kıra kıra bitirememişler. Eskinin ekmekçi zayıf yaratıkları, bugün tüm dünyaya hakimler -son Papua ormanına, Antartikasına kadar... Tabii giremedikleri ve bunun farkında olmadıkları yerler de var (adı bizde saklı!)
Her devrim bir yerde biter, yeni bir dev dip dalgası, yani bir devrimler silsilesi başlatır. Başlangıçta bunun devrim olduğuna inanmazsınız. Göbeklitepe'deki yabani buğdaylar gibi cılızdır, ama yüzlerce ve binlerce yıl sonra tüm dünaya hakim olabilir.
Şimdi Kapitalizm-mapitalizm diye koca bir dünyanın sadece dış kapısının dış mandalı bir sistemi eleştirip konuşurken, "sonunu kimsenin göremeyeceği bir devrim de bizim illerden çıkıyor" desem ne dersini? Gülersiniz! Ben de gülüyorum, -zaten Gezi de bir kahkaha devrimi. Şimdi başlayan bazı şeyleri başlatanlar, onların sonuçlarını göremeyecek. Anadolu'nun güneyinde buğday eken tipler de kapitalizmi görememişlerdi. Şimdi fark, herşeyin eski zamanlardan bin kere daha hızlı yaşandığıdır. Yani bundan yüz yıl sonra sınırı-mınırı olmayan, zenginliğin zeka ve yaratıcılıkla ölçüldüğü bambaşka bir dünya kurulduğunda, Gezi'nin melek devrimcileri de unutulmamış olacak, adları ormanlara, gök olaylarına, rüzgarlara verilecek. Nasıl başladığı unutulmayacağından, dünyaya kıvılcım çakan en büyük Devrim bizim Devrim olacak, çünkü nereye varacağı henüz bilinmiyor, ama vardığı yerden, başladığı Gezi'ye bakılabilecek, aradaki onbin yıllık bir unutkanlık mesafesi bulunmayacak. Devrimin nereye gittiği muğlak, ama Gökyüzüne uzandığınıdan herkes emin...

Bertolt Brecht / En iyilerin kederi...

Bay K.'ya, "Hangi işle meşgulsünüz?" diye sorulmuş. Bay K., "Çok çabalıyorum, bir sonraki yanılgımı hazırlıyorum" diye yanıtlamış.

(Yazarın bir Mikro-hikayesi)

İçinden Yaşar Kemal geçen gerçek bir hikaye...

