Gece elbisesiyle satranç oynayan kadın...

Satranç ustası Elisabeth Paetz
Satranç oynar mısınız? Ben oynardım...
http://konstantiniye.blogspot.com/ Çocukluğumun İzmit'inde, piyasada satranç takımı diye birşey hiç görmediğimden, kurallarını nereden okuyup öğrendiğimi hatırlayamadığım satranç takımımı kartondan yapmıştım! Tüm taşların şekillerinin çizili olduğu karton figürlerin 64 karenin üzerinde nasıl hareket ettiklerini mahallede anlatınca oynamaya başladık. Önce komşu çocuklarıyla, derken akraba çocuklarıyla satranç turnuvaları bile yaptık.
Satrançı yeniden, Berlin'de keşfettim. Katalog kalınlığında küçük ama özenerek basılmış satranç kitapları vardı. Tüm ustaların oyunlarının kaydedildiği böyle kitapları -meraktan, alıp inceledim. Dergiler de vardı ve şifre gibi yazıları ve işaretleriyle ilgi çekiciydiler. Daha sonra yani bir satranç tribi yaşamadım değil ama olay kapanmıştı, -ta ki İstanbul Satranç olimpiyatlarını görünceye kadar...
Ağostos'un sonunda, yılın en sıcak günlerde, klimalı devasa salona girdiğimde, sersemlememek için bir kenara tutunmam gerekebilirdi, çünkü salondaki uzun masaların iki tarafına dizilmiş milli satranç takımları başka milli takımlarla oynuyorlardı ve o dev salonda çıt çıkmıyodu. Erkek ve kadın takımlarının ayrı ayrı oynadığı masalarda, Togo Ruanda'ya karşı, Jamaikalılar Lichtensteinlılara karşı, Etiyopya Sudan'a karşıydı. Kadınlarda Kenya Afganistan'a karşı oynarken, Lübnan Filistin'e karşıydı. Bu ve bunun gibi eğlenceli eşleşmeler vardı salonda ve satranç tahtalarının üzerindeki taşlara göz atmadan gezemeyen insanlarla doluydu salon. Eşleşmeler ve masalardaki küçük bayraklar o kadar eğlenceli, komik ve hatta trajikomikti ki, bir ara satrançı da unutup, dünyanın öbür ucundan gelmiş Orta Amerikalı, Asyalı, Afrikalı genç kadınları, erkeklerin kılık kıyafetleriyle, hareketleriyle ilgilenmeye baladım.
Başörtülü Iraklı kadınlar, Paraguaylı kadınlara karşı...
İsrailli kadınlar, tüllü Hint kadınlarına karşı...
Amerika, Moğolistan'a karşı...
Ve ilk şaşkınlıktan sonra işin havasına girmeye muvaffak oldum. Orada bir masa vardı orda. Ve o masa, beni meraklandıran asıl masaydı! Çin, ABD'ye karşı!..
Bütün gazeteciler, fotomuhabirler, o masanın etrafındaydılar. Ve bu hengamede arada duyulan öksürük sesleri dışında çıt çıkmıyordu. Sadece basın, hakemler ve antrenörlerin girebildiği oyun sahasını bir başından bir başına yürüdüm ve o başı kalabalık masaya geri döndüm. O an, dünyanın en önemli satranç oyuncularından Nakamura, önemli bir Çinliye karşı oynuyordu. Bir hamle yapıp kalktı ve sıradan biri gibi salonda dolaşmaya başladı. Onu ilk kez görüyordum. Otuzlu yaşlarda, özgüveni son derece yüksek, siyah parlak saçlı bir Asyalı. Siyah bir tişört giymişti. O haliyle sıradan bir turistten farksızdı. Amerika'da doğmuş bir Japon o. Her usta gibi, oynadığı tahtadaki taşları ve bundan sonraki birçok hamleyi aklından sağa-sola sürmeye devam ediyor olmalıydı. Hemen komşu masada, Çinlilerin en az Nakamura kadar tanınan kadın yıldızı Hou oynuyordu. Uzunca boylu güzel bir kadın. Karşısındaki Kazakistan takımını adam yerine koymadığı her halinden belliydi. Bir süre sonra o da yerinden kalktı ve salonun kenarındaki reklamlara yaslanıp etrafını dikizlemeye başladı.
Bu arada fısıldaştığım, satranç hastası bir diplomat, Hintlilerin de böyle bir satranç ustasına sahip olduğunu, adının da Vishy Ananad olduğunu anlattı ve Putin muhalifi eski satranç ustası Kasparov'un gene eski bir satranç ustası olan Karpov tarafından ziyaret edildiği konusuyla sözlerine devam etti. Karşımda kocaman yeni bir dünya vardı ve bu dünya, İstanbul'a, ayağıma kadar gelmişti...
Oyuncuların çoğu, dikkat çekmeyecek şeyler giymişlerdi. Tişörtler ve kot pantolonlar ağırlıktaydı. Afgan kadınların gevşek başörtüleriyle satranç oynamaları, en sevdiğim görüntülerdendi -ve Jamaikalılar. Simsiyah tenlerinin üzerine, milli renklerinden oluşan parlak renkli eşofmanlar giymişlerdi, her birinin oyun tahtasının yanında da küçük bir Jamaika bayrağı "dalgalanıyordu". Orada benim merak ettiğim, Türk ve Alman takımları oldu tabii. Yanlarında sessizce durup oyunlarını kestim -ama Alman takımındaki bir oyuncu özellikle dikkat çekiciydi.
Bu genç kadının üzerinde, somon rengi dekolte bir gece elbisesi vardı, saçlarını özenle taramıştı. Ojeli parmaklarını uzatıp taşlarını hareket etirirken, hem tam bir kadın, hem de gözükara amansız bir mücadeleci olduğu anlaşılıyordu, ünü şimdiden satranç dünyasını tutmuştu. Elisabath Paetz'in bu kadar genç biri olduğunu bilmiyordum. Zorlu rakibiyle didişirken, pek de kadınsı olmayan, ama çocuksu sayılabilecek hareketler yapıyordu, sonra yeniden ciddileşip kadın kadıncık oluyordu. O kadar sabrım olmadığından, oyunun sonuna kadar yanında kalamadım -konuşmak zaten yasaktı- ama bir şey öğrendim. Bu güzel kadın, Türkiye'deki genç satranççıları çalıştırması için İstanbul'a davet edilmişti. İş Bankası'nın sponsorluğundaki bu harika bir olayın üzerine gene harika bir bilgi. Salondan çıkarken ona son bir kez bakıp içimden başarılar dilerken, sandalyesine astığı küçük çantasını gördüm. Elbisesiyle uyumlu küçük şık bir kadın çantasıydı...
Dışarıda karşılaştığım iki tıfıl satranç meraklısından biri, alenen Türk milli takımındaydı ve benim satrançı öğrendiğim yaşlardaydı. Daha da minikken başlamış oynamaya, şimdi gelecek vaadeden oyunculardan biri Can Özrifaioğlu. Daha dokuzunda, ama oho! Türkiye'de yeni bir satranç oyuncuları kuşağı yetişiyor ve kocaman gözlerle Nakamura'ya, Hou'ya bakarken, bir taraftan da Elisabeth gibi ablalarından satrancın ruhunu öğreniyorlar. 'Satranç' sözünü bir kenara yazın. Geleceğin yıldızları arasında Türkler de olacak.