Elektronik kitap "kültürü" ve saire ve saire...

İlk yazılı edebi eserleri mezarlıklarda bulmak nasıl bir duygudur? Antik Mısır'da 4500 yıl kadar önce, ölülerin yanına edebi eserler koymaya başlamışlar. Ölü bir dil! Yazılı olmayan edebiyatın insanlık tarihi kadar eski olduğunu hatırlatmadan geçmeyelim. Saklanan edebiyatın saklamaya değer birşey olması gerektiğini, bilge Quintus Horasius'dan öğreniyoruz. Kendisi, daha M.Ö. Birinci yüzyılda, "Şiirde (edebiyatta) orta karar olmak mekruhtur. Öylelerine alan açılmaz, kitapçılar da onlara yer vermez" demiş ve yanılmış tabii!
Günümüzde orta karar olmak marifet, hatta "demokrasi" bile sayılabiliyor.
Geçen gün, sık uğradığım benzin istasyonda çalışan irikıyım kasiyer, "Kitabım çıktı abi" deyip, siyah kapaklı ince bir kitap uzattı.
"Bir tane almaz mısın?"
Kırmamak için hemen bir tane aldım. (Kitabın sayfalarını kırmamak için değil -onu hep yaparım-, şair dostumu kırmamak için!)
Şiirlerine bakıyorum, açıkçası Necip Fazıl'ın şiir diye yazdığı şeylerden daha iyi! Gözümün içine bakıyor. Ben, "Çok güzel kitap" falan desem, kendini Necip Fazıl gibi hissedecek.
Diyemedim maalesef...
Orta kararın anladığı "sanat demokrasisi"ne darbe belki. Ama gerekli. Üzgünüm...
Her yazılan manzumeyi şiir, her basılı matbuatı kitap saymak zor.
(Nezaket kurallarını alet ederek sıradan şeyleri sanatla aynı seviye çıkarma çabasına kafa sallamaya hiç niyetim yok ve olmayacak.)
İyi tanıdığım yabancı bir gazeteci, en has sanat da olsa, sanatçı ve yazar arkadaşlarının sanatından, kitaplarından asla bahsetmiyor, onların eserleri hakkında tek satır yazmıyor. Bunu kendine ilke edinmiş, çatır çatır da uyguluyor. Tanıdığı kişiler arasında, adını herkesin bildiği ünlü yazarlar var. Onların yani kitapları çıkınca dünya alem yazıyor, o yazmıyor. Dostları da bunu biliyor. Nedeni, yazarı tanıdığından, tarafgir olmak ihtimali ve belki gerçeği yansıtamamak endişesi (Asıl neden: "Yaw şimdi birşey yazıcam, kızacak, aramız bozulacak, iyisi mi yazmıyayım" gibi bir cümle elbette!)
Türkiye'de birçok ünlü yazarın, sırf ahbap-çavuş ilişkisiyle, dostları ünlü yazarlardan, gazetecilerden, "Çok güzel kitap" eleştirileri aldıklarını, hatta sipariş ettiklerini de biliyorum. (Kim olduklarını yazsam hiç şaşırmazsınız!)
Konu kitap olduğundan, giriş bölümünü biraz uzun tuttum -Eh benim de ilgi alanım!
Devrilip sahilde kitap -yani iPad- karıştırırken aklıma düşen asıl konu, kitabın geleceği...
Ben artık esasen e-kitap okuyorum.
"Kitabın kokusu, satıraltı çizisi, kağıdı cildi" gibi ele gelen estetik yanı elbette beni ilgilendiriyor -hem de çok. Ama Türkiye'de oturup da dünyada çıkan kitapları kağıttan okuma inadı diye bir şey düşünemiyorum -çünkü Türkçe bir dünya dili değil ve Türkçe kitap (daha doğrusu 'Konu'/'İçerik') kıtlığı had safhada.
Geçen gün elime -burada da bahsettiğim- bir kitap geçti. Sadece basit grafiklerden oluşan ve insanların saçma davranışlarını onların gözüne sokan ilginç bir istatistikler toplamıydı. Her sayfada sadece bir veya iki cümle ve bir grafik yer alıyordu, çok kolay okunuyordu. Kitabı en fazla bir saatte okuyorsunuz. Ben elektronik versiyonunu, daha indirirken havada okudum! Çok eğlenceliydi. Daha eğlenceli olan, kitabın kağıt versiyonunu masamda bulmam oldu! Arkadaşım sipariş etmiş, getirtmiş ve benim de okumak isteyebileceğimi düşünerek masama koymuş. Açıkçası, bildiğimiz kitap versiyonunu okumak daha zevkliydi. Fakat pratik değil. Kitap, yurt dışından on günde gelmiş, ben onbeş saniyede indirdim!
Elektronik kitabın bence en önemli dezavantajı, okurun daldan dala atlama tehlikesi. Yani bir kitabı sonuna kadar okuma katsayısı bazen dip yapabiliyor -okumuyorsunuz, bir sonrakine geçiyorsunuz. Biraz piyasa ekonomisine uygun bir durum! Kolay indirildiğinden ve orijinalinden biraz daha ucuz olduğundan, çok satılıyor, az okunuyor. Diğer yandan avantajlarını saymak için, e-kitabın son versiyonlarına bakmak şart oluyor.
New York'da piyasaya çıkan son e-kitap versiyonuna "E-Book" değil, "Enhanced E-Book" diyorlar.
Bu alet, kitap olmanın yanı sıra, ses ve flash-görüntü desteğine de sahip bir tür multimedya ürünü. Amerika'da Harry Potter serisinden sonra Hunger Games serisini yayınlayan Scholastic Press yayınevinin denediği bu yeni türün ikinci örneği Infinity Ring, bluğ çağındaki çocuklar için düşünülmüş bir interaktif macera. Yeniçağ eşiğindeki Paris'de geçiyor, gizli cemiyetlerin, sırların, hazinelerin olduğu bir tür Dan Brown ve Indiana Jones ortak yapımı gibi, basit ama eğlenceli. Bu tür kitapların aynı yayınevinden çıkan ilk örneğine bakarak, sözkonusu ürünlerin on milyondan fazla satilabileceği tahmininde bulunabiliriz her halde.
