Sanatözürlüler ülkesi Türkiye ve uçan kazlar...

Bir arkadaşımın Güzel Sanatlar akademisinde okuyan kızının hocaları hakkında anlattıkları beni çok şaşırtmıştı, çünkü adı profesör falan olan bu tiplerin, -sanatı biryana- sanatın ruhuyla alakaları olmadığı anlaşılıyordu. Nihayet ben de bu ülkede doğup büyüdüm. Müzisyenin "çalgıcı", ressam ve heykeltraşın "kasıntı özenti" falan sayıldığı, yaptıklarının hiç beğenilmediği, Monna Lisa'dan başka resmin, Michelangelo'dan başka heykeltraşın tanınmadığı, sanat duygusunun ne nasıl nereden geldiği ile pek ilgilenilmediği aşağılıkkompleksli bir şablonlar ülkesi burası. Burada çocuklar ya doktor ya mühendis olması için okula gönderilir, asfalt ve beton, "eser" sayılır. Sanatın Lübnan'dan, Kıbrıs'dan, hatta Afrika ülkelerinden bile daha hafife alındığı bir yerdir. Türkün varlıklısı Mercedes SLK'ya biner, ama bu arabanın dizaynını yapanın da bir insanoğlu olduğunu, hatta bir Türk olduğunu (Murat Günak) falan bilmez. Türkün gözünde sanatla ilgili alanlar ciddiye alınmaz, ama ev önemlidir! Betona gelesice Türk milleti, ev biriktirir. Tatile Antalya'ya mı gidilecek? Hemen oradan bir ev alır, tatilini kendi evinde yapar ve iki sene sonra da satar, ama çocuğunun herhangi bir sanat alanının eğitimini görmesini hayalinde bile göremez, ne yani çocuk çalgıcı mı olacaktır?!..
İşte bu nedenle, değerlerin betonla değil yaratıcı zekayla ve sanayla/estetikle ölçüldüğü günümüzde Türklerin dünya starı yok denecek kadar azdır, çünkü çocuğunun/yakınının sanatsal yeteneğinin hakkını verip onu cesaretlendirecek kimsecikler yoktur…
Ama günümüzde bu nato-kafa-nato-mermer kırılıyor ve gençler sanat alanlarına yönlenmek konusunda cesaretlendiriliyor, ancak o temel sorun, Çin seddi gibi yerli yerinde duruyor: Zevksizlik, kabalık ve sanattan anlamaz şabloncu snobluk…
Sanatın bu kadar küçümsendiği, sanatın sadece "güzel şeyler yapmak ve kapalı salonlarda sergilemek" sanıldığı Türkiye gibi ülkelerin sanatçıları da hep başka ülkelerde yetişir, tanınır ve değeri bilinir. Şimdilerde Almanya, Türk sanatçıların özgür ortam bularak ve değerleri verilerek boy attıkları bir Türk sanat diyasporası görünümünde. Türkiye'de destek bir yana, köstek olunuyor. Sanata değer verilmeyen, anlaşılmayan bir yerde sanat da olmaz elbette. Mısır'ın, Yunanistan'ın, Lübnan'ın dünya sinemalarından tanıdığımız dünya starları vardır, Türkiye'nin yok. Muzaffer Tema'nın çabalarını falan saymazsak…
Nüfusu İstanbul'un köylerinden küçük Karadağ, Slovenya gibi ülkelerin bile dünyaca ünlü sanatçıları var, ama Türkiye gibi 75 milyonluk bir ülke, bu konuda Mısır'la bile boy ölçüşecek durumda değil...
Bugün Cumhuriyet gazetesinde bu çarpıklığın "dört dörtlük" bir örneğini okuyunca, bu yazıyı yazmaya karar verdim. Mehmet Ali Uysan, tıpkı Fazıl Say, Nuri Bilge Ceylan, Orhan Pamuk gibi bir dünya sanatçısıdır, 2010'da yaptığı ve yukarıda gördüğünüz "Skin" (Ten) adlı eseri, The Independent gazetesi tarafından, New York'daki Özgürlük Anıtı ve Michelangelo'nun "Davud" heykelinden sonra dünyanın en önemli üçüncü önemli "Kamusal alan yapıtı" sayılıyor, ama Uysan, Hacettepe Güzel Sanatlar Akademisi'nden atılmış! Ankara'lı sanatçılar listesinde hala adı yok. Dünyanın belli başlı kentlerinde sergileri açılmış, Ankara'da açılmamış. Hocaları onun yaptıklarını "heykel" saymamışlar (Heykel denince akıllarındaki o şablonu merak ediyorum), anlaşılan o fikirlerini değiştirmemişler de…
Ve en kötüsü, o üniversiteli kızın bana anlattığı gibi "Hocalar", yaptıklarının heykel olmadığına -bir süre- Uysan'ı da inandırmışlar. Ama gerçek sanatçıyı bağlasan durmaz, çünkü sanat yapmak, sanatçı için doğal bir dürtüdür, istediğiniz kadar bastırın mutlaka dışarı çıkar, yani bir şekilde ifadesini bulur. Eh o da gerçek sanatçıymış, isteyen "yapamazsız" desin, yapmış. Ama yukarıda resmini gördüğünüz dünya üçüncüsü eserini Trabzon'a da koymuşlar, "alay konusu" olmuş ve yerinden kaldırılmış…
Türkler kamusal sanat adına Horoz, zerdali, domates heykeli falan dikerek dünyaya rezil olmayı tercih ediyorlar. Şimdi Uysan'ın Ten heykelinin yerine bir kaz heykeli dikilirse kimse şaşırmaz ve yabancı basın da "Ten yerine kaz heykeli" haberini de mutlaka yapar -emin olun...