İstiklal Caddesi'nde Galatasaray Meydanında, Onuncu Yıl anıtının yanında bir dostumu bekliyorum. Tam önümde, İstiklal'e doğru çıkan tek tük taksiler, orucun en zor geldiği sıcak öğle saatlerinde bezgin görünüyorlar. Ara Cafe'nin hemen yanında köşede, orta yaşlı güzel Roman bir kadın oturuyor. Başında sakız gibi bir yemeni, koyu renkli ama çiçekli bir şalvar giymiş. Cafe'nin modern kum rengi sandalyelerinden birini köşeye çekmiş orada. Hayatından memnun görünüyor. Orada oturuyor ve gelene-geçene bakıyor. Önümde, taksilerle bir şekilde ilgili görünen, belki parkçı veya onlardan bilmemne parası toplayan biri gibi duran genç biri var. Onun yanında, çok temiz yüzlü, tertemiz beyaz ütülü gömlekli, Ayhan Işık stili bembeyaz bıyıklı, esnafa benzer biri daha var -ne beklediği belli değil.
Biz orada gölgede dikilirken, Eski model gümüş rengi bir otomobil durdu ve içinden zorlanarak Yaşar Kemal indi.
Onu en son, bir-iki yıl önce Günter Grass ile buluştuğunda bu kadar yakından gördüm, masada nerdeyse karşısında oturuyordu. Çok zayıflamış ve eşinin kolunda gene zorlukla, kısa adımlarla yürüyor. Son gördüğümde üzülmüştüm, bu kez üzülmedim, çünkü oldukça neşeli görünüyordu. Onlar ağır ağır Yapı Kredi Yayınları'na doğru yürürlerken, roman kadın onları gördü ve hemen ayağa kalktı. Yüzündeki sevgi ve saygı ifadesini burada tarif edebilmek isterdim. Bu o kadar hoşuma gitti ki anlatamam. Çifte yaklaştı ve güler yüzlü bir saygıyla birşeyler söyledi, Yaşar Kemal de ona bir-iki söz etti, kadın mutluluktan uçtu. Yaşar Kemal kadını selamladı ve yollarına devam ettiler.
Roman kadın, onlar Yapı Kredi binasına girinceye kadar sandalyesine oturmadı ve bakışlarından, yazarın takılır düşer mi diye endişeye kapıldığını da görebiliyordunuz.
Sonra gene dönüp sandalyesine oturdu ve etrafını seyretmeye devam etti.
Benim önümde duran Taksi şeysi tip, kadına gitti, ona birşeyler söyledi ve kadının altındaki sandalyeyi aldı, getirdi benim önüme, orada dikilen üç kişinin arasına yo kenarına koydu. Kadın biraz sonra, plastik bir kutuyla gelip, aynı yerde bu kez plastik kutunun üzerinde oturmaya başladı. Biraz neşesi kaçmış görünüyordu.
"Afedersin ama, kadının sandalyesini neden aldın, burada boşta duruyor, biri mi gelip oturacak?"
Bu ben! Dayanamadım. Genç tipe böyle dedim. Temiz yüzlü beyaz gömlekli adam da bana katıldı.
"Evet sahi, kadını yerinden niye kaldırdın?"
"Fazla merak tehlikelidir. Herşeyi sormayacaksın."
Tipin cevabı bu oldu! Ben sormaya devam ettim.
"Ben fazla merak edince, o tehlike senden mi gelecek?"
"Bilmediğin şeye karışmayacaksın."
"Yani merak ettim. Sandalyeye oturmuyorsun, orada yol kenarında tutuyorsun -ondan..."
"Bilmediğin şey."
"Bilmek için alim falan mı olmak gerekiyor? Ben senden gelecek şu tehlikeyi merak ettim -bi göreydik!"
Burada biraz tereddüt etti...
"Burada yolun ortasında, tanımadığın birini tehdit ettiğinin farkında mısın?"
"Ben kimseyi tehdit etmedim ki."
"İşte ben de meraklıyım ve merakım nasıl tehlikeli olacak merakla bekliyorum."
"Abi yanlış anladın."
Burada tipe ne söylediğimi yazmayayım, ama biraz sarsıldığını ve sarardığını ekleyeyim!
"Abi yanlış anladın, ben sandalyeyi geri veririm."
Biz burada diğer adamla konuşmaya başladık, o götürüp sandalyeyi kadına geri verdi. Beklediğim dostumun ancak ondan sonra gelmesine sevindim, yoksa onu meydanda bekletmek zorunda kalabilirdim.
Kadın sandalyeye oturdu ve bu arada yaşanan tartışmadan tamamen habersiz, etrafına bakınmaya devam etti. Ben oradan hemen ayrılmadım. Dostumu Yapı Kredi Yayınlarının kitapçısına soktum ve bir yirmi dakika daha o tipi kestim. Hayır, sandalyeyi kadından almadı. Bir daha da alacağını sanmam!
Yaşar Kemal bu hikayenin tam ortasından bir kere daha geçti, ama ben göremedim.

Yeniden doğan bir kadın...

