İki liseli kız ve metroda sabah...


Metroda gidiyoruz. Yanıma oturan iki kızdan, kumral olanı "Ayyyy!.." diye çınlayan bir reaksiyon gösterince gördüm -yoksa elimdeki iPad'e yoğunlaşmış vaziyetteyim, gözüm kimseyi görmüyor.
"Ay sms'i yanlış çocuğa gönderdiim!"
Onbeş-onaltı yaşlarında iki kız. Sürekli kıkırdamayı kesip çığlığı basınca başkalarının da dikkatini çektiler. Sabah. Metro kalabalık. Ayakta duranlar omuz omuza. Millet atlar gibi ayakta uyuma modunda. Böyle uyandırılmak çoğunun hoşuna gitmedi. Ama kızlara laf söylemeye üşendiler.
"Yanlış çocuğa 'Seni seviyorum' dedim! Hani şu paspal Berke var ya ona."
"Iyyy!.."
Ben bunu duyunca, gayr-ı ihtiyari gülümsedim. (Eskiler böyle derdi!)
Sarışın olan öne doğru eğildi, "Kız sen öyle şeyler söylüyo musun Kemal'e?"
"Seviyorum kızım seviyorum, Allah Allaah!.."
Sonra bu sözünü daha kısık sesle tekrarladı ve başını arkadaşının omzuna koyarak, yüzünü kızın sarı saçları arasına gizledi, ayaklarını iyice uzattı.
"Kemal'i seviyorum işte ne var?!.."
Diğer'i ona birşeyler söyledi ama benim dikkatim, hemen önümde ayakta duran iki kadına ilişti. İkisi de kırk küsür yaşlarındalar, kızların anneleri olabilecek kadınlar ve kızlara gözleriyle adeta, "Kız ağzını yırtarım senin o nasıl söz?!" tonunda bakıyorlar. (Yer de vermiyorlar tabii!) Hele biri dudaklarını da büzmüş, "Şimdi tokadı yersin"ler eşiğinde. İyi giyimli, beyaz yakalı kırk yaşlarında bir adam da uzaktan kızlara öyle bakıyor ki, "Hah babaları da buradaymış" diyeceğim. Kızların umuru değil. Onlar konudan konuya atlıyorlar ve hep gülüyorlar. Kumral kız bir ara bana dönüp kibar kibar, "Kitap mı yazıyorsunuz?" diye sordu. Açıkcası Evet, ama hiç sohbet havasında değilim, dikkatimi dağıtmaya pek niyetim yok, yazmaya devam etmek istiyorum. Çünkü metro, benim yazı yazdığım yerlerden biri.
"Evet..."
"Kitabın adı ne?"
"Daha koymadım."
(Aslında kitabın adını koydum tabii, ama söylesem, konu uzayacak!)
"Adınız ne?"
"Söylemesem" deyip gülümsüyorum. Benimle meşgul olmayı bıraksalar da devam etsem. Yanındaki sarışınla fısır fısır birşeyler konuşuyor, sonra bana dönüp, "Hiç yazar görmemiştiiim" diyor.
Birden kendimi sahneye çıkmış gibi hissediyorum, çünkü o dik bakışlar dahil, metroda duyan duymayan tüm uyuyan atlar uyanmış, beni kesiyorlar -bu arada bendeki dikkat sıfır. Ne yazdığımı ne yazacağımı unutuyorum. Sarışın olanı beni kurtarıyor.
"Ben yazar gördüm daha önce."
Yazar sohbetine kendi aralarında devam ediuorlar. Ama ikisi de tüm içtenlikleriyle öyle güleç bakıyorlar ki sonra, konuşmamak imkansız.
"Siz kaçıncı sınıfa gidiyorsunuz?"
Bu soru anca ilkokul ilk sınıf çocuklarına sorulur, ama benim aklıma da gele gele bu soru geliyor işte.
"Lise iki" diyorlar bir ağızdan.
"Ha öyle mi" falan gibi birşeyler geveleyip, iPad'de kitaplarıma dalıyorum, yazmak ne mümkün. Sonraki durakta el sallayıp, iyi günler diliyor ve iniyorlar.
Ve onlar inince, metronun içinden hayatın da onlarla birlikte indiğini düşünüyorum -bu yazıyı yazma nedenim de bu zaten.
Meğer o iki kız, canlı olduklarından rahatsız etmişler metro ahalisini. Sonra o karamsar, gülmeyen sessizlik metroya geri dönüyor. iPad'i çantama koyup insanların yüzüne tek tek bakıyorum -bakma sırası bende! O kadınlardan biri gözlerini hemen indiriyor. Baba ayakları attıran banka müdürü kılıklı adam bir süre sonra başka yerlere bakıyor, çünkü bakışlarım adamı oyabilecek kıvamda.
Bu kadınlar, bu erkekler, bir zamanlar o kızlarla aynı yaşlarda olduklarını, lisedeyken aşık olduklarını, her şeye nasıl güldüklerini tamamen unutmuş görünüyorlardı.
Metrodan, ıslıkla Glenn Miller'ın hayat dolu komik "Chattanooga Choo Choo"sunu çalarak indim...
Kalabalıktı. Ama bu parçayı ıslıkla çalmayı severim...
Merhaba hayat!