Kurtlar...

Bu hayvana ne zaman ilgi duymaya başladığımı hatırlamıyorum, ama nisbeten yeni bir tarih sayılır, çünkü bir "Devrdimci"nin Ülkücülerin sembol hayvanını sevemeyeceği devirleri atlattıktan sonraydı…
Kurtla ilk tanışmam, masallarda oldu. Babaannemin masallarındaki kurt siyasi olmadığından başka bir kategoriye giriyordu ve başka bir ad taşıyordu: "Canavar". Balkanlardan gelenlerin kurda "Canavar" demeleri, bana her zaman çok sonra duyduğum "Kurt adam" efsanesini ve "Drakula" falan gibi irkiltici fantastik kötülükleri çağrıştırırdı. İlkokuldaki "Yavrukurt"luğum, kurt gibi acıktığımda anneannemin yaptığı ve adına "kurt" dediği basit hamur kızartmaları, kırmızıbaşlıklı kızı yiyen kurt falan hepsi, "faşist kurt"la birlikte uzunca bir süre hayal dünyamdan çıktı…
İnsan gerçekten daha bir olgunlaşıyor mu, yoksa hayatı daha iyi anladıkça daha az mı korkuyor veya temkinli biri oluyor bilemem, ama siyasi bagajlardan kurdulunca oldukça hafifleyip her konuya daha tarafsız bir yerden yaklaşabildiğini söyleyebilirim. Ben de hafifledim ve göçebelerin dinlerini araştırırken bu hayvan yoluma çıktı. Kuzey Asyalı göçebeler ona Börü veya Böri diyorlar ve birçok göçebe boy'un Ongon'u, yani totemi kurt. Kırgızlarınkinden tutun da Çingis Han hakkında anlatılanlara kadar bazen abuk sayılabilecek kurt hikayeleri, söylenceleri vardır. Masallardaki gibi havvan donuna bürünen Kamların, Amerikalı rejisörlerin "kurtadam" denen tipler olmaları da mümkündü, hem de çeşit çeşit hayvan donuna girip, koruyucu hayvan ruhlarına dönüşen cinsinden. Yakutlar bu hayvanlara Ije-kil diyorlardı ve tabii Kurt da onlardan biriydi…
Sadece göçebelerin değil, Doğu Asyalıların da Kurdu önemsediklerini sonraki yıllarda öğrendim. Kurtları örnek alan Çingis Han'ın kurduğu Moğol soylular sınıfının Anadolu'dan Ortadoğuya, oradan Çin'e ve Hindistan'a kadar o zaman bilinen dünyanın büyük bir bölümüne hükmetmesinden önce uzunca bir süre Aşina hanedanının aynı rolü üslendiğini öğrendiğimde, bu Kurt hikayesi gene önüme çıktı. Kimilerinin "yol gösterici", kimilerinin "Soyu devam ettirici" diye adlandırdığı o kurt, bu kurttu ve adına da Aşina deniyordu. Kurtların bu kadar uzun süre bu kadar popüler olabilmeleri ise, galiba sürü örgütlenmelerinde gizli…
Böceklerin bile düşünebildiği, duygularının olduğu, abstrakt düşünmeyi bile başardıkları, planlar yapabildikleri kanıtlanmışken, kurt gibi mistik bir hayvanın insanları nasıl etkilemiş olduğunu tahmin etmek artık zor değil. Kurtlar, küçük aşiretler gibi davranıyorlar ve çok örgütlü akıllı avcılar. Ülkücüler devrinden kalma çok kurt efsanesi dinledim. Bunlar, kitap niyetine okunmayacak ilkellikte, hamaset ürünü faşizan ve aptalcaydılar. Tarihlerine ilham olmuş Kurt gibi bir hayvan hakkında ciddiye alınabilecek bir tek adam gibi hikaye yazmamış Türklere karşılık, Çinlilerin böyle bir Bestseller'e sahip olduğunu öğrendikten sonra gardım iyice düştü ve siyasi saçmalıkları bırakıp bu hayvana karşı sempati duymaya başladım. Jiang Rong takma adıyla "Kurt totemi" diye bir roman yazıp, Çin'in tüm zamanlar için satış rekorunu kıran Lü Jiamin, kitabına eklediği bir makaleyle Çinlilere bir de koyunluktan vaz geçip kurtlar gibi olmalarını öneriyordu. Avni Pardo'nun Türkçeye çevirdiği kitap, berbat bir kitap kapağıyla piyasaya düştü ve pek de ilgi görmedi. Çin'de 25 milyon adet satılan bir kitaptan bahsediyoruz. Kurtların sofistike hayatları, örgütlenme biçimleri, avlanma ve savaş usulleri, insanlarla kurdukları iletişim biçimleri, bu hayvanları ilginç kılıyor -en azından benim için...

