İkizler ve tekler...

İkiz kardeşi olan arkadaşım yok. İkili bebek arabalarında gezdirilen ikizlere bayılırım ama. Herkes bayılır. İkizlerden birine birşey olursa öbürü hemen hissedermiş. Böyle hikayeleri çok duydum. Birbirine benzememek için acaip acaip giyinen ikizler de gördüm. "İkiziz" demekten hiç hazzetmiyorlardı. İkizlerin benzeri meslekleri seçtikleri, kaderlerinin şaşılacak kadar birbirine benzediği, bazen ikizlerin başına iki ayrı yerde aynı şeylerin geldiği falan da duyulmamış şeylerden değil.
Balyoz Davası'ndan yargılanan ikiz amiraller Hasan Hoşgit ve Hüseyin Hoşgit, 18'er yıl ceza aldılar.
İkizlerin kaderi her zaman aynı olmuyor. Mesela Polonya'ya biri Başbakan diğeri Cumhurbaşkanı olan Kaczynski Kardeşler'in kaderleri de farklı olmuş. Cumhurbaşkanı Lech Kaczynski, 10 Aralık 2010'da öldü, uçağı Rusya'ya giderken, mahiyetinde Polonya'nın en önemli adamlarıyla, Genelkurmay Başkanıyla falan düştü. Kardeşi Başbakan Jaroslaw Kaczynski, Rusya'yı suçladı, kardeşini onların öldürttüğünü söyledi. Bir sonraki seçimleri kazanamadı, ama yaşıyor.
Birbirinden ayrılması güç ünlü ikizler de vardır. Irina ve Marina Fabrizius, birlikte resim yapan gencecik ikiz ressamlar. Bizim tanıdığımız en ünlü ikizler de Güher ve Süher Pekinel kardeşler, dünyaca ünlü piyanistler.
*   *   *

Dün bir sünnet çocuğunun fotorafını çekerken arkadaki çay bahçesinde, şakalaştığım, iltifat ettiğim neşeli kasiyer kızı gördüm. Her zamanki gibi gülümsüyordu, ben de gülümsedim. Ama başörtüsünü çıkartmıştı. Kumral saçlarını gesgergin toplayıp ensesinde bir topuz yapmıştı. Fotorafı çektim, yanından geçerken o da masasındaki iki genç kadınla sohbete dalmıştı. Bugün gene gazetelerimi alırken gülüştük. Bu kez boncuk mavi bir başörtüsü vardı başında ve ben herzamanki iltifatım yerine, "Dün seni sahilde gördüm" deyiverdim. "Abi ben de sani gördüm, gene fena dalmıştın kitaba, beni görmedin" dedi.
"Sen başörtünü sadece çalışırken mi takıyorsun?" dedim, beni duyan başörtülük elli yaşlarından irikıyım bir kadın bana düşman düşman bakmaya başladı. Benzeri bir "müdahaleyi" daha önce yaşadığımızdan hazırlıklıydık.
"Sen beni nerde gördün?"
"Sahildeki kahvede, iki kadınla oturuyordun."
"Demek ki dediğini yaptı" deyince, irikıyım kadın iki adım mesafeden bizi izlemeye devam etti. Kadına dik dik baktım, hemen uzadı.
"Ne yaptı?"
"Sen benim ikizimi görmüşsün. 'Dışarıda başımı açıcam' demişti, açmış!"
Sonra etrafına bakındı. Bizi kimsenin dinlemediğini anlayınca, gene içten gülümsedi!
"Sen de açıyor musun dışarıda?"
"A yok" diye bir kahkaha attı. "Ben açamam."
"Saç rengini gördüm ama."
"Evet saçlarımız aynı renk."
Sohbeti tadında bırakıp ayrıldım ayrılmasına da, beni aldı bir merak. Onun ikizini mi yoksa başörtüsüz halini, yani tekini/kendini mi gördüm? (Öyleyse, bana neden yalan söylesin ki?) İşyeri başörtüsünü zorunlu tutuyor olabilir mi? Zira orada çalışan tüm kadınlar başörtülü. Kısacası bu da küçücük bir sahil kasabasında bugün günün bilmecesiydi benim için...

Edebi kahkahanın dozajı...