Bu kitapların iPad ve benzeri araçlarla (ve tabii Amazon'un Kindle aracıyla) okunduğu malum. Amazon, ısınamadığım Kindle aracı üzerinden bir tür monopol kurmaya çalışmıyor değil. Amazon'da satılan kitapları okumak için bu küçük ve hafif cihazı satınalmak zorundasınız. Amazon'un tekel kurma "trend"ine karşı altı Amerikan yayınevinin birleşip kendi fiyatlarını belirlemeye başlaması ve doğrudan elektronik kitap satarak satış kodunu kaldırması (böylece kitapların bütün araçlarda okunabilmesi) de ayrı bir mini devrim. Amazon'un en ilginç uygulaması, yazarlara seslenerek, kendi kitaplarını doğrudan e-kitap şeklinde yayımlama önerisi. Bestseller yazarlarından, bu çağrıya olumlu yanıt verenler olmuş.
Elektronik kitap, Türkiye açısından da önemli bir alan olabilir. Şimdilik pek ilgi görmeyen ve kısıtlı bir portföyle hareket eden e-kitap piyasası, önemli bir kesimi henüz görmedi bence.
Türkiye'de e-kitap piyasası ciddiye alınsa, Türkçe dilini konuşan/okuyan ama Türkiye'de yaşamayanlar da, e-kitaplara ilgi göstereceklerdir. E-kitap alışkanlığı Amerika ve Avrupa'da oldukça yüksek. ABD'den yurtdışına e-kitap satışı geçen yıla oranla yüzde üçyüz artmış. ABD içinde e-kitap satışı ise, yüzde beş artmış. Avrupa'da durum farklı değil. E-yayıncılığın en cazip yanı, neredeyse sıfır maliyetle kitap üretebilmesi ve bütün dünyaya ulaşabilmesi. Türkiye'deki yayınevlerinin e-kitap mantığına henüz adapte olamadıkları görülüyor. Bu, görmezden gelinmesi artık mümkün olmayan bir alan.
Şimdi bu yazıyı burada noktalıyoruz ve hemen yani bir kitap indiriyoruz...
(Konusu: Kadınlar ve erkekler aşkı neden ve nasıl farklı algılıyorlar? Yakında burada bahsetmek üzere.)

Çarşaf...

Öğretmenine "Şalvar" dediği için okuldan atılan birini tanıyorum. Benimle Mayk Hammer romanlarını tanıştıran adem. Dindar bir "abi" idi benim için. Asıl konu, Beyazıt'tan kendine giyimlik çarşaf alan Avrupalı güzel bir İstanbul sakini. Anadolu'da köylerde şalvar da giyen, yemeni de takan, çilek de toplayan, çok güzel fotoraflar çeken, dünyayı tanıyan, bir sürü dil konuşan güzel bir kadın.
Ben onu, benimle aynı kadınları keserken yakaladığımda çok şaşırmıştım. Benimki merak! Asıl dostluk ondan sonra başladı. Kadınlara, erkekler gibi bakıyordu. Sonra ilginç numaraları vardı. Mesela sahildeyiz, masada güzel bir kadın var. Hemen çıkarıp ona kazağını/şalını vermeler, omuzlarına örtmeler, güzel kadın görünce heyecanlanmalar ve bunu başarıyla gizlemeler...
İyi arkadaş olduk. Hayatı hakkındaki kararlarında bana fikir danıştığı bile oldu.
Derken birgün bana, lezbiyen olduğu sırrını da verdi (-anlamıştım ama gizlemek istediğini düşünüyordum ve tabii bu konuda hiç konuşmamıştık). Bana eşcinsel olduğunu anlatmak için ilginç bir yöntem uyguladı. Beni bir partiye davet etti. Katıldığım partide ben hariç tüm erkek veya kadın herkes eşcinseldi. Güzel bir deneyimdi. Benim tanıdığım başka eşcinsel dostlarım deavar ama bundan bahsetmezler, sadece bilirsiniz. Partide, onun kız arkadaşını da gördüm. Onun ev arkadaşıydı, tanıyordum yani, ama olaya hiç bu açıdan bakmamış, görmemiştim. Onun hakkında bildiğim herşeyi birden başka türlü okumaya başladım. Gerçekten çok ilginç bir deneyimdi. Eşcinsellerin böyle gizli bir hayatları var, genellikle de çok iyi gizlemesini biliyorler, kendi aralarında birbirlerini iyi tanıyorlar. Bu konuda bana güven duyması, ayrı bir onur benim için.
İşte şimdi ayrılık acısı yaşıyoruz, çünkü bir Arap ülkesine gidiyor orada uzunca bir süre kalacak ve Arapça öğrenecek -yeni ilgi alanı. Gittiği yerde kadınlar sadece çarşaf giyiyorlarmış, o da gitmiş kendine Beyazıt'tan bir çarşaf almış ve nasıl bakalım diye giyip Beyoğlu'na inmiş. Avrupalı güzel bir kadının çarşaflı hali nasıl olursa o da öyle olmuştur herhalde, malesef fotoraf çektirmemiş, göremedim. Gittiği Arap ülkesinde -benim için- hayata başka bir açıdan da bakacak. Çarşafla yaşamak nasıl birşey, gelince bana anlatacak. Zaten İstanbul'u bırakmıyor, bırakamaz. Onun asıl vatanı İstanbul. Ama çarşafın ardındaki kadın dünyasını bana anlatacak ve ben de size yazacağım. Ama herşeyi yazmayacağımdan emin olabilirsiniz!

Bisiklet-meteoroloji ilişkisi, veya İnsan ne ister?!..

Evet ne ister?
Şimdi sıcak, "keşke biraz yağmur yağsa da hava serinlese" diyenler, üç hafta kadar önce sel ölçeğinde yağmur bastırdığında, "Mayıs bitiyor, bu yaz ne zaman gelecek" diye isyanlardaydı.