Küçük şeylerin büyük etkisi...

Hiç farkına varmadan ezdiğiniz bir kır çiçeği bile hayatınızı değiştirebilir, hem de sonsuza kadar...
Londra'lı hassas şair Helen Maria Williams, gazeteciliğin yeni yeni keşfedilmekte olduğu 1793 yılında otuziki yaşında, Paris'te bir İngiliz gazetesinin muhabirliğini yapıyor. Yıl, Fransız Devrim Anayasasının yazıldığı, XVI. Lui'nin giyotine gönderildiği, Marat'ın öldürüldüğü yıl. Ve yaşadığı küçücük olaylar üzerinden bütün bu önemli olayların hepsini etkiliyor. Helen, o devirde ondan beklediği gibi hanım hanımcık evcil bir kadın değil. Öyle görünmeye çalışıyor ama aslında hiç öyle biri değil. Erkek gazetecileri hayretler içinde bırakacak kadar girişken. Evli bir adamla ilişkisi var ve kendisi gibi bir de arkadaşı var. O da, Fransız İhtilalinin hareketli atmosferinde ortaya çıkan ilk önemli kadın hakları savunucusu Mary Wollstonecraft. Kadınlara sadece erkeğin hizmetçisi görevi biçen erkek milletini kızdırmakla meşguller. Mary de, Amerikalı bir maceracıyla hızlı aşk modunda. Farkına varmadan tarih yapan iki özgür kadın.
Hikayeye, yelkenli gemisiyle dünyanın etrafında yeniden turlamaya kalkan Georg Forster da katılıyor. Bu adam karısıyla sorunlu biri. İşte bu üç gerçek kişinin gerçek hayatlarındaki ayrıntıları anlatan bir kitabı okurken, küçücük şeylerin, tarihin gidişatını nasıl etkileyip değiştirebildiğini, özel hayatımızda yaşadığımız küçük, hatta küçücük şeylerin önemini, onların tarihin akışını bile değiştirebildiğini görüyorsunuz. Efsane insanların özel hayatlarına, onları hangi küçük şeylerin etkilediğine bakıp, hayatın asıl güzelliğinin ve heyecanlarının o küçük şeylerde gizli olduğunu bir kez daha farkediyorsunuz. Ve bunu anlamak için insanın kendine dürüst olması yetiyor. En son ne zaman bir tek çifte kavrulmuş fıstıklı lokumun, herşeyden daha önemli hale gelebileceğinin farkına vardınız? -Kelebek etkisi diye birşey duymuşsunuzdur mutlaka. Ama, bir tek nar tanesinin kırk yıl hatırının olabileceğini biliyor musunuz? Ya bir sarılışın hatırı ne kadardır?
Ben çalışırken masamda mutlaka küçük şeyler olur. Not defterimin kenarında kırmızı minik bir Matchbox traktör gezinir, minik bir kaktüs iPad'imin kenarından bana bakabilir, porselenden minnacık bir ayakkabı defterimin üzerinde durur. Bunların hepsi, bana güzel anları hatırlatan minik şeylerdir. O minik şeyler ve onların temsil ettiği güzel duygular olmadan, dünyada büyüklük de olmaz zaten. Herşey görecelidir. Ve herşeyin ebadı, verdiğiniz değer kadardır.

