Beyoğlu'nda bir aydır sıkça gittiğim kahvenin müdavimlerinden biri de üç renkli kedi 'Işıl'. Benim Avrupalı dostlarım, üç renkli kedilerin uğurlu olduklarını söylüyorlar. Bu iyi karakterli, ille de gelip çeperimde bir yere veya bana adeta bitişik oturan ve çizgi romanlardaki Meksikalı kovboylar gibi yayılıp yatan kedi, öğleden sonraları üçten sonra kahveye düşüyor. Pür özgüven, kahveyi baştan başa yürüyüp önce bir piyasa yapıyor, sonra kahvedeki yerini alıyor. Kahvenin diğer müdavimleri olayı bildiklerinden, onun kahvede babasının dükkanı gibi dolaşmasını seviyorlar, hatta ona saygı bile duyuyorlar ve mıncıklayıp duruyorlar. Kediler, aşırıya kaçan sevgi gösterilerine tırmıkla veya sivri dişleriyle yanıt veren özgür hayvanlardır. Bu kedi, canı yanmadığı takdirde, bir yerine düğüm de atılsa okşanmalara, ellemelere, dürtmelere, hatta şaka yollu tokatlamalara izin veriyor. Gerçi bunun sınırlarını da gördüm. Kıçıyla başını birleştiren bir mıncıklama numarasına, dişlerini geçirerek karşılık verdi. Ama o şartlar altında bile ölçülü davranıyor, ısırıklarını "iktisatlı" kullanıyor, kimsenin canını çok yakmıyor!..
Jean Cocteau, kedilerin zaman içinde, yaşadıkları mekanın görünürdeki ruhları haline geldiğini söyler. Montaigne de, kediyle oynarken onun mu kediyle oynadığını yoksa kedinin mi onunla oynadığını bilemediğini anlatmış bir zamanlar. Bence kediler insanlara yukarıdan bakabilen nadir hayvanlardandır ve Akif Pirinççi'ye de aynen katılırım, "İtalyan tasarımcıları bir hayvan tasarlamaya kalksalardı, kesinlikle kedi tasarlarlardı".
Kedileri seven biri olarak, Işıl'ın geceleri bu kahvede kalıp, sabahları kahve açılınca Beyoğlu'nu arşınlamaya çıktığını ve geceleri sekiz sularında da bir ara kaybolduğunu, dedektif gibi izini sürerek öğrendim. Işıl'ın fotoraflarını Twitter'de yayınladığımdan beri, hakkında yorum falan da yapıyor dostlarım ve şimdiye kadar duyduğum en iyi yorum, onun eski bir kahve müdaviminin reinkarnasyonu olabileceği! Tabii yorumun, hayalin ucu bucağı yok. Ama iş dil konusuna gelince, orada bir "ilginçlik" var ve bunu anlatmalıyım...
Türk kedileri, "Pisi-pisi-pisi" deyince bakan güzel yaratıklardır. Bu kedi dilini her Türk bilir ve onları sevmek için, ya da hamsi falan vermek için falan "Pisi-pisi" diye çağırır. Türkiye'nin sokak kedileri, bu coğrafyanın insanlarıyla ortak dil kurma çalışmalarına kaç bin yıl önce başladılar bilemem, ama bu "Pisi-pisi" lafını Türklere nereden nasıl söyledikleri ya da söylettikleri de kendileri gibi bir muamma.
Çin'de Beijing'de gri damlı tek katlı eski Çin evlerinden birinin üzerinde kaplan gibi kurumlu bir kediye Türkçe "Pisi-pisi" deyince dönüp de bakmadı bile. Ortalıkta pek görünmeyen, ama hep damlarda, tesadüf ettiğim kedilerin hiç birinin "Kedi Türkçesi" anlamadığını görünce önce biraz şaşırıyorsunuz tabii, ama başka ülkelerde de bu dil konuşulmuyor. "Pisi-pisi", enternasyonal kedice diline dahil olmayan, Türkiye'deki kedilerin anladığı bir dil. Aynı şey Avrupa'da da başıma gelmişti. Orada da "Pisi-pisi"den anlayan Avrupalı kedi görmemiştim...
Işıl, İstanbul'un göbeği Beyoğlu'nda, yazar-çizer tayfasının da takıldığı bir kahvenin müdavimi olarak Kedi Türkçesi de anlıyor olmalıydı. Ama, kahveye düşen çaylakların "Pisi-pisi"lerini takmıyor. İşte burada uyandım! "Pisi-pisi", sokak kedicesi, hatta belki kedi argosundan bir laf olmalıydı Türk kedileri için. Allah bilir bu lafı tekrarlayıp dururken hilallenmiş ay dede gibi sırıtan Türklere, kendi aralarında "Hanzo" falan gibi bir de ad takmışlardır; kediler akıllı yaratıklardır ve çıkardıkları sesleri analiz eden bilimcileri bile yüzden fazla ifade biçimleriyle şaşırtıyorlar. Sadece kahvenin değil, Beyoğlundaki mahallenin de ruhu olmaya aday Işıl'ın, böyle "düşük" argo Kedi Türkçesini ve o dilin sahiplerini kaale almaması normal. Eh ben de utanıp "Pisi-pisi"lere son verdim. -Belki o yüzden bana yakın duruyor, ya da ben kendi kendime gelin-güvey oluyorum!