Bu ne unutma hızıdır?
"Küçük işler" saydığımız ve pek dikkat etmediğimiz, ama hayatın hiç de küçümsenmeyecek bir süresini kaplayan öyle durumlar var ki, anlamak mümkün değil, eh mümkün olmadığından da bu işlerle kimse ilgilenmiyor, görmezden geliyor.
Herkes de ilgilenmiyor değil...
Bu konuda yapılmış ilginç bir araştırmayı, iPad'e indirirken havada okudum desem konuya aynen uyar.
(Tabii bu mümkün değil. Önce indirip sonra okunur aslında!)
Katja Berlin ile Peter Grünlich'in ortak araştırması: "Was wir tun, wenn der Aufzug nicht kommt."
Konuyla ilgilenen bu iki araştırmacı, insanın acaipliğini ortaya koymak bakımından küçük çapta harikalar yaratmış!..
İnsanların öyle garip halleri var ki, kendilerine dışarıdan bakmayı deneseler, bu hallere gülmenin ötesinde hayret bile edebilirler...
Mesela Havaalanında biletinizi onaylatacaksınız, sıraya girdiniz, yanınızda bir sıra daha var. Baktınız sizinkinden daha hızlı ilerliyor, hemen o sıraya geçtiniz. Sık olan bir durumdur. İşte bu durumda insanların yüzde altmışı, girdikleri bu ikinci kuyruğun, ilk girdikleri kuyruktan daha hızlı ilerlediğini düşünüyorlarmış -gerçekle alakası olmayan bir önyargı elbette. Böyle acaip tahminlerin nereden geldiğini bilen yok. Mesela, bisiklet sahibi olan Avrupalıların yüzde yetmişi, "Ne zaman bisiklete binsem, ille de yağmur yağar" diye düşünüyormuş -ki alakası olamaz.
Yeni bir elektronik alet alındığında, kullanma kılavuzunu şöyle bir karıştırmak ve sonra aleti harekete geçirmek, iyi tüketicinin amentüsüdür. Bazen o kılavuzlarda acaip ifadeler, tarifler de olur elbette. Yazılanlar karmaşıktır, anlaşılmaz, hatta hatalar bulunur. Bu kitapçıklar her ambalaj paketinde olur. Tüketicilerin yüzde 99'u kitapçıkları aynen doğru ve kesinlikle elzem kabul ediyormuş ve pakette kitapçıkların olması hoşlarına gidiyormuş. Ama o kitapçıkları kaç kişi okuyormuş? Sadece yüzde bir!
E öyleyse neden kullanma kılavuzu?!.. (Neyse!)
İnsanların çocuklarına bakışı da daima bir ön yargının ifadesi. Yetişkinler, çocuklarının, on yaşına kadar kendileri kadar akıllı olmadıklarını düşünürken, bu oran daha sonra hızla değişiyormuş. 15-16 yaşında çocuğu olanlar, kendilerini çocuklarının yanında neredeyse geri zekalı durumlarda hissediyorlarmış. 20'li yaşlarda makas kapanıyormuş. Ama çocuklarının her zaman kendilerinden en azından biraz daha akıllı olduğunu düşüyorlarmış.
Beni en çok güldüren konulardan biri de, kadınlarla erkekler arasındaki malum futbol anlaşmazlıklarından. Kadınlar futbol konusunda neyi anlamıyorlarmış biliyor musunuz? Topun taça çıkma olayını değil. Kadınlar arasında "Taç nedir" sorusunu bilmeyenler sadece yüzde 15. Ama kadınların asıl anlamadığı konu şuymuş: Erkekler, "Kadınlar taçtan ne anlar" tipi fıkralar anlatıp neden güler? İşte bunu anlamayan kadınların oranı yüzde 85 dolaylarında geziniyor!..
İlk kar...
En sevilen şeydir. İnsanlar, karlı günlerin daha üçüncü gününün ortasında, "Bu kar da çok oldu artık" diye konuşmaya başlıyorlarmış. İlk günkü durum ise, "Yaşasın kar yağıyor" boyutlarında bir sevinç!
Şimdi hava sıcak, İstanbul yanıyor. İki günlüğüne gittiğim Marmara sahilinde fırtınamsı sert bir rüzgar esti, o serin havada, İstanbul diye bir şehrin varlığını bile unutabilirdim -ki bu konuda yalnız olmadığımdan da eminim.
İnsan garip ama gerçek ve de sevimli bir varlık. Ben seviyorum şahsen!..
(Tüm garip önyargılarına ve unutkanlığına rağmen.)
Tost makinasına tostunuzu koydunuz ve tostun kıvamında kızarması için iki dakikanız var, bunu kesin biliyorsunuz. O iki dakikada ne yaparsınız? Eh biliyorsunuz, iki dakikadan önce tost yok...
İnsanların yüzde yetmişi, tost makinasının başında makineye bakıyormuş!
(Siz de mi?!)

Aşk bir ummandır...

Hızlı hızlı yürüyorum. Akşam parti var, ona hazırlanacağım. Ayrıca bazı şeyler almam lazım. Yemek yapmaya mutfağa dalanlara en azından hınkdeyicilik yapmak isterim, bu nedenle kuzu ıspanağı bile planladım (salataya). Büyük bir arabaya tutunmuş duran yaşlı bir adam dikkatimi çekiyor. Seksen küsür yaşında. Başında beyaz bir beyzbol şapkası, gözünde güneş gözlükleri. Beyaz uzun şortuyla, sahilde gezerken yolunu şaşırmış gibi bir hali var. Beni görünce, gol sevinci gibi iki kolunu havaya kaldırıp bağırıyor.
"Bir dakka!.. Nereye gidiyorsun delikanlı?!"
Olduğum yerde duruyorum. İki metre ötemde, bir eliyle otomobile tutunuyor, diğer elini bana uzatıyor.
"Beraber yürüyelim" diyor.
O zaman, yürüme özürlü olduğunu anlıyorum. Yaklaşıyorum koluma giriyor ve çok ağır adımlar atmaya başlıyoruz.