(Sözü edilen kitap: Ursula Naumann, "Auf Fosters Canapé", 2012)

Christoph Waltz

Hani bazen sorulur ve ânında cevaplanır ya:
“En iyi sinema oyuncusu kimdir?"
ben böyle toptancı soruları doğru bulmam, pek de yanıtlamam. Böyle değerlendirmeler görecelidir. Belli rolleri veya tipleri belli oyuncular daha iyi oynarlar -falan. Ama herkesin gönlünde, kendine göre gizli bir aslan yatar. İçinizden "gene de en iyisi şudur” dersiniz...
Erkek oyuncular arasında benim gönlümde bir Robert De Niro aslanı yatardı. Galiba 1984’de Sergio Leone’nin çektiği “Once Upon a Time in America” (Bir zamanlar Amerika) adlı italo-gangster filminden sonra bu kanıya vardım. böyle kesinlikler çabuk oluşmaz bende. De Niro gözümde, çevirdiği hamburgerci tipi vasat aile komedileriyle bitti. Son on yıldır da -açıkçası gözümde böyle yüksek kalitede sinema aktörü yoktu.
(Kim? Tom Cruise  mu, yoksa Bradd Pitt mi? kuşkusuz Hayır.)
Sonra birgün Quentin Tarantino 'nun “Inglorious Basterds” filmini seyrettim ve Alman bir arkadaşımın deyimiyle, "Çenem yere düştü”, ağzım açık kaldı. Daha önce sinemada hiç görmediğim Christoph Waltz adlı Avusturyalı bir oyuncu, son on yıldır standart olmuş orta karar oyunculuğu bir anda kaldırıp atıyordu. Filmde Nazi subayı Hans Landa diye “neşeli” (yani bir tür kara mizah/hiciv sahibi) , “kültürlü" (yani ukala) bir tipi öyle başarıyla oynuyordu ki, adeta yeni bir “kötü adam tipi” de yaratıyordu -nitekim kendisiyle yapılan söyleşilerde bu tipin geliştirilmesinde kişisel katkılarının olduğu da görülüyor. Walz, filmin tamamında, diğer oyuncuların biteviyeliklerinden daha farklı bir kişilik olarak da göze çarpıyor -ki üzerinde düşünmeye değer.
Christoph Waltz, bu rolü için Golden Globe ödülü yanında bir de Oscar ödülü aldı ki benim için özel bir önem taşıyor. Waltz, 1962’de Oscar alan Alman Maximilian Schell’den sonra bu ödülü alan ikinci Alman (aslında Avusturyalı) oyuncu. Schell'i ünlü "Topkapı" filminden hatırlayacaksınızdır.
Geçtiğimiz günlerde Tarantino'nun son filmini gördüm. Orada Alman bir kafa avcısı kovboyu oynuyor. Italo-Western tadındaki “Django Unchained” filmini herkese öneririm. bu filmle ve Waltz’la ilgili yeniden yazmayı düşündüğüm için, oyuncunun ve canlandırdığı tiplerin, bu tiplere yaklaşımının türüne ve tarzına girmiyorum. Ama şurası kesin: Yeniden içimden, “en iyi oyuncu odur” dediğim biri var. Ve o oyuncunun adı Christoph Waltz.

Nefertiti nerdesin?