Böyle bir başlık attıktan sonra entelimtrak birşeyler yazmak gerektiğini düşünüyorsanız fena halde yanılıyorsunuz demektir. Normalde, daha ilk cümlede, okura böyle davranan biri okunmaz -ama bizim "normal" olduğumuzu kim söyledi? Konu mizah, hem de edebi mizah!..
Aziz Nesin'i ilk kez Berlin'de gördüğümde pek şaşırmadım. Evet, son derece ciddi biriydi. Onun ne kadar ciddi biri olduğunu önceden duymasaydım kesin çok şaşırırdım -çünkü lise öğrencisiyken onun kitaplarından birini şehirler arası otobüste okurken o kadar çok gülmüştüm ki, beni az daha otobüsten atıyorlardı. (Eh gülme krizi gelince!..)
Aziz Nesin, 'Gülmece'nin ne kadar ciddi bir şey olduğunu çeşitli vesilelerle söylemiştir. Türkiye, mizahın memleketidir. Hocaların Hocası Nasreddin'den öncesi bile var. Eski Rum keşişlerin de eşeğe ters binen komik bir türü yaşamış Anadolu'da. Bektaşiler'den bu güne mizah yazan o kadar çok yazar var ki, -adeta hepsi bir de mizahı denemiş. Rıfat Ilgaz ile Haldun Taner'i hemen analım. Halit Kıvanç'ı, Muzaffer İzgü'yü unutmayalım. Ben burada biraz ileri gidip, en yeni modern Türk Edebiyatı'nın o uçuran muhteşem dilini de mizaha sayacağım. Murat Uyurkulak ve Murat Menteş okuduysanız -ki okumuşsunuzdur- ne demek istediğimi anlayabilirsiniz.
Mizahın komiklik yapmak olduğunu sananlar yanılır, ama komik olanın ciddiyeti belli küçük bir dozajda tutmayı öğrenmesi gerektiğini mizahçılar iyi bilir. Hace Nasreddin gibi adamlara, gülünç olmaları karşılığında büyük bir özgürlük tanınmıştır. Onlar Sultana bile takılmak hakkına sahiptirler -tabii şimdinin çakma Sultanlarını kasdetmiyorum. Bu bir tür dozajındaki gayrıciddiyetle yaşamayı kabul etmesi halinde mizahçı, alabildiğine özgürdür. İşte tam da bu noktada, mizah dergilerinden bahsedeceğim. Mizah dergisi nihayet hafif bir mizah türüdür, günlük olaylara ve güncelliğe de oldukça bağımlıdır. Dergi mizahı ile edebi mizahın sınırlarına yaklaşanlar da var elbette, Metin Üstündağ böyle bir yazar. Mizah dergileri tamam. Onlardan Türkiye'de çok var...
Peki edebi mizah dergileri? İşte o yok. Bu türün masama düşen en iyi örneği, Almanya'da yayımlanan EXOT dergisi. Yüzotuz sayfalık bir kitap boyutunda, gerçek edebiyat...
Bu kalitede Türkiye'de "Afilli Filintalar" diye bir web sitesi var, ama dergi veya EXOT gibi kitap serisi yok. İşte bu yazının en ciddi cümlesi de şurası:
Bu yazı, Türkiye'de de edebi mizah dergisi yayınlanması umuduyla yazıldı...

Şampanyasına savaş...