20 Ocak 1993 günü arabamın radyosundan duymuştum. Geceydi, soğuktu ve Audrey Hepburn ölmüştü. Bazı kişiler, figürler, hayatınızın belli bir dönemiyle özdeşleşir bir parçanız olurlar. Tüm film klasiklerini sistematik bir şekilde seyreden ben, bu kadının kuğu misali zarif, sevimli ve asil haline takılmıştım. O ne BB veya MM gibi seksi, ne de Ingrid Bergman gibi melankolikti, onlardan çok farklı bir pırıltısı vardı ve öldüğü gün onun farkını daha iyi anladığımı hatırlıyorum.
1929'da Belçika'da halivakti yerinde bir bankerin kızı olarak doğar doğmaz, babası Britanyalı olduğundan bu ülkenin vatandaşı olmuş ve daha altı haftalıkken ölmüş. Evet! Çocuğa bir feci öksürük musallat olmuş, nefesi durmuş ve doktorlar onu yeniden hayata döndürmüşler. Hangi dünyada yaşayacağına bir karar verememe hali veya Tanrı'yla pazarlıklar. -Kim bilir!..
Filmlerdeki Audrey'i, Humphrey Bogard'la dans eden Sabrina olarak zaten biliyoruz, muhteşem bir oyunculuk, muhteşem bir güzellik. Truman Capote'nin "Tiffany'de kahvaltı" romanından uyarlama filmine nasıl cuk oturur! O incecik romandan bu kadar güzel bir film çıkarmak, ancak Hepburn ile mümkün olmuştur. Ben onun son dönemlerini, Birleşmiş Milletler'in UNICEF elçisi dönemlerini de hatırlıyorum. 1980'li yılların sonlarıydı ve gene o incecik hali ve kocaman gülücüğüyle Afrika'da çocuklarla görünüyordu, demeçler veriyordu. Apartopar hastalandı ve benim Türkiye'ye yerleşmeye karar verip aynı gün havaalanının yolunu tuttuğum günden sadece beş gün önce öldü. Onun bu kez dünya değiştirmeye hemen karar vermediğini, bu konuda izin çıkmadığını ve iki ay yirmi gün kararsız kaldığını, ameliyatlar geçirip Göğün Kapılarında beklediğini biliyorum. Onun cenaze töreninin hemen akabinde, -aynı günlerdi- Uğur Mumcu öldürüldü. Berbat günlerdi.
Oğlu Sean Hepburn, 2010 yılında bir söyleşide, annesini ve onun giyim konusunda ne kadar tutucu olduğunu anlatırken, "annemin, baldırlarını belli edecek elbise giydiğini hiç hatırlamıyorum" diyor. Eski balet Audrey Hepburn'ün adeleli baldırları varmış. İşte böyle hep gözönünde olan insanların bakıp da asla göremediğiniz özellikleri vardır. Benim gözümden kaçmayan ve kaçması da asla mümkün olmayan, hep gözümün önünde olan, Hepburn'un saç stili. Başının üzerinde büyük topuzlar. Kızkardeşim saçlarını hep böyle yapar. Bu saç stilini kullanmaya ne zaman başladığını hatırlamıyorum ve o da baston yutmuş gibi dimdik yürür.
Audray Hepburn ilk eşinden ayrıldıktan sonra kendini çocuklarına adamak için film kariyerine ara verir ve bir zaman sonra sinemaya olan ilgisini bile yitirir. Sean'ın anlattıklarından, daha sonra bambaşka biri haline geldiğini, adeta yeniden doğduğunu öğreniyoruz. İkinci Dünya Savaşı sırasında ailesini terkeden babasını, Hepburn'un eşi yeniden buluyor ve Audrey ile buluşturuyor. Babasının hissizliğini, Sean unutamamış. Sinemayla ilgilenmeyen ve yeni bir hayata başlayan Hepburn, 1954'de "Roma Tatili" filmindeki rolüyle Oscar ödülü aldı. benim Türkiye'de yaşamaya başladığım 1993 yılında, bir şeref Oscar'ı aldı. Audrey hep yakınımda, filmleri iPad'imde ve tabii yarın Kızkardeşim geliyor!

Küçük ülkelerin büyük adamları...