"Hayat su gibi akar. Aşk bir ummandır."
Beklemediğim bir laf. Şaşırıyorum. Dönüp yüzüne bakıyorum, mutlu. Yürümek için oldukça çaba göstermesi gerekiyor, ama mutlu.
"Bütün hayatlar o ummana akar" diye açıklayıp, gülümsemeye devam ediyor.
Benim acele etmem lazım, ama bu tesadüf hoşuma gidiyor. Mecburen ona ayak uyduruyorum. Boğaz'a elli metre uzakte, denize doğru yürüyoruz ve dükkanlardan çıkan herkes, bizi selamlıyor veya çıkıp bize bakıyor. Biz teftiş eder gibi dik, yavaş, kolkola ilerliyoruz. Bir manav bana, "komşum o benim, dikkat et ona" diyor. Ben kolumdaki adama, "sizin komşunuzmuş" diyorum.
"Bunlar kendi kendilerine gelin-güvey olurlar böyle" diyor.
O bir mühendismiş. Türkiye'nin eski projelerinde çalışmış.
"Artık mühendisliğin falan bir değeri kalmadı. Ayağa düştü" diyor.
Kolumda, Türkiye'nin önemli mühendislerinden biri var. Türkiye'nin gitmediği yeri kalmamış. Yurt dışında da kalmış. Evinin önüne kadar kendi çıkmış, tutunarak arabanın yanına kadar gelmiş, sonra beni görmüş.
"Seni gözüm tuttu delikanlı" diyor yürürken. Kaldırıma çıkmak, uzun adım atmak gerekince inliyor, ama yürümeye devam ediyor.
"Ben sokağa çıkamıyordum, görüyorsun işte. Bugün ne olursa olsun dedim, çıktım. Bak seni buldum. Kader böyle birşey. Ummadığın insanla ummadığın yerde karşılaşırsın!"
Adamı bir dükkanın önüne kadar getiriyorum, yolum orada ayrılıyor. Onu birine emanet edeceğim -ama kime. Dükkanın önünde oturan üç orta yaşlı adamdan ikisi, ona yardım etmeye talip oluyorlar. Yaşlı mühendisin gözü onları pek tutmuyor, ama güler yüzlü bıyıklı olanın koluna giriyor. Ben vedalaşıyorum, gideceğim, bırakmıyor.
"Sevgi ummandır. Unutma."
Ben bir adım atıp, başımı ona çeviriyorum. Gözlüklerini çıkarıp gülümsüyor.
"Unutma..."
O zaman anlıyorum. Bu hem bir ders, hem bir işaret, hem de bir veda...
"Unutmayacağım" diyorum. "Hayat akan sudur, aşk bir ummandır."
Artık aceleye gerek yok. Yoluma devam ediyorum. Yavaş yavaş yürüyorum.
Ummana doğru...

Sultan Sarhoş Selim'in uçan elmasları...

Lakabı 'Yavuz' olan Burgund Dükü Karl'ın boynunda 55.23 karatlık bir elmasla savaşa neden gittiği ayrı bir soru. Mesele, uğur veya nazarlık gibi birşey taşımak. Türklerin mavi boncuğunun Avrupa'da henüz bilinmediği 1477 yılında Karl, Topkapı Sarayı'nın bugünkü sembolü 17 karatlık Kaşıkçı Elması'nın üç misli büyüklüğünde bir elmasla savaş meydanında çalakılıç dalıyor düşmanına.
Straßburg'un kuş uçuşu 120 kilometre batısındaki, (bugünün Fransa'sında) Nancy şehrinin dibinde karlı bir 5 Ocak günü. Burgund'un 15 bin kişilik ordusunun karşısına çıkan II. René'nin 19 bin askeri, Yavuz Karl'ın ordusunu nehre doğru sürüp kırıyor. O zaman Ayaktakımı tabir edilen birliklerin tamamı nehirde boğuluyorlar. Yenildiğini anlayan Karl, elması boynunda sallana sallana dörtnala kaçıyor. Peşine takılan iki mızraklı askerden yetişen ilki, onu baldırından yaralıyor. Ama ikincisi duraklamasını fırsat bilip önünü kesiyor ve mızrağını onun karnına saplıyor. Karl'ı, Hellebarde ile öldürüyorlar. Ucunda baltaya benzer kesici kısmı olan uzun mızrak bu. Başını ortadan ikiye ayırıyorlar.
Yavuz Karl, Nancy'deki en sevdiği kiliseye gömülürken, savaşta boynuna astığı o kocaman elmasının kayıp olduğu dillerde. Elmas bulunamıyor.
Karl'ı öldüren Alman askerler, paralı lejyonerler. Para karşılığı farklı ordularda savaşan profesyoneller. Onlardan birinin, elması Portekiz'de sattığı sonradan anlaşılıyor. Bu kocaman elmasın uzun yollar kat edip, günün birinde Osmanlı Sultanı Sarhoş Selim'in eline nasıl geçtiğini araştıran birileri de olur belki bir gün. Ama asıl ilginç olan, devlet işlerini Sokullu Mehmet Paşa'ya bırakıp kendisi Topkapı Sarayı'na çekilen ve oradan zinhar dışarı çıkmayan alemcilerin kralı Sultan Selim'in elinde sadece bu elmas bulunmuyor. Hafif yeşil-sarı renkli elmasın 34.98 karatlık küçük kardeşi de Sarhoş Selim'de.
Taşların çıkarıldıkları yer, büyük bir ihtimalle Hindistan'ın Golkonda'daki eski elmas yatağı. Ünlü Kohi Noor elması da buradan.
iki elması Sultan'ın boynunda gören Avrupalı elçinin adı Nicholas Harlay de Sancy. Sultanın zom olduğu bir anda, onu elmasları satmaya ikna ediyor. Kanuni Sultan Süleyman'ın alkolik oğlu'nun paraya pula ihtiyacı yok, elmaslarını neden satar hiç belli değil. Elmasların hem de oldukça ucuza gittiği anlaşılıyor. Taşlar, onları Sultan Selim'den satın alan elçinin adıyla, Sancy Elmasları diye anılıyorlar. Büyüğüne Sancy Elması, küçüğüne de Beau Sancy Elması adı takılıyor. Taşların ikisi de Avrupa'dan alınıp Osmanlı hazinesine girmiş.
