Marcel Proust, Rolf Knie, Bugatti ve diğer sohbet konuları...

Bazen birinin dünyasına misafir olup, onunla yolculuğa çıkmak çok keyifli olabiliyor, hele o kişi iyi tanıdığınız ve sevdiğiniz biriyse...
Aslında sohbeti o başlattı. Uçağa atlayıp geldi ve beni önce Marcel Proust üzerinden yakaladı. Yazarı sistemli bir şekilde okuyor ve "Toplu eserler" okumayı bir adet haline getirmek üzere. Evet ben de Proust severim, birkaç şey de okudum ama kızkardeşim gibi, 13 ciltlik, üçbin sayfalık (Almanca) külliyatının tamamını okumayı hiç düşünmemiştim. Zaten buna ne zamanım ne de arzum var, ama Türkiye'de de böyle bir alışkanlığı özendiren çok güzel kitaplar var artık. Mesela Yapı Kredi Yayınlarının o özel tasarımlı, incecik kağıda basılan bin küsür sayfalık Delta kitapları dizisinden çıkan "Kayıp zamanların izinde" ciltlerine imrenirim. Aynı seriden bir de Nazım Hikmet kitabı yayımlandı ve şimdi ben o kitaba takmış vaziyetteyim. Kitapdaki şiirlerin çok büyük çoğunluğunu okumuş olmama rağmen, o şık kitabı alıp sonuna kadar okumak istiyorum. Bu arada yazarların toplu eserlerimi okumak sabrını da kardeşimden öğrenmeye çalışıyorum. O, bir külliyatı okurken, ara verip, başka kitaplar okumanın, yazarın dünyasından çıkmak anlamına geldiğini ve bunu asla yapmadığını söylüyor. Halen Proust'un Suhrkamp yayınlarından çıkan toplu eserlerinin onuncu cildini devirmiş durumda, imrenmemek elde değil. Daha önce Gustave Flaubert ve benim açıkcası elimi sürmediğim başka klasik yazarlar da "repertuvarına" dahil olmuş. Ben, iPad'imdeki tüm Murakami Haruki kitaplarını okusam, "Murakami'nin toplu eserleri"ni okumuş olur muyum? Hiç sanmıyorum. Kitapların hepsi aynı seriden, aynı tornadan çıkma bir "toplu eserler" serisi olmalı, hatta onları birarada tutan bir kutuları olmalı -tıpkı Delta dizisinde olduğu gibi, Suhrkamp yayınlarında olduğu gibi...
Sistemli okumalar güzel, görsel sanatlar daha güzel. Ben sinema seyircisiyim, tiyatroya çok nadir giderim, kabareye uzun zamandır hiç gitmem gibi birşey, işte tam bu noktada ortak bir yanımızı da hatırladık bu arada: Rolf Knie...
Bu adam, isviçreli bir Kaberetist, sirk göstericisi ve palyaço. O köşeli aksanıyla hem çok iyi espriler yapıyor, hem de bunları, fizik kanunlarıyla dalga geçen görsel numaralarla destekliyor. (Eski popüler bir oyununu buradan izleyebilirsiniz: Tıklayınız.) Rolf Knie'nin tarzının Türkiye'de de tutmasını, onun gibi örneklerin burada da olmasını isterdim. Şimdi Zürich'te bayramlarda, "Cirque du Soleil" benzeri özel bir sirk işletiyormuş. Sanatçılık yaşamı da aşırılıkların ifadesi. Asitle resim yapmaya kalkan biri Rolf Knie, her zaman orijinal olmayı başarmış ama hiç popüler olmamış bir sanatçı. Ben en son Cem Yılmaz'ın eğlenceliklerinin birinin kapı direğinden dönmüş biri olarak, tiyatroya ve sahne sanatlarına oldukça uzak kaldığımı hissettim ve bu hiç de eğlenceli değildi. Rolf Knie'yi hatırlamak, buna rağmen güzeldi...
Uzaklardan gelen taze kitapların arasında gezinirken, kardeşimden daha önce öğrendiğim ve dünyanın en büyük kadın dergilerinden birine fotoğraflar çeken başka bir dostumun da özel olarak ilgilendiği Bugatti 57 SC Atlantic marka 1936 model otomobil yeniden gündeme geldi. Dizayn harikası bu aletin sadece fotoğrafını çekebilmek için dünyanın bir ucundan diğer ucuna seyahat edenlerin olduğunu biliyorum ve bu blogda, dünyada sadece bir-iki tane kalmış bu otomobil hakkında bir de yazı yazmıştım. Eh konu fotoğraf olunca, yeni fotoğrafları da gündeme geliyor ve şimdiye dek sadece bir parfüm şişesi tasarlamış biri olarak, dizaynın gündelik sanat olduğunu da yeniden anladım. Güzel şeylerle ilgilenmenin ve sanatın bir sınırı yok, açıkcası ben biraz güdük kalmışım ve esasen kitaplarla ve sinamayla yetinmişim gibi geldi. Mesela resimle ne zamandır pek alakam olmamış, hele Afrika Tören Maskeleri gibi çok özel bir konuda konuşabilen birini dinlemek çok ilginç. Beni tam da bu konularla esir alırken, ben de kardeşimi başka bir konudan yakaladım: Yeti. Meğer o da Yetil'eri hiç duymamış. Ben ilk kez Hergé'nin "Tenten Tibet'te" adlı çizgi romanını okurken görmüştüm. Bu efsane canlının izleri ilk kez 1951 yılında bulunmuş. Önce dev bir insan sanılmış olmalı, zira 45 cm. uzunluğunda bir ayak izi görünce, başka nasıl yorumlanır ki? Tüm zorlama kanıtlara rağmen Yeti'lerin varlığı kanıtlanmış değil. İkibuçuk ila üç metre boyunda, vücudu tamamen kürkle kaplı, iki ayağı üzerinde yürüyen, çok gelişmiş içgüdülerinin olduğu sanılan, insanları birkaç kilometre yakınına bile yaklaştırmayan, veya sadece hurafe bir canlı. Başının gorile benzediği söylenen bir yaratık Yeti. En son 2011 yılında Batı Sibirya'daki Kemerowo bölgesinde yapılan sistemli araştırmalarda Yeti'lere ait olduğu söylenen çok sayıda iz keşfedildi ve böyle bir canlı türünün olduğu da orada resmen kabul edildi, ama asıl vatanının Tibet olduğu sanılan Yeti'lerden bir tekine bile yaklaşılamadığı da ayrı bir vak'a! Yakından çekilmiş bir tek net Yeti fotoğrafı yok. Tek sağlam iz, Nepal'deki Khumjung tapınağında bulunan Yeti kafa derisi. Şimdi ben "üçbin sayfalık külliyet" nasıl okunur konusuna takmış vaziyetteyim, kardeşim de Yeti'lere!..