En son kız kardeşim getirmişti. Derken bir tane de hediye geldi, etti iki. Ama bu şişelere, "Champagne" (Şampanya) demek yasak. Onlara "Sekt" deniyor. Resmen böyle, -içlerinde Şampanya olmasına rağmen...
Bir ara beni meşgul eden bir soruydu:
Acaba kim kimden faydalanıyor? İnsan mı üzümden, üzüm mü insandan?!..
Asmalara gözü gibi bakan kim? Asmaların tüm dünyaya yayılmasını sağlayan kim? Üzümünü yiyip şarabını şampanyasını içip ağacını evinin dibine varana kadar diken kim? İnsanlar elbette. Bu soruyu İstanbul'da, hemen "Rumlar ve Ermeniler" diye yanıtlardım...
Hemen dikkat çeker. Mesela Fatih At Pazarındaki İslamcı entelektüellerinin takıldığı en beylik kahvenin eski binasının önünde böyle bir ağaç görmüştüm. Eskiden İstanbul'da Hristiyanlar, evlerinin önüne asma dikerlermiş. Evin eski sahipleri gitmiş, ama asmalar İstanbul'da kalmış.
Şarabın icad edildiği yer de Anadolu. Bu diyarların evde yapma Süryani şarabını bilmeyen yoktur, ama daha da kralı Gürcü şarabıdır. Tabii özel anlar için, mesela aşık olunduğunda veya önemli birşey kutlanacağı zaman şampanya içilir! Modern zamanların modern adetleri...
Türkiye'de bir tür snobluk falan sayılsa da, bazıları için adı "gazozlu şarap" bile olabilir!..
Şampanyayı ilk kez Romalılar icad etmemişler. Onlar sadece, Fransa'nın Champagne bölgesindeki üzüm bağlarını kurmuşlar, o kadar. Orada yapılan şarap, arabalarla İtalya'ya getirilirmiş. Buranın şarabı ünlenince, tarih içinde başka yerlere de şarap gönderir olmuşlar. 17'inci yüzyılın başında şarap ihracı iyice artınca, galiba tesadüfen şampanyayı icad etmişler. Şöyle:
Bol miktarda şarap taşımak işini daha pratik hale getirmek amacıyla, şarabı daha üretim esnasında şişelemeye başlamışlar. Şişeler yolda sallana sallana fermantasyona devem edip köpüklenince, şampanyanın atası ortaya çıkmış. Önceleri, "şarap bozuldu" diye döküyorlarmış. Ama bu bozuk şarabı secenler de olmuş. Üretildiği yere en uzak mesafede yaşayan İngilizler, iyice gazozlanmış şaraba bayılmışlar. Yoksa bu tür şarap, daha işin en başında iptal edilecekmiş. Şampanyayı, galiba Ortaçağın uzunyol şoförlerine (yani arabacılarına) borçluyuz...
Şampanya şarabın ikinci kez, bu kez şişenin içinde mayalanmasıyla elde ediliyor. İçine maya ve pancar şekeri ekleniyor, bir mantarla kapatılıp telle bağlanıyor. Bu işlem, Mart ile Mayıs arasında yapılıyor, üç hafta sürüyor ve şarabın alkol derecesi yüzde 1.2 kadar yükseliyor. İşlem sırasında şarapta Karbondioksit oluşan şişeler, en az 15 ay piyasaya çıkmayı bekliyorlar. Bu arada önce mantarlardaki mayanın şişeden çıkarılması gerekiyor. İşte burada çalkalama işlemi devreye giriyor. Şişeler önce yan yatırılıp 21 çün çalkalanıyor ve her defasında biraz daha amuda kaldırılıyor. Şişeler başaşağı durduklarında çalkalama işi de tamamlanmış oluyor. Buzlu suya yatırılıp ilk mantarları birer birer uçuruluyor, yerine ikinci, mayasız asıl mantarları ve ardından telleri takılıyor.
Bu içki ingilizler sayesinde hayatta kalıp 18'inci yüzyılda moda olunca, Amerika dahil her yerde tüketilmeye başlanmış ve 19'uncu yüzyıla kadar bulanık bir içki olarak içiliyormuş, zira ikinci kez içine mayayı koyup müşteriye veriyorlarmış, açlkalama yöntemi henüz milinmiyormuş. Mayanın çıkartılması ve şişelerin çalkalaması yüntemini 1806 yılında Madame Clicquot adlı bir kadın icad etmiş.
1882'de 36 milyol şişe şampanya tüketilmiş mesela. Zamanın nüfusunu göz önünde bulunduracak olursanız, bi hayli eğlenmiş olmalılar! Ne de olsa sanat ve edebiyatın patladığı Belle Epoque döneminin bir numaralı içkisi. Şaraptan biraz daha alkollü olduğundan ve kana çabuk karışıp çabuk çakırkeyif ettiğinden, kadınların da tercih ettiği bir şey...
Şampanya, sembol içki haline gelip, birçok yerde aynı yöntemlerle üretilmeye başlanınca, bir isim sorunu ortaya çıkmış. Gerçi bu içkinin farklı adları vardır, Almanlar "Sekt", İspanyollar "Cava" falan der, ama Fransızca adı asıldır. Asortik bir ad. Bu adı yazarken kendi "Ş" harfimizi bile kullanırız. Fransızlar ille de "Şampanya" der ve bu adın sadece Champagne'da üretilen şampanyalar için kullanılmasını ister, diğerleri naylondur -mantık bu. Fransızların "ısrarını" Avrupa'da pek de takan olmamış. Zamanın en güçlü Avrupa ülkesi Almanya, takmayanların önde gideni tabii. Derken Birinci Dünya Savaşı patlamış, üretim düşmüş, Ekim Devrimiyle Rusya Pazarı kaybedilmiş vs. Ama Savaşı Fransa kazanınca, Şampanyanın adına da konmuş. Fransız Şampanyası, Alman Şampanyasını yenmiş. Savaşı kaybeden Almanya, 28 Haziran 1919'da Versailles (Versay) Anlaşma'sını imzalarken, anlaşmanın "Şampanya paragrafı"nı da mecburen kös kös imzalamış. Anlaşmanın bu maddesine göre Almanya, Şampanya şişeleri üzerinde bir daha asla "Champagne" sözcüğünü kullanamayacaktır. Ağır bir ceza! Almanya Birinci Dünya Savaşı'yla birlikte Şampanyayı da kaybetti malesef. O günden beri tüm şampanya şişelerinin üzerinde "Sekt" yazıyor! Ve biz de Sekt içiyoruz...

Şarlo'nun son filmi, ya da son oyunu...