Sultan Süleyman'ın hazinesini, peynirci fareler gibi kemirdiği anlaşılan Selim, bu olaydan sonra bir hamam aleminde ayağı kayıp mı öldü, yoksa onu biri mi itti belli değil. Ama elmasların bundan sonra dolaştıkları alan, hep Osmanlı sınırları dışında.
Bu hikayede benim en hoşuma giden yan, bir ara Avrupa saraylarının taçlarını süsleyen bu iki elmasın daima kadınlara hediye edilmiş olmalarıdır! Tektaş hediye alınca mutluluktan uçan kadınların, ne yapacaklarını şaşırtacak tipte bir "tektaş" bu; Parmağa taksan takılmaz, boyna takılıp çıkılmaz, broş yapsan bir türlü yapmasan bir türlü. Kocaman bir elmasla ne yapacağını bilemeyen böyle bir kadın, Maria de Medici, Beau Sancy'yi yacına taktırmış. Elmas, vasiyetlerde de hep kadınlara bırakılmış -ki doğrusu da budür zaten. Evlenen düşesler, kraliçeler, düğünlerinde bu dev elmasları takmışlar. Son Alman Hanedanı Hohenzollern, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra tahttan indirildikten sonra da elmasın sahibi olmuş. Büyük Sancy elması ise, Fransız sarayının en nadide parçalarından biri olarak 1789'a kadar saraylarda gezmiş, şimdi Paris'deki Louvre Müzesinde.
Küçük Beau Sancy elmasından yeni haberler var.
15 Mayıs 2012, Salı günü, son Alman İmparatoru II. Wilhelm'in ailesi Hohenzollern hanedanının yaşayan varisleri, Beau Sancy elmasını Cenevre'de yapılan bir açık artırmada sattılar. Elmas, 7.5 milyon Euro'ya satıldı. Satın alanın kimliği gizli tutuldu. Kimdir, bir düşünün!..

Cesurlar, korkaklar ve Demir Haç...

Savaş diye bir çizgiroman dizisi vardı. İkinci Dünya Savaşı'nda yaşanmış uzun kurgu hikayeler anlatırdı. Pek sevmediğim ve nadiren okuduğum çizgi romanlardandı. Gözü yoran çizim tarzına ek olarak aşırı gerçekçi, yetişkinlerin sıkıcı dünyasına yakın, fazla şiddetli ve sevimsizdi. Savaş filmlerini de pek sevmemekle birlikte Apocalypse Now, Platoon ve Er Ryan'ı Kurtarmak gibi filmleri izledim elbette. Bunlar, iyi anti-savaş filmleridir. Steiner / Demir Haç filmi, onlarla kıyaslanmayacak kadar orta karar, ama çizgi üstü bir film ve benzerlerinden farklı yanlara sahip. Belki bu yüzden unutulmayan filmler arasında kendine bir yer edinmiştir.
Geçenlerde sahafları turlarken, 'Savaş' çizgi romanlarını yeniden gördüm, bir kenarda duruyorlardı, hem de savaş romanlarıyla birlikte. Hâlâ okunuyorlar demek...
1977 yapımı Steiner, ingiliz-Alman-Yugoslav ortak yapımı. Rejisörü Amerikalı. Filmin çevrildiği yıllarda Yugoslavya diye bir ülke var, yaşıyor ve Josip Broz Tito tarafından yönetiliyor. Tito, Naziler'e karşı hakkıyla sıkı bir savaş verip bağımsızlığını kazanmış ve onu Ruslara da yedirmemiş büyük bir kahramandır. Haybeye kahraman olunmaz. Kahraman, başkaları için kendi hayatını hiçe sayan, tehlikeye atan ve mucizevi tehlikeli işler başaranlara deniyor. 21'inci yüzyılda pek kalmamış, ama yeniden hatırlanan bir değer. Filmde kullanılan tanklar da Tito'nun tankları elbette (dikkatli gözler tarafından, Rus tankları olmadığı farkedilmiş. Ben de başka biryerde okudum).
Filmin alt başlığı "Demir Haç", Alman Ordusu'nun en yaygın ve prestijli madalyası, bu yazının da konusu. Demir Haç, özellikle Birinci Dünya Savaşı'nda çok ciddiye alınmış bir madalya. Mustafa Kemal 'e de Çanakkale zaferinden sonra verilmiş. Kahramanlara verilen bir madalya.
Film, bir roman uyarlaması. Okumadım elbette ama yazarını çok duydum, kitaplarını da heryerde gördüm! Siz de duymuş ve görmüşsünüzdür. Willi Heinrich'in savaş romanları her dile çevrilmiş popüler savaş romanlarıdır (böyle bir tür de var maalesef). Film, "Das geduldige Fleisch" adlı romanın uyarlamasıdır. Bu tip savaş romanlarının Türkiye'de yayımlanan versiyonlarının kapakları da, Zagor veya Teksas-Tommiks kapakları gibi abartılı çizimlerle/grafiklerle kaplı olurdu. Tanklar, toplar, patlamalar, miğferler vs. Bunları mutlaka karıştırıp, asla okumamış biri olarak, İstanbul'un bazı kitapçılarının özel raflarını işgal ettiklerini de söyleyebilirim -tabii yalnız Willi Heinrich romanları değil.