Rüya gören arılar...

"Arı gibi çalışkan olma"yı mutlaka duymuşsunuzdur, ama "Arı gibi akıllı olmayı" henüz duymadığınızdan eminim, -ben de yeni duydum...
Hayvanlar duygulu yaratıklardır. Çocukluğumda hayvanlara uzak bir yaşam sürmemin sonucu olarak böyle şeyleri hiç düşünmemiştim, hatta -galiba- "ısırdı" diye bir köpek korkusuyla kuduz aşısı bile oldum, hem de o zamanlar karnınızdan yediğiniz ve insanı allak bullak eden iğnelerdendi. Artık çocuk değilim, özellikle kedileri çok severim, ve bu hayvanların her birinin ayan-beyan özgün karakterleri olduğunu, insanlarda olduğu gibi iki kardeş kedinin bile birbirine zıt karakterleri olabildiği, insanlarla iletişim kurduklarını falan bilirim. Köpekler için de durum pek farklı değildir. Kızkardeşimin Tibet cinsi köpeği konusunda anlattıkları da hep kulağımdadır...
Geçtiğimiz yıllarda -2013'den itibaren- hayvanların insanlara daha çok benzeyeceğini ve daha akıllanacaklarını anlatan ilginç makaleler okudum ve bunlardan hiçbiri de beni şaşırtmadı. Çin'deyken beyaz bir yunus cinsiyle hayatımda ilk kez iki ahbap gibi gözgöze geldim ve insana umulmadık kadar yakın olduğunu hissettim. Gerçi biz insanlar, hayvanların aklı konusunda konuşurken aslen onların bize ne kadar benzedikleri üzerinden değerlendirmeler yapıyor, böyle kriterler koyuyoruz, ama hayvanların aklı hiç de bizim umduğumuz ölçülerle değerlendirilebilecek gibi değil, bu yüzden de yarım yüzyıldır arı beyni üzerine çalışan bilim adamıRandolf Menzel'in söylediklerine kulak kabartıyorum...
Ana fikir her zaman, hayvanların düşünüp düşünemedikleri olmuştur. Eskinin bilim adamlarını geren en büyük konudur. Yunus düşünebilir mi? Evet. Bunu artık net söyleyebiliyoruz. Kediler ve köpekler için de yanıt aynı. Hayvanların ruhsuz birer biyolojik robot olduğunu düşünen René Descartes'ın üzerinden nice hayvanlar geçti, nice sürüler, nice kedi patileri, ama arılar?!..
İşte konu da bu zaten. Bir susam tohumundan daha küçük beyne sahip olan bal arısı, sadece düşünmekle kalmıyor, abstrakt da düşünebiliyor, yani biz nasıl harflere bakıp okuyarak, o işaretlerden aklımızda hikayeler kurgululayabiliyorsak, arılar da bunu yapabiliyorlar ve böceklerin kuru biyolojik otomatlar oldukları teorisi de çökmüş durumda. Acaba bu oldukça yeni bir gelişme mi, yoksa eskiden beri böyle mi? Menzel'in Die Zeit gazetesine Ocak ayında verdiği mülakata göre hiç de yeni değil, yani kendini bir halt sanan insanoğlunun kibrine inat arılar, hem düşünebiliyorlar hem de duygulara, hatta bir "ben" duygusuna bile sahipler. Arılar, inanılmayacak kadar hızlı öğrenebiliyorlarmış ve insan gözünden on kat hızlı bir algılama düzeyine sahipler...
İnsanlar rüya görürken gözleri göz kapakları altında hızlı hızlı sağa-sola hareket eder. Uyurken arıların da duyargalarını hızlı hızlı hareket ettirdikleri bir mod varmış ve buradan, bu üretken böceklerin de rüya gördüğünü söylüyorlar. Arıların mutluluk halini ve öfkelenmelerini, nefretlerini bilim adamları anlayabiliyorlar ve onları köpekler gibi eğitebiliyorlar. Biliyorum, kulağa garip geliyor ama gerçek, aklınıza gelen her canlının kendine özgü bir düşünce biçimine, akla, ve belki "ben" duygusuna sahip olması, hatta tek hücreli canlıların. Menzel bunu anladığında, hocası profesör tarafından hemen arılara yönlendirilmiş. Profesör inanamamış, talebesi "kafayı bozmasın" diye onu arılara yönlendirmiş. Yarım asır sonra bilinen konu şu: Arının bir iç dünyası var, içinden düşünebiliyor, karmaşık planlar yapıyor, hemcinsleriyle özgün bir dans aracılığıyla konuşuyor, rüya görüyor, duygulanıyor...
Tüm canlılar, çimdiye kadar onlara hiç bakmadığımız ölçülerde kişilikli şeyler. Eski Kam'ların hayvanlara çok önem vermesi ve av öncesi uzun törenler yapmaları, öldürülen hayvanların ruhlarının yüksek bir mertebeye (Cennete) gitmesi için özel ritüeller yönetmeleri vs. hiç de boşuna değilmiş...
Modern insanın hayvanları birer ruhsuz otomat olarak görüp, ruh denen şeyi sadece kendine bahşetmesi kabalığı gün itibariyle bilimsel açıdan da tamamen çürütülmüş bulunuyor. Asıl ilginç olan, tüm canlıların kendine özgü bilinçli varlıklar olarak yaşadıkları gerçeği. Sadece yunus değil, arı da...
Çinli genç bir sanatçı, arıların abstrakt düşünme biçimini bir sanat haline getirmiş. Onlara kovan kurmaları için değişik geometrik alanlar kuruyor ve arıların kovanlarını sonra meraklılara sergiliyor. Kısacası olay hayvanların sanat/estetik duygularına kadar varmış durumda. Ressam filler falan derken, heykeltraş arılara kadar gelmiş bulunmaktayız. Hayvan haklarıyla ilgilenen hayvanseverlerin, arılara daha dikkatli bakmalarında fayda var. Hem Einstein bile, dünyadaki insan hayatının arılarla doğrudan ilişkisini göstermiş, bu küçük hayvanların önemine dikkat çekmişti. Bir de sokmasalar, kesinlikle çok şekerler! Ama kızdırırsanız kediler de tırnaklarını fena geçirir, hatta fena dişler. Arılarınki kadarı kadı kızında da olur!..