Veda filmleri komedi de olsalar, yürek burkan bir yana sahip oluyorlar. Charlie Chaplin'i yaptığı son film, aynı zamanda renkli çektiği tek filmi "A Countess from Hong Kong" da böyle bir film. Onu Beyoğlu'nda, şimdi hayatta kalma mücadelesi veren sahaflardan birinde bulup almıştım. 1966'nın sonunda çakilip bir sonraki yılın 5 Ocağında vizyona girmiş. İlk dikkat çeken yanı, o dönem için hiç alışılmadık bir şekilde, adeta Chaplin ailesinin bir geçit töreni olması. Başrole yerleştirdiği Marlon Brando ve Sophia Loren'in ardından üçüncü rol, Charlie'nin büyük oğlu Sydney Chaplin'in. İki genç kızı oynayanlar, Josephine ve Geraldine Chaplin. Filmi yazan, yöneten, müziğini besteleyen de Charlie Chaplin, yaşlı kamarot rolünde birkaç kez görünüyor ve oyuncular listesinde kendi adını bereket en alta yazacak kadar alçak gönüllük gösteriyor.
"A Countess from Hong Kong" (Hong Kong'lu Kontes), filmden ziyade bir tiyatro. Evet. En başı ve en sonu dığında sokak çekimleri yok. Çok kişilik dans çekimleri falan da lüks bir otelin salonunda. Ağır akan, zamanın devleri Brando ve Loren'in tam kapasite işleyecekleri bir hikayeye sahip olmayan, şaşırtmayan, çekingen bir aşk komedisi. Filmin temposu bazen öyle düşüyor ki, koskoca Brando, poz kesen acemi aktörlere dönüyor. Eski Chaplin filmlerini hatırlatan müziği dışında, bazı absürd İngiliz esprileriyle büyük ustanın imzasını kenarından köşesinden görebiliyorsunuz, -ama o kadar. Dönemin komedi anlayışına çekingen bir çocuk gibi uyum sağlamaya çalışıp bunu başaramayan bir oyun havasında akıyor film ve tabii büyük bir flop oluyor.
Film, sinema kariyerine 1952'de babasının ünlü "Limelight" filminde başlayıp 1965 yılının yıldız filmi "Doctor Zhivago"da oynayan Geraldine Chaplin'in dördüncü filmi ve dördüncü küçük rolü. Sydney Chaplin'in ilk rolü de "Limelight"da, Geraldine'den daha fazla filmde oynamış biri o zaman ve baba Chaplin adeta çocuklarına torpil yapıp onları Marlon Brando ve Sophia Loren'le oynatıp dünyaya takdim ediyor.
Filmde, Ekim Devriminden kaçıp hayatta kalmak için hostes kız ve fahişelik yapmak zorunda kalmış "Kontes"i oynayan Sophia Loren, güzelliği dışında pek varlık gösteremiyor ama bu normal, çünkü filmde büyük iniş-çıkışlar yok zaten. Brando, gene sert gene ciddi. Bir diplomat pozlarında. Karısıyla ayrılmanın eşiğinde aşkı ile kariyeri arasında seçim yapmakta zorlanıp aşkı seçen biri. Filmin bütçesi 3.5 milyon Dolar. Kasa geliri, sadece 1.1 milyon Dolar.
Film iş yapmayınca, Chaplin zamana uyum sağlayamadığını ve tarihe mal olduğunu artık anlamış olmalı -ki bu aynı zamanda bir tür ölüm demektir. İşte bu tarihten sonra sağlığı kötüleşmeye başlıyor. Turp gibi sağlıklı ve komik Charlie Chaplin 1972'de son kez geldiği ABD'de bir Şeref Oscar'ı alıyor. sonra hep hasta, hep suskun. Ona eski komik siyah-beyaz filmlerini oynatıyorlar bazen, oynayan sanki o değilmiş gibi, "Adam ne kadar komik, harika" falan gibi şeyler söylüyor ve 25 Aralık 1977'de 88 yaşında, İsviçre'nin Vevey şehrinde hayata veda ediyor ama dünyaya veda etmiyor, o buralı. işte asıl son oyunu, son tiyatro oyunu o zaman yazılıyor.
Ben hayal meyal hatırlıyorum. Yıl 1978, gazete haberi: "Charlie Chaplin'in cesedi kaçırıldı."
Bir Mart'ı iki Marta bağlayan gece, kimliği belirsiz kişiler Chaplin'i mezarından çıkarıp ailesine galiba şöyle bir mektup yazıyorlar: "Charlie elimizde, eğer bize 600 bin İsviçre Frangı vermezseniz, -ehm- onu öldüremeyiz tabii ama onun ve sizin huzurunuzu bozabiliriz." Güler misiniz, ağlar mı?!..
İsviçre polisi gangsterlerin planını bozup hepssini yakalıyor. Charlie'yi yeniden gömüyorlar, ama başka türlü. Karısı Oona Chaplin, Charli'nin mezarını iki metre kalınlığında betonla kaplatıyor. Galiba bu, Şarlo'ya yapılan en kötü ikinci şaka. Oona, 1991'de ölüp Charlie'nin yanına gömüldükten sonra ikisinin mezarı birlikte betonla kaplanıyor ve Charlie karısını ancak bu şartlar altında affediyor -olabilir.
Şarlo'nun teatral son filminden kopup bunları anlatmamın nedeni, 1992'de onun hayatını konu alan kötü "Chaplin" filmi değil. Richard Attenborough'un draması sıkıcı, bir türli alışamadığım Robert Downey Jr. itici bir aktör. Ölüm faslını anlatmamın nedeni, 2008'de Martin Kolozs'un yazıp 15 Haziran'da İsviçre'de Tirol Festivalinde sahneye koyduğu "Kidnappin' Chaplin" oyunu. Bu öyle komedi falan değil, bir dram. Şarlo'nun iyi ağlatabildiğini biliyor muydunuz?
Son kez sahne alışı da şöyle: Charlie Chaplin'in filmlerinde kullandığı ünlü bastonlarından biri 2004'de Londra'da açık artırmayla 48 bin Sterline satıldı. Hitler'le dalga geçtiği 1940 yapımı "The Great Dictator" filminde kullandığı takma Hitler bıyıklarından biri 12 bin, diğeri 18 bin Sterline satıldı. Son trajikomedi de bu. İki bıyık arasındaki 6 bin Sterlinlik farkın incelemesini araştırmasını da acar İsviçre polisine bırakıp, aradan çekiliyorum...