Ben o eski 'Savaş' çizgi romanlarının, Willi Heinrich'in 1950'li yılların ortasından başlayarak bütün dünyada popüler olan romanlarından esinlendiklerini düşünüyorum. Zira filmin yapıldığı yıllarda bu Willi Heinrich romanlarının dünyadaki satış rakamları yirmi milyonun kesin üzerinde. Bu inanılmaz bir rakamdır (dünyada toplam satışı otuz milyonu geçmiştir). Film hakkında yazılan eleştirilerden bazıları -1970'li yılların sonunda- dönemin ruhuna uygun olarak "savaşı öven bir film" diye eleştirirler. Keşke bugün de öyle eleştirilerin bolca yapıldığı barışsever bir dönemde yaşıyor olsaydık. Bence film, bugünün ölçüleriyle gayet iyi bir anti-savaş filmi sayılabilir. Ama eleştirmenlerin arasında, kahramanlık konusundan da bahsedenler yoktu -hem de romanın 'Demir Haç' madalyasıyla ilgili olmasına ve savaşta korkaklığı işlemesine rağmen.
Savaş denen şey, belki de bu yüzden icad edilmiştir. Savaş, erkeklerin cesaretlerini takınıp ölümün gözünün içine dimdik baktıkları ve kendi nefslerini aştıkları eylemdir. Delik demirin icad olunup mertliğin bozulması ise korkuyla ilgili bir durumdur. Silah denen imha araçlarının etkisi arttıkça, bunları kullanan erkeklerin, nasıl büyüyen bir korkunun arkasına saklandıkları da daha belirginleşir. Savaşın özü, ille de öldürmek değildir. Kimin ruhen diğerinden üstün olduğunu saptamaktır. Öldürmek, yenilgiyi kabul etmeyen korkakların bir icadıdır.
Steiner filmi, 1943 yılında Batı'ya doğru ilerleyen Sovyet Kızıl Ordusu'nun saldırıları karşısında sürekli geri çekilmek zorunda kalan Alman Ordusuna bağlı bir birlikte yaşanıyor. Tamamen demoralize olmuş Alman birliğinin subayları, Nazilerden nefret etmekte, vatanı için falan değil, artık sadece hayatta kalmak için savaşmaktadır. Birliğin tek moral kaynağı, Steiner adında cevval bir astsubaydır (James Coburn), çünkü ufak tefek başarıları ancak o elde edebilmektedir. Bazen çıldırmanın eşiğine gelen askerlerden oluşan bu Alman birliğine, kendini beğenmiş yeni bir subay tayin edilir. Rahat Fransa'dan Doğu Cephesi'ne tayinini çıkartan Yüzbaşı Stransky'nin bölgeye intikalinin tek bir amacı vardır: Demir Haç nişanı almak. Ukala, aristokrat bir züppe olan bu korkak subayı, Almanya'nın usta oyuncusu Maximilian Schell canlandırıyor. Onu, Erich Ambler'in ünlü "Topkapi" romanından uyarlanmış filmden hatırlarsınız. Melina Mercouri ve Peter Ustinov ile birlikte baş rollerde oynar. 'Steiner' filminde, gayet iyi bir iş çıkarır. Hele top mermileri düşerken korktuğu sahneler, teatral olmasına rağmen güzeldir, filmin ruhuna uygundur. James Coburn filmde, bildiğiniz gibi. Cool bir savaşçı, bazen büyük laflar ediyor, orijinal biri değil.
1977-1978'de iki ödül alan filmin yönetmeni Sam Peckinpah'ın en güzel filmleri, galiba  Pat Gerrett and Billy the Kid (1973), Convoy (1978) ve Sırf konusu ve yazarı nedeniyle beğendiğim Osterman Weekend (1983).
Ben burada, filmin bazı Alman oyuncularını övmek istiyorum, çünkü onlar olmasa bu film vasat bir seyirlik olurdu. Amerikalı rejisörün bu filmi yapması ve Alman askerlerini belki ilk kez bu kadar popüler bir şekilde "iyi adamlar" olarak göstermesi bence önemli bir olaydır, çünkü Alman askeri, son altmış yıldır çekilen tüm benzeri filmlerin kötü adamları olmuşlardır. İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda sadece Naziler yenilmedi. Alman kültürü ve Alman imajı da çok önemli bir darbe yedi. Filmlerde gösterildiği gibi, savaşan Alman askerlerinin hepsi Nazi falan da değildi. James Coburn ve usta oyuncu James Mason dışındaki oyuncuların çoğunun Alman olması, bu ülkedeki muhteşem oyuncu kalitesini de dünyaya göstermiştir 1977'de. Ben bunu, muazzam Türk oyuncuları Tuncel Kurtiz, Yaman Okay gibilerin, bahaneyle dünyaya takdim edilmesi gibi birşey görürüm. Daha sonra tanınmışlardır elbette. Ama o yıllarda Türkleri pek kimse tanımıyordu dünyada. Bu filmde de James Coburn'un yanında harikalar yaratan bir Klaus Löwitsch vardır mesela. Ve Vadim Glowna. Onların, Maximilian Schell kadar tanınmamaları şanssızlıktır. Filmde Santa Berger'in bile küçük bir rolü var. Bunlar büyük aktörlerdir ve filme karakter katan kişilerdir. 'Steiner' filmini büyük yapan, kahramanlık konusunun yanında işlediği diğer konulardır aynı zamanda. Mesela askerler arasındaki homoseksüellik olayı... Savaşın en gaddar anlarında bile insan olmanın erdemleri de hep hatırlatılır. Alman askerlerinin kadınlardan oluşan bir Rus grubunu esir almaları ve burada erkeklik ve kadınlık adına yaşananlar ibretliktir. Steiner'in adamları, arkalarında her zaman ölüler bırakarak geri çekilirler, korkak yüzbaşının ihanetine de uğrarlar. Yüzbaşı, sığınağından bir an bile dışarı çıkmamıştir, tek el ateş etmemiştir, tüfeğe şarjörün nasıl takıldığını bile bilmez. Ama o Demir Haç'ı mutlaka almalıdır, "Yoksa ailemin yüzüne nasıl bakarım" der. -aristokrat asker ailenin oğlu.