"Neferneferuaton Neferetiti..."
"Aton'un Güzellikleri Güzeldir, Güzel Kadın Geldi..."
Resmi adı böyle...
Nefertiti, "Güzel Kadın Geldi" demek. Sevdiği adam ona böyle sesleniyor!
Berlin Mısır Müzesinde onun bire bir kireç taşından yapılmış büstünü saatlerce seyrettiğimi hatırlıyorum. Cam bir kübün içinde durur. Ona üçyüzaltmış dereceden, dört bir yanından bakabilirsiniz. Yüzünde gizemli, utangaç bir gülücük...
Onun hikayesi, birçok kraliçeye göre sıradandır ama 1913'te büstü keşfedildikten sonra dünyaca tanınmış bir kadın olur.
1912'de Amarna'da başlıyan kazılar sırasında bir binalar kompleksi keşfedilmiş. Binalardan biri, Mısırlı heykeltraşların eğitildiği bir okul ve binanın deposunda, sipariş edilip henüz alınmamış heykeller bulunmuş. Nefertiti'nin orijinal boyutlardaki büstü de oradaymış, boyanmış, hazır duruyormuş. Ama anlaşılan, heykeli almaya gelen olmamış...
Nefertiti'nin hikayesinin en ilginç ve önemli yanı, muhafazakarlığı ve magazin kısmı. Evet. Hayatının çeşitli anlarını gösterir heykel çalışmları bulunduğuna göre Nefertiti bu heykelleri bir tür Magazin haberleri gibi kullanıyormuş. Nefertiti çocuklarıyla, Nefertiti kocasıyla. Nefertiti yürürken...
Kocası IV. Amenophis, Güneş Tanrısı Aton kültünü ve ibadetini başlatınca, Nefertiti buna çok kızıyor. "Nene lazım yeni din" diyerek kocasını fena halde haşlıyor! Ama Firavun adını bile değiştirip Echnaton adını alıyor. "Aton rahimdir/lütufkardır" anlamına gelen yeni adına bir de yeni Başkent yaptırıyor: "Achetaton" (Aton'un Ufku). Bütün bunları, rahiplerin gücünü kırmak ve onların kontrolünden çıkmak için yapıyor. Ama eski Başkent Theben'deki rahipler onu rahat bırakmıyorlar -bunda haksız da sayılmazlar! Çünkü Echnaton, esasen irili ufaklı bütün tanrıları gölgede bırakan tek bir Tanrı'ya, Aton'a tapılmasını istiyor. Onun dininde diğer Tanrılar önemsizleşiyorlar ve tabii bu da rahipler elitinin hiç hoşuna gitmiyor.
Nefertiti, kocasının dinine kararlılıkla karşı çıksa da, kocası Echnatonu büyük bir aşkla seviyor ve ona altı kız çocuk doğuruyor. Yeni başkent M.Ö. 1350'de tamamlandığında genç bir kadın olan Nefertiti, kocasından daha uzun yaşamış. Firavunun mezarı bulundu. Onun yanında, Nefertiti'den olan ve 17 yaşında ölen kızı Maketaton yatıyordu ama Nefertiti'nin mezarı boştu. Sipariş ettiği büstü neden almadığı, ailesine ait heykellerin yapıldığı okulun neden kapatılıp öylece ortada bırakıldığı bilinmiyor.
Nefertiti binlerce yıldır kadınlığın sembollerinden biri olarak tüm güzelliğiyle yaşıyor ve sonsuza kadar da yaşayacak. Ama nerede? İşte o bilinmiyor!