Macarlar ve Çekler kadar kültür düşkünü halklardan biri de Bulgarlar. Hemen kapı komşumuz oldukları için anıyorum. Bulgarları babam üzerinden tanırım, oralı olduğundan çok Bulgar dostumuz oldu. Çocukken bir tren yolculuğu sırasında yanılmıyorsam Avusturya'da kompartımanımıza bir Bulgar yazar girmişti. Kadın bize o zamanın Demir Perde gerisi Bulgaristanından yakınmıştı. Adını unuttuğum bu kadın, benim 17 yaşımda gördüğim ilk "Sosyalist ülke aydını"ydı ve kadına kızmıştım, çünkü o küçük ülkenin büyük kahramanlarından Georgi Dimitrof'un, "Faşizme karşı birleşik cephe" kitabını ben de okumuştum tüm Solcular gibi.
Küçük ülkelerin büyük kahramanları her zaman ilginçtir, çünkü bu ülkelerin yurttaşları özellikle yurt dışında çok fena sarılırlar o kahramanlarına. Bulgar yazar bunu yapmamış olabilir, ama küçük Makedonya'nın Büyük İskender'inden bahsetmeden olur mu? Türklerin de yaşadığı Makedonya'da kurulan bir ordunun gelip II. Abdülhamit'i nasıl tepelediğini Makedonyalılar da bilir, Enver'i, Resneli Niyazi'yi falan tanırlar, ama ille de İskender'dir...
İskender, Makedonya ile Yunanistan arasında da sorun olmuştur. Yunanlılar kahve, rakı, baklava gibi şeylere değil, koskoca İskender'e de sahip çıkmaya çalışmışlar, Yunanistan'da "Makedonya" lafını yasaklamaya da kalkmışlardır -zira bir Makedonya "mahallesi" vardır Yunanistan'da, bir de ekstra ölkesi ne demeye arz-ı endam etmektedir?! Hem Büyük İskander bir Yunanlı değil midir, hocası Aristo, bir Yunan filozofu değil midir? Eee?!..
Bu konuda son düdüğü Birleşmiş Milletler (BM) çalıp Makedonya diye bir ülke BM'ye üye olunca bu maç Makedonyalıların lehine sonuçlanmıştır. Eskiden Avrupa'da Atatürk üzerinden küçük ülke psikolojisi sergileyen Türkler de çoktu, sonra "Atalarımız" edebiyatı bitti, Arapça "Ecdadımız" edebiyatı başladı, Osmanlı sultanlarından bahsedildi, artık onlara da gerek duyulmuyor. Kısacası, küçük ülke psikolojisi Türklerin artık ilgilenmediği bir şey.
Bu konu nereden mi aklıma geldi?!..
Bir gazetede, Moğol Cumhurbaşkanı'nın resmini görünce...
Daha doğrusu Çingis Han'ın...
Nereden başlasam bilemiyorum.  Kocaman bir Çingiz Han heykeli. Moğolistan'da bunlardan birkaç tane var. Onlardan birinin önünde Moğol Cumhurbaşkanı Elbegdorc konuşuyor, ama adam minnacık! Fotorafçı, Çingis Han'ı boydan çekmeye kalkınca, Cumhurbaşkanı küçücük kalmış. Konu önemli aslında. Moğol ekonomisi patlamada, koca ülkede bir-iki milyon insan yaşıyor ve yeraltı kaynakları Moğolları zengin etmek üzere. Bu yüxden halk bozkırı ve hayvanlarını bırakıp Başkent Ulaan Baatar'a gelmiş. Şehrin banliyölerinde 800 bin insan susuz, kanalizasyonsuz yerleşkelerde renkli gelecek hayalleri kuruyor, Moğolistan'ın yarısı başkentte oturuyor.
Bu şehre gitmiş gazeteci bir arkadaşım, şehrin dış mahallelerindeki yurt tipi çadırlardan bahsetmiş, heyecanla dinlemiştim. Atlar, yak öküzleri, büyük çadırlar ve dev modern binalar...
Moğollar, hanlar hanı Çingis Han'la övünüyorlar, ama başkentlerinin adını haala değiştirmiyorlar. Şehrin asıl adı "Urga", Ulaan Baatar -yani "Kızıl Kahraman" demek olan şimdiki adını, buraya zorla giren Sovyet Kızıl Ordusu koymuş. Ama Moğolların damarındaki savaşçı kanı ağır basıyor olmalı ki, Budist mütefekkirleriyle ünlü eski Urga'nın adını es geçip, övündükleri dev Çingis'e uygun Ulaan Baatar adına sadık kalıyorlar. Cengizliler, Anadolu Selçuklu ülkesini de İran'dan yönetiyorlarmış, hanlarıyla ne kadar övünseler az...
Küçük ülkelerin büyük adamlarıyla övünen küçük vatandaşlarına takılmanın da bir "adabı" olduğunu bir dostumdan öğrenmiştim. Bir Moğol'a, "Çingis Han mı, o da kim?!" diye sorması görülmeye değerdi. Bir şok ki sormayın!..
Tabii böyle şakalar büyük tahribat yapmamalı ve sonra şöyle bitmeli:
"Haaa!.. Tabii ya -pardon. Telaffuzunuzdan, kim olduğunu bir an çıkaramadım!.."
Sonuçta bu dünyaya anlam kazandıranlar o büyük insanlardır -ve Cengizlilerin büyük Hanı da o insanların en büyüklerindendir, tıpkı İskender ve Atatürk gibi...