Kışın yaz, yazın kış...

Eskiden bir zamanlar kışmış...
Şimdi Ağustos'un sıcağında, bir zamanlar palto giydiğimizi, hatta çenelerimizin takır takır attığını, buzda kaydığımızı falan unuttuk. Ben çocukken, okula giderken, annem beni uyandırıp kocaman bir Auer sobanın yanına oturturdu. Evin en sıcak yeri orasıydı -ve ben onca ihtimama rağmen her hafta sonu hasta olurdum. Böyle bir dakikliği nasıl becerdiğimi haala bilmem, ama bu sayede her hafta sonu en kral hikaye kitabına konardım. Yatakta ateşler içinde yatarken kabus değil, tüm La Fontaine hikayelerini görürdüm rüyamda -ha bir de tren görürdüm. Kışın o hastalık vakitlerinde en sıcak yer, yorganın altında resimlerine baktığım ve tabii okuduğum o hikaye kitaplarıydı. Sonra iyileşmece, pazartesi okul, cuma akşamı ateş, gelsin hikaye kitapları...
Yazın bunun tersi, klimalar, dondurmalar, gece üşümeleri, gece yarısı kumsalda donmaca falandır. İnsanlık hali: Ne yazı ne kışı severiz, ama aynı zamanda hem yazı hem de kışı severiz. Baharların artık tedavülden kalkacağını söyleyen iklim raporlarına bakacak olursak, yılın en güzel zamanları, yani "yaz olsa" veya "kış olsa" diye iç geçirmediğimiz ender zamanlardan oluyoruz. İlkbahar ve Sonbaharlar sizlere ömür...
İşte "eskiden kış diye birşey var mıydı" diye düşündüğüm geçen gün, karşımda iki futbol topuyla iki tıfıl cengaver dikilmişti ve birden penguenleri özledim -Gezi dolayısıyla televizyonda geçit töreni yapanlarını değil, sahicilerini...
İki topa birden girmek pek kolay değilmiş. Terleyip eridiğiniz o anlardan sonra penguenleri özlüyorsunuz, çünkü bu arkadaşların bulunduğu yerler serin oluyor. Ya suni soğutmalar ve bol soğuk su, ya da doğal ortamın serinleten soğutan üşüten donduran soğuğu. Ağustosuun bu aşamasında biriki dakikalık Arktik soğukla yetinmeyi yeğleyeceğiz elbette, çünkü tanıdığım harika bir kadın gibi ben de sıcağı soğuğa tercih eder oldum, beni gol bombardımanına tutan tıfıllar da öyle. Şubatta ortalık kar kıyametken onlar anneleri-babalarıyla Tayland'a giderler -orası yaz. Şubat sıcağında kumsalda kumdan kale yapmayı severler. Ben de kışın kiraz, yazın mandalina özleyen biri olarak, limon ağaçlarında türeyen minik yeşil limonların günden güne büyümesini seyretmeyi severim. Limonata türleri, buzlu renkli içecekler, bardakların buğulanmasını da severim, ama abartmadan...
Galiba memnuniyetin açık sırrı da burada: Herşeyden kararınca...
Fazlası hem sıkıcı, hem zarar. Ağustos ayı, bunu dikkate alıp bizi fazla sıkmasa iyi olur!..

Bişey yaparsan...