Klasik pop ve Cem Karaca...

"Babanız vefat etmiş, başınız sağ olsun."
Başını sallayıp, "Teşekkür ederim" diyor ve acı acı gülümsüyor. Cem Karaca'ya, babası Mehmet Karaca'nın vefatından hemen sonra Frankfurt'ta bir konser öncesinde bu sözleri söyleyen talebe benim ve daha sonra inanamayacağım kadar sakinim. Karşımda idolüm duruyor ve ben bu kadar sakinim -inanamıyorum!.. Tüm şarkılarını ezbere bilip söylediğim dev sanatçı...
Cem Karaca'nın yanında dört-beş kişi. Küçük salon dolu. Birazdan ortalık şarkılarıyla ve sloganlarla resmen yıkılacak ve ben -tüylerim diken diken- onu dinleyeceğim, tüm şarkılarına eşlik edeceğim...
Cem Karaca'nın öldüğü falan yok. 'Şeyh Bedrettin Destanı' yorumunu daha bu sabah dinledim ve üzüntüden/öfkeden boğulacak gibi oldum. Nazım Hikmet'ın sözleriyle bu uzun şarkı, "İriş Dede Sultan'ım iriş" diye biter. Söyleyen de, çarmıha gerilip çivilenmiş olan Börklüce Mustafa'dır -onu oraya çivileyen de "Şalvarı şaltak, eğeri kaltak Osmanlı. Ekende yok biçende yok, yiyende ortak Osmanlı"dır...
Pop Müzik, dünyada ellili yıllarda piyasaya çıktığında, Türkiye Klasik Türk Müziğinin tüm bestekarları ve ihtişamıyla yaşamaya devam ettiği bir yermiş. Pop müziğin Türkiye'de bir yer edinmesi 1960'larda başlamış. Aranjmanları duymuşsunuzdur. Ama Türkiye'nin o on yıllık tek özgürlük ve kültür patlaması döneminde (1960-1971) doğan sanatçılardan biri de Cem Karaca'dır işte ve o muhteşem sesiyle, tarzıyla, 'Anadolu Pop' (veya Rock) denen (bugün 'Protest müzik' gibi beğenmediğim bir adla anılan) müziğin pirlerinden biridir. Evet o bir 'Pir'dir ve bu tip titrleri sahiden hak eden nadir adamlardan biridir Cem Karaca.
Pop müziğin yükselişiyle klasik müzikler geri çekildi. Batıda Bethoven ve Bach yerine pop dinlendi, burada da Dede Efendi'ler ve Münir Nurettin'ler gidip Anadolu Pop geldi. (Onun dışındaki Pop bu yazının konusu değil).
Klasik Müziklerin pop versiyonlarıyla topluma dönüşü, Batıda Richard Clayderman, André Rieu gibi popüler müzisyenler ile olduysa, Türkiye'de Emel Sayın'lar Zeki Müren'ler yakın zamana kadar müziğin temel direkleri olarak varlıklarını sürdürdüler. Şimdi adına (nedense) "Sanat Müziği" denen popüler klasik Türk Müziği de önemli ölçüde kayboldu. Halk müziğini unutmayıp, pop halinde, politize gençliğe maledenlerin/kazananların başında Cem Karaca gelir. Toplumsal mücadele geleneğinin yeniden canlanmaya başladığı Türkiye'de Cem Karaca'nın sesi beni gene allak bullak ediyor. "İriş Dede Sultan'ım iriş" deyince gene ışığı görüyorum -ve oradaki tahta kılıçlı erenlerin kutlu ordusunu...