Kediler ve asil gazeteciler...

Gece sahur vakti yemyeşil bir sahil kasabasında dolaşırken farkına vardım cascanlı kedilerin. Biri, sahildeki yığma kayaların arasında fare avlarken, öbürü kocaman bir çekirgeyle oynuyordu. Çekirgeyle birlikte nasıl sıçradığını gördeydiniz, kedilerin dünyanın en mükemmel yaratıklardan olduğu kanaatine siz de varırdınız. Victor Hugo boşuna, "İnsan kaplanları okşayabilsin diye Tanrı kediyi yarattı" dememiş. Leonardo da Vinci de, "Kedi, doğanın şahikasıdır" diyerek eli en yüksek tutan sanatçıdır benim bildiğim. Neon yeşili spor ayakkabılar ve kot pantolonla mahalle arasında davul dımbırdatan ve gümbürdeten ve de her kesi ayağa kaldırmaya yeminli cin çıfıt bir davulcunun arkasından tek bir terlik fırlatılmadı ama ben asıl kedilere şaştım. O nazik kulaklar, adamı kaale bile almadı. Fare avı ve çekirge numarası devam etti.
Kedilerle ilgili değil, onların Güney Amerika'daki soylu büyük abisi Jaguarlarla ilgili çeviri bir yazı okumuştum -yazarının adını unuttum. Yazı, Gabriel Garcia Marquez tadındaydı.
Burada bi duralım...
Gezi İsyanı başladığından beri benim gazete okuma katsayım dip yaptı. Türkiye'ye geldiğimden beri son onbeş küsür yıldır her gün tüm Türkçe gazeteleri okur idim. Son bir-iki yıldır okuduğum gazete sayısını düşürmüştüm. Gezi olayı öncesinde gazete okumayı, ikisi hariç bırakmıştım. Artık yazarları internet ve sosyal medyadan takip ediyorumi son bir yıldır da sosyal medyada yaşıyorum -sayılır.
Türkiye'de yıllardır "Medyanın geleceği" yazıları yazılır ve ben bunları okurum. Gerçi dişe dokunur çok iyi yazılar okuduğumu hiç hatırlamıyorum ama gelecek hakkında birşeyler söylenir, bir kenera not edersiniz.
İnternet medyası ve sosyal medyanın Türk medyasını resmen bitirdiği Gezi sürecinde, bugünkü Türk medyasının nasıl şekil değiştirdiğini, otosansür uygulayanlarla iktidar bültenlerinin paçavraya döndüğünü gördüm. "Dikkatli dikkatli" yazan gazeteler de yavaş, sosyal medyanın hızına ulaşamaları mümkün değil. İşte bu hengamede birşey dikkatimi çekti. Biz Türkiye'ye bakarken, Türk bayraklarıyla sokağa inen Brazilyalılar sağolsunlar, -gösterdiler.
Güney Amerika'da yepyeni bir gazetecilik türü yükseliyor. Aslında "Gazetecilik" diyerek olayı küçültüyor muyum diye düşünmüyor da değilim, zira çıkan yazılar resmen edebiyat!
Truman Capote'nin "Soğukkanlılıkla" (In Cold Blood) adlı Sel yayınlarından geçtiğimiz yıllarda çıkan kitabını okuduysanız, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınızdır. Belgesel roman. Capote, seri cinayetler işlemiş bir katili uzun süre izler, onunla konuşur ve sonra adamın ruhuna kadar sızan ve tamamen gerçeklere dayanan bir roman yazar. Güney Amerika'da patlayan bu yeni edebi gazetecilik türüne Cronica diyorlar ve bu yazıların hepsi gerçek olayları anlatan kalıcı eserler.
Ben Türkiye'de bu türe benzeyen reportaj anlamında bir tek Yaşar Kemal'in ve Yılmaz Çetiner'in uzun yazılarını biliyorum (başkaları da vardır mutlaka). Marquez'in de gazetecilikle başladığını hatırlayalım bu arada.
Yeni tür bu asil gazetecilik türünün kedilerle ilişkisi, mükemmellik üzerinden. Türün starları arasında hemen Meksikalı Laura Castellanos'u, Perulu Gabriela Wiener'i, Arjantinli Martin Caparros'u ve ille de aslar ası Salcedo Ramos'u saymalıyım.
Güney Amerika'nın Gezi gençliği gibi angaje, iyi eğitimli, dünyaya açık, yaratıcı, zevk sahibi genç nesli, bu yeni edebi gazeteciliğe hayran. Kuru politika/yorum yapan büyük gazeteler hızla okur kaybederken, sosyal medya hızla bir numara haline gelirken, gazeteci tipi kaliteli edebiyat yazıları hızla yükseliyor. Kural basit: Kesinlikle dürüst ve angaje olacaksın, yazdığın şeyi damarlarına kadar birlikte yaşayacaksın ve yazacaksın. Yazdığın şey objektif olmak zorunda değil, ama senin derin duygularının tercümanı olacak, gerekirse sen de kanayacaksın, sen de çığlık atacaksın ve olayı kendi sübjektif gözlüğünden gördüğün gibi anlatacaksın, -gerçek olayları...
Bu yazılar gebellikle uzun. Bu yazıların çıktığı dergiler yok satıyor. Bu yazılardan derlenen kitaplar yok satıyor.
Böyle bir gazetecilik türünün neden Avrupa'da değil de Güney Amerika'da yıldızlaştığını, bu türün en önemli yazarı Salcedo Ramos, bir tek cümleyle özetliyor:
"Durumu iyi olan halklar, inanılmaz derecede can sıkıcılar." İşte bu yüzden, sıkıntı ve yalnızlıktan korkmamak için kedilere ihtiyaçları var, -en azından Daniel Defoe bu fikirde...