Hata olup olmadığı konusunda kuşkularımın uyanıp bir süre uyumadığı, gözüne uyku girmediği olayı bir hafta önce yaşadım ve buraya yazıp yazmamak konusunda tereddüt edip bugüne kadar bekledim. Yazmamın nedeni, kuşkularımın yeniden derin bir uykuya dalması...
Konu bir iltifatla başlar...
Aslında çok sayıda iltifatla, güler yüzle, minik hediyelerle, ayaküstü sohbetlerle...
Şu günlerde hemen hergün takılıp saatler geçirdiğim ve kitaplardan başımı kaldırmadığım anlarda masamın etrafına toplanan minikler olur ve onlarla kısa sohbetler yaparım. Mesela dişlerinin yarısı dökük bir tıfıl kız, "sesim güzel değil ama şarkı söylemeyi seviyorum" deyince benim "sen garanti aynanın önünde söylüyosundur" demem. Ve onun "Evettt!.." deyip gamzelerini çukurlaştırarak dünyaya/hayata gülümsemesi buna örnektir. Bu ufaklık, doktorluktan polisliğe kadar, olabileceği bir düzine meslek sayıp kararsız kalınca, onu pilot olmaya ikna eden de benim. Bu arada orta bire giden başka bir kızcık, bu masabaşı sohbetinde seyyah, daha tıfıl ve az konuşan sarışın kızcık da balerin olmaya karar verir. Burada sorun nerede mi? Bence hiçbir yerde. Ama kafama çekiç gibi vurulur şekilde sakallı bakışlarda. Adamın benim kız çocuklarıyla neden konuştuğumu anlamadığını, çocuklardan birinin ailesinin fena halde kafadan engelli, yani kızlarını ne balerin ne seyyah ne de pilot yapmaya niyetli olduğunu, hatta ergen yaşlarda belki erkek sineklerin yanına gitmesini bile yasaklayabileceğini nereden bileyim. Tabii bu, asıl olaydan önce...
Bana mendil satmak için ekstra yanıma gelen tıfıl cengaverlerden iki kuzen, hiç böyle bakışlara neden olmazlar. Hatta onlar masama oturup gazoz bile içerler, babalarını amcalarını tanırım. Gençler masama gelip nasıl dil öğrenebileceklerini sorarlar, onlara kitap hediye ederim -okunmuş kitapları kütüphanede tutma adetine yıllar önce son verdim. Böyle şetlerden birilerinin rahatsız olduğunu hiç görmedim. Bu birilerinin her zaman hoşuna gider. Ama bazen o bakışlar...
Bazı tipler öyle bakar ki, buna eskiler "Nazar" derler ve yoğun düşünce ile birlikte, baktığı kişinin ayağını takabilir, baktığı kişinin eliyle onun çayını devirebilir falan. Böyle bakanları sevmem. Sevgisizlik bir defisit/eksiklik biçimidir ve insanların hayatlarında az sevgi görmeleriyle ilgilidir -en azından bence böyle olsun. Kısacası, insanlara iyi ve güler yüzlü olmak, onları sevmek iyidir, o insanlara da iyi gelir, sevgiyi verene de...
Ayaküstü sohbetlerimden biri de, bir kasiyer kız. Ben gazete alırken, "Abi"yle başlayan bir laf atar ortaya ve devamını ben getiririm, güleriz. Ona iltifat da ederim elbette. Bir kere güzel bir kız olmamasına rağmen o kadar içten gülebiliyor ki, es geçmek mümkün değil. İşte o gün, "Başörtünün pembesiyle tırnak rengin aynı" dedim, her zamanki gibi gülüverdi. Bunu bekliyordu zaten, zira o da biraz önce "Başörtümü yeni aldım" demişti. İnce parmaklarını tuşların üzerinde şıpınişi gezdirip, gazete tomarımın fiyatını istedi. Biz gülerken hemen yanımda duran bir kadın bana, "Ben bu kızı çok severim" dedi. 'Ben de severim, çok neşeli biridir" diyecektim ama, muhafazakar mahallede bunun ters kaçabileceğini düşünerek, "Evet o çok neşeli" dedim ve o an kadının ciddiyetinin farkına vardım. Elli yaşlarında sıkı sıkıya başötrülü, göz altları kara, gözleri çakmak çakmak biriydi. Ağzını çarpıtarak gülmeye çalıştı. Evet, gülmekle sorunu vardı. "Ben bu kızı severim. Ona birşey yapan beni karşısında bulur" dedi. Ben, biz gülerken bu lafı "kelalaka" diye sınıflandırdığım anda, üçüncü laf geldi: "Ona sen birşey yaparsan, senin de karşına dikilirim..."
Ben orada bir an buz kalıbı gibi dondum. Kıza ne yaparsam? Ne?..
Kasadaki kız da dondu ve gülen yüzü bir anda soğuk bir kasiyere dönüştü. Ben kendimi o an iftira ile "Tecavüzcü Coşkun" ilan edilmiş biri olarak kasanın başında kalakaldım. Fazla uzun kaldığımı sanmıyorum ama bana birkaç saat gibi geldi. Karın sonra kıza birşeyler söyledi, galiba şakalaşmaya çalışıyordu. Kız zorla, o kadın gibi çarpık bir yüzle gülmek taklidi yaptı. Cadaloz, kızı çirkinleştirmişti! Bu aşağılık yaratık, kötü bir cadı gibi, dokunduğu, baktığı, düşündüğü herşeyi pisliğe çeviriyordu...
Gerçekten suç işlemiş, kendimi kıza sarkıntılık etmiş biri gibi hissettiğimden, kızın yüzüne bakamadım. Yapmadığım, aklıma bile getirmediğim bir şey için utandım. Kadının zehiri öyle etkiliydi ki, yıllardır şakalaştığım, mahalleden tanıdığım kız da yüzüme bakamadı. Belki o da kendini "zina yaparken yakalanmış biri" gibi falan hissediyordu.
Kadın kıza "Allah"lı birşeyler söyledi, kızdan soğuk "Allah"lı bir takım cevaplar aldı ve ben gazete tomarımla oradan ayrıldım. Şimdi masama gelen gençlerle, çocuklarla konuşurken, haala bu aşağılık kadının şırınga ettiği zehirin kalan son zerrelerini de içimden atmaya çalışıyorum. Bu konuda etrafımdaki herkesin çok yardımcı olduğunu söylemeliyim. İnsanlar hiç de fesat değiller -ve bunu bilmek gerçekten güzel...
Türkiye'nin bu dinbaz zehri bedeninden kusup, sular sellerle yunup yıkayacağından eminim...
...
İşte tam bunları yazmıştım ki Ağustos ortasında anlık sıkı bir fırtına çıktı ve ardından bardaktan boşanırcasına yağmur başladı. Sahil, son zerresine kadar ıslanmış durumda. Yağmur, denizi bile yıkadı! Herkes kapalı mekanlara kaçıştı...
Çil yavrusu gibi kaçışanları seyrediyorum...
Ama o kızla yeniden eskisi gibi şakalaşıp gülebilir miyiz bilmiyorum...