Şarlo'nun hocası Max...

Çocukların en çok güldükleri filmler, hâlâ o ilk siyah-beyaz filmlerdir. Sinemanın çocuklarla aynı beden dilini konuştuğu ilk zamanlarda kahramanların başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmez, düşerler kalkarlar, dayak yerler, ama hiç birine cidden birşey olmaz. Max Linder, komik sinema camiasının ilk starı. Silindir şapkası, smokini, çizgili pantolonu, düğmeli beyaz tozlukları ve son dedece düzgün afilli bıyığıyla, tam bir zamane küçük burjuvası, zamanın sevimli bekarı, Charlie Chaplin, Harold Lloyd, Buster Keaton gibi sessiz sinema starlarının gizli ustası. 1960'ların ilk yıllarında tamamen unutulmuş biriyken adı bugün pek bilinmese de komedi sinemasının perdelerini ardına kadar açan sinema oyuncusu. Üstelik açılışı Amerika'da dağil Fransa'da yapıyor ve her filmde aynı Max tipini oynayarak, dünyanın her yerinde geçerliliğini koruyan dizi film tutkusunu da resmen başlatan kişilerden.
    Fıkır fıkır hareketli ilk sessiz filmler, asla gözbayıcılık yapmazlar. Radikal bir gerçekçilik, bu filmlerde yeri göğü sarar. Bugün bilgisayarlarla "animasyon" sayesinde sergilenen mucize hareketler, eski filmlerde tamamen gerçektir. Hatta öyle ki, telgraf telleri üzerindeki sahnelerin çekimleri sırasında bile, modern sporlara meraklı Max'ın aklına, dublör kullanmak gelmez. 1910'da kariyerinin zirvesinde her hafta bir film çektiği dönemde geçirdiği tehlikeli bir kaza yüzünden bir süre beyaz perdeden ayrı kalmak zorunda kalır. Tekrarı bazen imkansız gibi görünen ve akrobasiyle akrabalığa varan bu hareketleri sirk numaralarıyla kıyaslamak mümkündür.
    Chaplin'e ilk komik figürlerini ve sinemada komikliğin teorisini öğreten Max, Şarlo gibi asosyal biri değil, düşkün bir fukara hiç değil. Çalışmadığı halde zenginler gibi yaşamak isteyen biri o. Yaşadığı dönemde Parisli karınların ideal bekar erkek tipi haline gelen bu adam hep komik durumlara düşer. Max hem zenginleri hem fakirler güldürür, çünkü iki kesime de dahil olmayan bir özentidir aslında. Max tipinin yakaladığı ve ardılı komik adamlara örnek olan başarısı biraz da buradan geliyor. Zenginler, bu özenti tipin kendileri gibi olmak için çabalarken düştüğü durumlara gülerken, fakirler de bunu bir türlü beceremeyişine gülerler.
    Paris'te onun adını taşıyan Ciné Max salonu, o yillardan beri sinema oynatmayı sürdürüyor. Adı "Max" ile biten sinema salonları da onun adını yaşatmayı sürdürüyor. Birinci Dünya Savaşının başladığı 1914'de Max, İspanya'dan Rusya'ya kadar tanınan, gösterilen filmlerinden önce bizzat canlı şov yapan bir sanatçıymış. Hatta Moskova'daki gösterisinden sonra tren garına dönerken öyle bir izdiham olmuş ki, polis ordudan yardım istemek zorunda kalmış. Max, savaşa katılan ilk gönüllüler arasında. Ama bir zehirli gaz saldırısından etkilenip birkaç ay sonra terhis oluyor ve sağlığı bozuluyor, bir türlü tam olarak iyileşemiyor.
    "Les debuts de Max au cinéma", Sadece yedi dakika süren, film içinde film. Artist olmak isteyen kahramanımız, iki kadın tarafından bekleme salonunun pencereden karga-tulumba dışarıya atılıyor. Düştüğü yerde karşısına çıkan iki kişiyle dalaşıp onlardan bir temiz dayak yerken, orada tesadüfen çekim yapan kamera timinin kadrajına giriyor. Gaz tenekesinden hallice iri ahşap kamera, pataklanma olayını öyle güzel yakalıyor ki, sonunda dağılmış durumdaki Max'dan kameraya bakıp gülümsemesini bile istiyor. Sinema macerası düşe kalka başlasa da, daha bu kısacık filmler döneminde bile çok ciddiye alınmış. Max rolünü oynayıp Max Linder takma adını kullanan başrol oyuncusu Gabriel Maximilian Leuvielle dışındaki oyuncuların rol adı, gerçek adlarıyla aynı. Sinema, tarihinin en başından itibaren tiyatrodan farklı birşey olduğunun bilincinde.
    Savaş sonrasında Max'ın başına gelenin çaresi yok: Savaş öncesi zevkli hayatın ve estetik anlayışın bir ifadesi olan "Belle Epoque" sona eriyor, zevkler değişiyor. Max Linder bu değişime kısmen ayak uydurmuş görünse de, devir Şarlo'ların devri. Yeni komik sessiz sinema, yeni kahramanlarıyla ortalığı kasıp kavururken Max bir iki başarılı sayılabilecek film yapıyor elbette, ama devrin değiştiğini iyice anlamış bulunuyor.
    Max Linder 1924'de onyedi yaşındaki Jane Peters adlı kıza aşık olup evleniyor ve 1 Kasım 1925'de bir otel odasında önce karısını vurup intihar ediyor. Kötü biten bu hikayenin devamı var. Max, İkinci Dünya Savaşından sonra zevkler ve renklerin bir kez daha kökten değiştiği dönemde tamamen unutulmuş biriyken 1963'de hakkında çekilen bir belgesel filmle hatırlanıyor ve sessiz sinemanın ilk büyük komiği olarak tarihte hak ettiği yeri alıyor. Max Linder hakkındaki filmi çekip onu dünyaya hatırlatan kişinin adı Maud. O, Max'ın tek kızı...

"Les debuts de Max au cinéma"Reji: Lucien Nonguet.
1907, Fransız yapımı.
Oyuncular: Max Linder, Georges Monca, Lucien Nonguet, Charles Pathé.

Dişi aslan Elsa...