Yüzbaşının Demir Haç alabilmek için, hergün sahada savaşmak zorunda olan Steiner'in tanıklığına ihtiyacı vardır. Emrindeki Steiner, onun "kahramanlığına" tanıklık edecek bir dilekçe yazmalıdır. Yüzbaşı, Homoseksüel emir subayını tehditle, kendisi hakkında olumlu ifade vermeye "ikna" eder, ama kahraman Steiner'i ikna etmek mumkün görünmemektedir. Yüzbaşı, üst komutanından geri çekilme emri aldıktan sonra Steiner ve adamlarını bundan haberdar etmedez ve onları cephe gerisinde bırakır. Hesapta Steiner ve adamları Rusların eline geçecek, böylece Demir Haç'ını almasına kimse engel olamayacaktır. Steiner geri dönmeyi başarır.
Neden Demir Haç?!
Bu madalyayı alan subaylar, kesinlikle en elit subaylar sınıfına dahil olurlar. Milliyetçiliğin, Jeostratejinin ve savaş dilinin hakim olduğu o devirde, ülkenin gözbebeğidirler. Demir Haç nişanı sınıflandırılmıştır. Birinci Sınıf, İkinci Sınıf, Şovalye Demir Haç'ı ve onun türevleri vardır.
Şovalye Demir Haçı sahibi subaylar kendi aralarında adeta bir şovalye tarikatı veya imtiyazlı kahramanlar kulübü gibidirler. Demir Haç, aslen Birinci Dünya Savaşı'nın en ünlü nişanıdır. Birinci Dünya Savaşında sadece üç farklı türü, İkinci Dünya Savaşında ise dört farklı türü vardır. İkinci Dünya Savaşında verilenler biraz daha kalın demirdendir, ortasında 'W' harfi (Wilhelm) değil gamalıhaç bulunur ve kordelesi de üç renklidir (eski versiyonunda sadece siyah ve beyazdır). Naziler dökülmeye başlayınca, Demir Haç'ın daha "şerefli" türlerini ürtmişler. Kılıçlısı var, elmaslısı var...
En "şerefli" Demir Haç madalyasının hem kılıçlı hem elmaslı versiyonunu bir Stuka pilotu almış. Savaş pilotu Hans-Ulrich Rudel, uçağıyla tam beşyüz Rus tankını safdışı ettiği için, elmas küpüne bandırılmış benzersiz bir Demir Haç almıştır, ama kendisini kimse tanımaz. Nazilerin ruh katili iktidarı, böyle insanların unutulmasına neden olmuştur. Rudel beşyüz tankı vursa da, kendini beğenmiş katil Nazileri general Georgi Konstantinoviç Şukov'un Kızıl Ordu birliklerinin elinden kurtaramamıştır!
Beyoğlu'nda İstiklal Caddesinden Balık Pazarı'na girince, soldaki ilk pasajda antikacılardan birinin vitrininde bu Haçlardan görmüştüm. Tabii ki İkinci Dünya Savaşından kalma, ayağa düşen gamalıhaçlı bir Demir Haçtı. Kimbilir nasıl bir hikayenin sonucuydu. Şimdi, kırmızı-beyaz-siyah bir kordelanın ucunda mütevazi bir demir parçasıydı. Üzerinde gamalıhaç olan bir madalyayı artık kim saklamak ister ki?!..
Demir Haç, Prusya'nın Napoleon Bonaparte savaşlarından sonra verdiği ve böylece bir geleneği de başlattığı madalyanın adıdır. Prusya Kralı III. Friedrich Wilhelm tarafından 1813'te Fransız işgaline karşı Alman Kurtuluş Savaşı sırasında vakfedilmiştir. Bu tarih, her Demir Haç'ın üzerinde (Nazi devri versiyonlarında arka yüzünde) yer alır. Dünyanın en önemli savaş ve kahramanlık madalyalarından Demir Haç, İkinci Dünya Savaşı'nda Naziler tarafından lekelenmiş olmasına rağmen eski versiyonları, eski siyah-beyaz fotoraflarda, son Osmanlı subaylarının göğüslerinde de dikkat çeker. Şatafatsız bir kahramanlık madalyası. Gamalı haçlandırılıp elmaslarla bezenerek kirletilmeden önceki versiyonları, müzelerin önemli köşelerinde saklanır. Gamalıhaçlı olanlarını ise, bitpazarlarında birkaç Liraya satın alabilirsiniz.
Demir Haç'ın kaderinde, -ölümün de ötesinde- insani değerlere sadık kalmanın veya onlara ihanet etmenin bedelinin ne olduğunu açık ve net bir şekilde görebilirsiniz.

Friedenauer Presse adında bir kitap formatı...

Taş baskı. Veya litografi...
Bilmem hiç gördünüz mü. Kireç taşı üzerine özel bir tip yağlı mürekkeple çizilmiş şeylerin basılma tekniğidir. Bu teknikle basılanlar bence sanat eseri kategorisine girer. Türkiye'ye 1831'de giren bu teknik, 19'uncu yüzyılın en yaygın baskı tekniğiymiş. Bunun iyi tarafı, inanılamayacak kadar ince işlerin çıkarılabilmesi ve bu teknikle basılan -mesela- resimlerin, bugünün sanat camiasında "orijinal" sayılmasıdır. 1798'de Avusturyalı Alois Senefelder tarafından icad olunmuş. Basılı eserlerin iyice yaygınlaşıp günlük hayata derinlemesine nüfuz etmesi olayının başlangıcıdır taş baskı. 
Sanatçıların atölyeler kurup resimlerini taş baskıyla çoğalttıkları 1980'lerin Berlin'inde, bu baskılardan her biri bir orijinal muamelesi görüyordu ve galerilerde satılıyordu. Bir zamanlar piyasada bu kalitede kitapların dolaştığını bir düşünün. İstanbul'un sahaflarında da, eski zamanlarda basılan ve inanılamayacak kadar güzel görünen eski sayfalı böyle kitapları bulabilirsiniz -ama satın alamazsınız! (çünkü çok pahalıdır) Yüklü miktarda paraya kıymanız gerekir.