İnsanlardan geriye kalan...

Film arşivimde yeniden keşfettiğim bir film, "Life After People". Yıllar önce seyretmiştim. "İnsanlar birden ortadan kaybolsa, ardlarında bıraktıkları ne olur?" sorusuna yanıt arayan bir belgesel. Sonuç çok çarpıcı, çünkü birçok şeyin insanların ilgisi sayesinde varolabildiğini anlıyorsunuz, -mesela eski kitaplar…
Şehir atmosferinin birkaç on yılda doğa tarafından nasıl yutulacağını, tüm beton binaların ve gökdelenlerin de en fazla iki yüz yıl sonra tamen hak ile yeksan olabileceğini, görüntüler eşliğinde yeniden anlıyorsunuz. Bu filmi yeniden keşfetmemin asıl nedeni, bir süredir beni meşgul eden bir kitap aslında…
Kitabın konusu şu: Dünyada sistem bir vesileyle tamamen çökse, insanlar yeni bir uygarlığı nasıl ve hangi enstrümanlarla kurabilirler ve ortaya çıkacak en aküt sorunlar neler olabilir, nasıl bir yol izleyebilirler. Türk politikacıları ve düşünürlerin böyle "önemsiz" konulardan ziyade "seçimleri kim kazanır" gibi sorunlarla ilgilendiğini biliyorum -eh ben de ilgileniyorum- ama artık azıcık da böyle konulara kafa yorsak, sanki dünyada herşey aynen bu günkü gibi devam edecekmiş hayalciliğini yavaş yavaş terkedip biraz daha -başka türlü- gerçekçi olsak nasıl olur diyorum!..
Dünya böyle konularla daha fazla ilgilenmeye başladı ve bu hiç de hayra alamet değil...