İstanbul gerçekten heyecan verici bir yer. Özellikle sürprizleri inanılmaz. Muhteşem bir kadından şirin hediyeler alıp onunla Galata Kulesi'nden Haliçi seyrediyorsunuz, sonra gök ve deniz ateş kırmızısından derin maviye kadar tüm renkleri cömertçe sergilerken ışıltılı Beyoğlu'na akıyorsunuz ve orada sahaflarda hiç ummadığınız kitaplar buluyorsunuz.
Ben Walt Disney'in aslanlı filmlerini sevmem. Çocukluğum daha önceye, farelere ve Goofy'lere dayandığından, aslanlar, benim çizgi filmlerle değil de daha çok genç kadınlarla ve devrimle ilgilendiğim dönemlerin ürünü. O yüzden "Aslan Kral" ve sonrasının "Narnia Günlükleri"nde konuşan aslanlara yabancıyım. "Orman Kitabı"nın kötü kalpli Shir Khan'ını bilirim elbette, tabii o da bir kaplandır zaten. Rudyart Kipling'in ünlü romanını okumadım, ben 1967 yapımı Disney filmini ve oradaki dansları severim. Kızkardeşim bu filmi çocukken sinemada bir okul arkadaşıyla seyretmişti, (kızın adı Silke'ydi galiba) sahneleri ezbere bilir ve anlatırdı.
Ben iyi aslanlardan bahsetmek istiyorum. Elsa öyle bi' aslan!..
Asurlar, yeni doğmuş aslan yavrularını eğitip, avda kullanıyorlarmış. Hayvanlar, sahiplerinin avladığı hayvanları yemeyip sahiplerine bırakıyorlarmış. Asurlar, Çitaları da av hayvanı olarak eğitmeyi başarmışlar. Bugün böyle aslanı olanlar da yok, kimse de avlanmıyor, zaten hayvanlar o kadar azaldı ki, avcılara sempati besleyen insan da yok -doğrusu da bu zaten. Ancak tek tük sirk sahipleri, nesli tükenmiş meslek erbabı, evlerinde reklam niyetine aslan bulundurup resim çektiriyorlar, sonra gene kafeslerine tıkıyorlar hayvanları. Bugün İstanbul sahaflarında bulduğum kitap, dişi bir aslanla ilgili. 1962 yılında basılmış "Frei Geboren" (Hür doğdu) adlı bir güzel kitap. Bir dönem Afrika'da yaşamış Avrupalı bir ailenin, orada evlerinde büyüttükleri aslanlarıyla yaşadıklarını ve bu mükemmel hayvanın karakterini, ikiyüz elli sayfalık fotoraflı bir kitapla anlatıyor. Aslanın adı Elsa. O bir dişi ve insanlarla birlikte ilk üç yılını geçirdiği evde, hayvanların gerçekten de kendi güdülerine hakim olabildiğini, efendilerine ait avları ve yiyeceklere el/pençe sürmemeyi öğrenecek kadar asil ve uygar bir hayvan olduğunu sahiplerine kanıtlamış.
Kitabı okurken en büyük üzüntüm şu oldu...
Artık, devletlerin kontrolü dığında, tamamen özgür ve dünyanın gözünden uzak bir hayat yaşanamadığını ve böyle hoş maceraların yaşanabileceği bilinmeyen yerlerin de bulunmadığını anlıyorsunuz. Günümüzde, Avrupa'da veya dünyanın başka bir yerinde oturan insanlara yabancı hiçbir yer yok. Google Earth'den bir tıklıyorsunuz, dünyanın istediğiniz yerini anında ekrandan görebiliyorsunuz. Dünyanın bekareti kalmadı. Artık bu dünyada macera da yaşanamıyor. En azından böyle aslan gibi maceralar sona ermiş bulunuyor. Kitapta olanların geçtiği yer Kenya'nın kuzeyi. 1962'de Kenya o zaman henüz İngiliz sömürgesi ve ancak 12 Aralık 1963'de bağımsızlığına kavuşuyor. Jomo Kenyatta 1964'de Kenya'nın ilk Cumhurbaşkanı seçildiğinde, Elsa, altı yaşında bir aslan olmalı. Kenya'nın özgür aslanlarından biri. Jey Adamson ve George Adamson'un raporlarından ve fotoraflardan oluşan kitap, dünyanın hangi güzellikleri kaybettiğinin bir belgesi gibi. Ama asıl kaybedilen, özgür bir ruh elbette. İşte tam da bu noktada, o kayıp ruhun yeniden kazanılması için her türlü çabaya değeceğini düşündüm. İnsanlar bugünün savurgan ve rahatçı gevşekliklerini bırakıp, yeniden doğa ile birlikte yaşamaya karar verirlerse, belki de yepyeni bir çağ başlayacak. Bence böyle kitapları gençler de okumalı ve bu cennet dünyaya sahip çıkmalılar, rahatlığın mıymıntılığına teslim olmamalılar ve dünyanın betona boğulmasına kesinlikle izin vermemeliler. O zaman aslanlar, insanlarla yeniden dost olacaklardır. Bundan eminim...