Çalgı Çengi...

Murat Cemcir...
Yeni öğrendiğim ve sevdiğim bir isim...
"İşler Güçler" diye başarılı bir dizide de oynamış...
Türk Sinamasının yükselişi ile sevinçten kanatlananlardan biri de benim. Fatih Akın'ın filmlerini Semih Kaplanoğlu'nu ve tabii Nuri Bilge Ceylan'ı anmamak olabilir mi? Ama Gezi Hareketi gibi, hiciv/mizah ustası Türklerin mizahı, daha dikkat çekicidir. Açıkcası genellikle "ilkel" bulunan ama benim (ve Japon Kültür ateşesinin) çok beğendiği Kemal Sunal, Şener Şen filmlerinin ardından Yılmaz Erdoğan'ın "Vizontele"sinden bu yana ince (veya kaba!) mizah alanında taşların yerine hala oturmadığını düşünüyorum. Cem Yılmaz'ın tek kişilik kabere kalitesinin ötesine pek gidememesi, Şahan Gökbakar'ın banal sineması, mizah alanındaki açığın olduğu gibi yerinde durmasını sağlıyor...
Cem Yılmaz ve Şahan Gökbakar'da çok bariz görülen "zayıf hikaye" ve derinlikten yoksunluk fenomeni, umutlanarak seyrettiğim "Çalgı çengi" filmine de hakim malesef (hatta Türk romanına da hakim!).
Selçuk Aydemir'in yazıp yönettiği filmde beni en çok sevindiren ve umutlandıran, bu kadar düşük bütçeyle çekilmiş bir komedi filminin, bu kadar iyi piyasa yapması, bildik bir kuralı pekiştirmesi: Dünyada bir tek Türkler ve Hintliler, ithal (Amerikan) filmlerinden daha çok, kendi filmlerini izlerler...
Ama bu kuralın hakkını verip, daha iyi filmler çekilse olmaz mı?
Türkiye, bu çok önemli özelliğini neden desteklemez, Film sektörüne neden destek olmaz? Bu soruları haybeye sorduğumun farkındayım, ama Türkiye'de nihayet kültür politikası yapmak zorunda olanların yakında bir zaman, Türklerin bu özelliğinin öneminin hakkını verecek yöneticilerin de olacağına olan inancım tam.
"Çalgı Çengi", Murat Cemcir'in bir aktör olarak göz doldurduğu zayıf bir film. Konu yetersiz, görüntüler kısıtlı, espriler 1980'lerin "köyden indim şehire" tipi lehçe üzerine kurulu. Filmin bu kadar tutmasını ben, mizah sinemasındaki boşluğa bağlıyorum. Bu alanda giderek daha da zayıflayacak bir Cem Yılmaz ve benzerleri olduğu müddetçe, yenilikler ses getirecektir -vasat bile olsalar!
Türkler gibi zengin mizah sahibi bir halkın dünya çapında uçuşa geçmesi, yasakçılığın ve otosansürün ortadan kalkacağı yakın dönemde yaşanacak gibi görünüyor -ama iyi donanımlı film yapımcıları, yönetmenler ve öyuncuların sahne alması koşuluyla. Olmayan Cem Yılmaz derinliğiyle bu zor...

Elektrik...