Taş baskı tekniğinden çok daha eski olan, Avrupa'da bilinen adıyla Chalkographie/Engraving, yani "Bakır üzerine iğneyle resim yapmak ve basmak" tekniğidir ve bu teknikle çizilen ilk karikatür örneklerinin, 19'uncu yüzyılın dergilerinde gazetelerinde boy gösterdiklerini biliyoruz.
"Bu tekniklerle basılan kitaplarda can vardır!"
(Galiba en iyi bu sözlerle ifade edebilirim)
Bugün bu tekniklerle basılıp çoğaltılan her eserin her nüshasının 'orijinal' sayılmasınnın nedeni de bu olmalı. Bu tekniklerin kullanıldığı eski eserleri, resimleri, haritaları elinize aldığınızda, bunların ne kadar özene bezene yapılmış ne kadar özel şeyler olduklarını, seri prodüksiyon ve sadece kâr amacından uzak olduklarını hissedersiniz. Günümüzün ofset tekniğiyle basılan piksel bazlı kitaplar anonimdirler ve bir obje olarak her bir kitabın kendine has karakteri yoktur, onlar birer ürün, birer metadır sadece. Eski zamanların kitapları gibi canlı, ölümsüz değildirler. 
Sahaf müdavimlerini oralara çeken, sadece kitap kokusu, merak ve taş baskının özgün kalitesi değildir elbette. Sahafta duran kitap, tarihin çemberinden geçmiş ve elenerek günümüze kalmış bir öz, bir tortudur. Sadece içeriği ve kokusu şekli değil, ruhu da önemlidir bu nedenle...
Sahaflardaki o pahalı muhteşem kitapları karıştırırken, estetiklerine de çok önem veren biri olarak, kitapların kağıtlarına, kağıdın o sepya rengine, sayfa numaraları yanında yer alan minik forma sayılarına, kitaba düşülmüş gizli notlara, arasına konmuş eski ayraçlara, ayrıntılara, ciltlenme tekniklerine, kitapların dışına kaplanan bezin kalitesine falan da bakardım.
Sonra birden bir gün...
Berlin'in tarihi semtinden birinde, yeşillikler içinde küçük bir butik kitapçıya düştm v orada birşey keşfettim.
İncecik tahtadan yapılmış özel bir kitap rafçığında, eski kitapların optik ve içerik özelliklerinin çoğuna sahip, incecik yeni kitaplar duruyordu. Birileri üşenmeyip, eski zamanların ruhunu yeniden üretmişti.
Normal kitaplardan daha büyük boyutlarda, ciltsiz, en fazla otuz-kırk sayfalık kitaplardı bunlar ve her biri bir sanat eseri kadar güzeldi. 19'uncu yüzyıl sonu ile 20'inci yüzyıl başında bir zamanda basılmış gibi duran, son derece zevkli kapak tasarımları olan, eski kitaplar gibi kalın sepya parşömen kağıda basılı, içinde taş baskı gibi illüstrasyonları falan olabilen, kenarları kesilmemiş kitaplardı. Bunun anlamı, çocukluğumda Türkiye'de gördüğüm, sayfalarını çakıyla keserek açmak gerektiren kitaplardı. Kısacası, okumak için satın almanız gerekiyordu (-yoksa ben bunları daha kitapçıda, ayaküstü okurdum mesela).
Kitapları keşfedebilmiştim, çünkü Berlin kitçılarına benimle eşzamanlı olarak, 1983'te düşmüşlerdi!
Friedenauer Presse yayınlarının kitaplarıyla, kiremit taşından yapılmış eski bir binanın zamin katındaki o şahane kitapçda tanıştım ve Freidenauer Presse'nin bazı kitapları, uzun süre kütüphanemin süsü olarak kapakları görünür vaziyette en güzel köşelerde sergilediler.
Yayınevi 1963'de kurulmuş ve 1971'e kadar otuzaltı kitap yayınlamış. Ben o kitaplarn hiçbirini görmedim. Ama 1983'den sonra yayımladıkları tüm kitaplarını takip ettim. Bir ara, kitapçıların kalitesini ölçmek için Friedenauer Presse kitapları satıp satmadıklarına baktığım, satmayan kitapçılara uğramadığım bir dönem de oldu! Yayınevinin 2002'de "Antiquaria, kitap kültürü ödülü", 2006'da da "Kurt-Wolff" ödülü aldığını belirteyim. Gerçi ödüller o kadar da önemli değillerdir bu alanda, ama Kurt-Wolff ödülünün verilme nedeni, burada anılmayı gerektiriyor: "Yayınevi, kitaplarına bir Fisiyonomi (Physiognomie) kazandırdığı için bu ödüle layık görülmüştür." -yani bir karakter yüzü kazandırdığı için...
Bu çok önemli bir gerekçedir.
Yayınevinin aynı seriden hangi yazarları yayınladığıyla -açıkçası ilk başta hiç ilgilenmemiştim. Kitapları da okumak için değil, seyretmek için alıyordum. Ama yayınevinin yazarları genellikle hiç tanınmayan ve satış riski içeren eski (ve nisbeten yeni) yazarlardı. Ödülün gerekçesinde yayınevinin bu cesareti de övülüyor elbette. Şimdi yayinladıkları son kitaplarından birine bakınca, gene sayfa sayısı dikkatimi çekti. August Strindberg'in "Vom Meer" adlı otuziki sayfalık kitabında üç kısa öykü yer alıyor. İsveçli yazar 1912'de hayata veda etmiş. Sandhamn'da telgraf memur yardımcısıyken yazdığı seyahat notları, zamanın dergilerinin ilgisini çekmiş. Strindberg, doğaya yeni bir bakış tarzı geliştiren biri ve kitaptaki öyküler de bu özelliğini yansıtıyorlar. Telgraf memuruyken yazar oluşunun öyküsü, bu öykülerle başlamış.
Yayınevi bu incecik muhteşem kitaplar serisini sürdürüyor ve bildik usulde kitaplar da basıyor elbette. Eskiden basardı ve ben onları özellikle görmezdim, -şimdi de görmeyelim ve o incecik kitaplarını bağrımıza basalım...