Kahrolsun bağzı şeyler...

Evet kahrolsun o bağzı şeyler...
Neler? Hiç önemli değil. Önemli olan o itiraz ve onun verdiği özgürlük duygusu...
Neye itiraz ettiğiniz pek de önemli değil gerçekten. Ben burada, bilimsel bağzı şeylerden de, siyasi bağzı şeylerden de veya ne bileyim aşki mevzulardaki bağzı şeylerden de bahsedebilirim -ama bunlara gerek yok! Eğer itiraz pozisyonundaysanız ve o duruşla kendinizi bağımsız hale getirmişseniz, o durumu korumak için sizi diri tutabilecek bir itiraz konusu ararsanız mutlaka bulursunuz, -hem de tonla!..
Mesele o itiraz. İtirazınız, sizin neye karşı çıkmanız gerektiğini gösterecektir, zira itiraz etmenin de bir iklimi vardır...
Yıllar önce Almanya'da yaşarken, bu tutumu bir oyun haline getirip oralardan kahkaha malzemesi üreten biri olarak, yaşadığımız zamanın tam da bana göre olduğunu söylemeliyim. (-mutlaka size de göredir)
Nihayetinde özgürlük, her eve lazım!
Dün gördüğüm bir plakat da bu bağzı şeylere verilmiş en son kral/kraliçe yanıtlardan biriydi ve şöyle diyordu:
"Taksit taksit çaldığın özgürlüğümüzü, faiziyle geri alıyoruz. İmza: Faiz Lobisi."
İktidarın korktuğu şey de bu olmalı. Bu dili kullanan bir Lobi'den, Allah tüm İslamcıları korusun! Tabii isterse, buna gerek görürse!..
Bağzı şeyleri ve onları böyle tarif eden dili anlamayanlar, hayatlarının çaresizliğini yaşıyor olabilirler. Hace Nasreddin ve neşeli Ahilerinin karşısında apışıp kalan Moğol işbirlikçisi Mevleviler gibi. Bağzı şeyler, acıtıcıdır! Hace Nasreddin'in çocukları, hık deyip onun burnundan düşmüşler. O bağzı şeyleri, kahkahalar eşliğinde hak ile yeksan ediyorlar...
Evet, itiraz bütünselleşip bir özgürlük duruşu haline gelince, taksitlere son verilir, herşey birden, peşinen, toptan oluverir. Bağzıları bunu anlayamıyor nedense...
Nedense!..