Hayatımda duyduğum ilk elektrik çarpması olayı, çocukken bizim mahallede bir elektrik işçisinin direklerin tepesinde arayıp bulduğu, kaderiyle ilgili bir olaydı. Adam resmen öldü. Sonra olayın ille de ölümcül olmadığını amcamdan öğrendim. O, elinden her iş gelen, İngiliz anahtarı ve kontak anahtarı sahibi, elektrikle bu tip oyunlar oynayabilen tek kişiydi ailede. Açıkçası elektrik hakkında cidden düşündüğümü hiç hatırlamıyorum, elektrik mühendislerine falan da bir tür, tımarhane şaltercisi gözüyle baktığım oldu. Filmlerde delileri yatağa bağlarlar ve verirler elektriği, mesela Milos Forman'ın muazzam filmi "Guguk Kuşu"nda (One Flew Ower the Cuckoo's Nest) böyledir. Jack Nicholson'a şalteri indiren -bence olsa olsa elektrik mühendisi olabilirdi. Elektronik mühendisi ise, elektriğin sofistike, led ışıklı yanar-döner cinsiyle ilgilenen tiplere deniyordu.
Elektriğin bugün ne ifade ettiğini, yanılmıyorsam Nürnberg'de Avrupalı entelektüel dostlarla bir sohbet sırasında farkına vardım. Konumuz kapitalist yaşam biçiminin nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğuydu ve bugün insanlığın yüzde 60'dan fazlasını barındıran şehirlerde hayatın, elektriksiz mümkün olmadığını orada ilk kez derinlemesine anladım sanıyorum. Teorik olarak birçok şeyi biliyorsunuzdur, ama birşeyi anlayıp kişisel bilginiz haline getirmeniz her zaman mümkün olmaz. Hayatınızda teorik kalan şeylerin çoğu da unutulmak üzere aklınızın tozlu raflarına konur ve bir gün oradan uçar. Bizim konuştuğumuz konu, en önemli yeme/içme/barınma ve şehirli hayat kalitesinin elektriksiz olamayacağıydı. Bugün temel ihtiyaç malzemelerini satan ve depolayan alışveriş merkezi gibi yerler, sadece iki maddeyle işliyor: Her sokak arasına kadar girebilen araçların kullandığı benzin ve buzdolaplarını çalıştıran elektrik. Biz bunları konuşurken, -açıkçası internet daha pek önemli değildi, iPad icad edilmemişti, blogum ve twitter hesabım da yoktu. Şimdi elektrik, tabletlerden cep telefonlarına kadar kişiselleşmiş aletler de değildi, elektrik üzerinden Twitter'dan yeni dostlar edinmemiştim, elektrik günlük hayatımıza bu kadar derinlemesine girmemişti...
Geçen yıl Güneş'teki patlamaların dünyada elektrik kesintilerine neden olabildiği konusunu araştırıp dünyadan örnekler bulurken, kimsenin önemsemedği ve ilelebet kesintisiz sürecek sandığı elektriğin, sahiden gitmesi halinde, insanları sadece günlük yaşamları bakımından değil, duygusal açıdan da fena etkileyebileceğini düşündüm. Mesela benim hiç görmediğim, ama her gün Twittlerini okuduğum çok sayıda dostum var. Yalnız yaşamanın, giderek daha geniş kitleleri kapsadığı, milli sınırların anlamsızlaştığı, Almanya'dan İtalya'dan Japonya'ya bir dakikada sohbet kurup haberleşebildiğiniz bir dünyada, elektriğin çok daha önemli hale geldiğini, aynı ölçüde dünyanın da çok kırılgan bir yer haline geldiğini anladıkça, şalterlerle ilgilenen uzmanları önemsiyorsunuz. İşte bu ahval ve şerait dairesinde, konuya kafa yormayı da sürdürüyorsunuz. Bu konuda kapı gibi bir roman yazılmamış olsaydı, konuya hiç girmeyecektim. Hannah Dübgen'in dtv yayınlarından çıkan "Strom" (Elektrik) adlı, yaklaşık üçyüz sayfalık romanı çıkmasaydı, daha önce bu kunuda yazdığım bir yazıyla yetinecektim, ama kitap harika. Bu kadar önemli bir konuyu roman formatında bu kadar iyi işlemek, elektriğin anlamını kafalara çivi gibi çakıyor. Elektrikler kesilirse, bir anda hemen yanınızdaki insanla tanışmak ve ona güvenmek zorunda kalabilirsiniz, zira sosyalliğin zirvelerinde dolaşırken tüm ilişkileriniz bir anda sıfırlanabilir. Ve inanın oluverir! Hayat bazen, filmlerden çok daha absürd...

Burkalı Batman, İslamcılara karşı...

"Bursalı" değil, "burkalı" Batman... Yanlış okumadınız...
Pakistan'da böyle bişiy var!
İlk duyduğumda ben de pek inanamadım...
Türkiye'de "Çarşaflı Batman İslamcılara karşı" diye birşey çıksa kıyamet kopar, kafası kendinden büyük bir sürü Müslüman aydın ateş ğüskürür, hatta Ahmet Hakan'a bile ters gelebilir olay!..
Şu sıralarda bir furya esiyor dünyada, o da İslamcılarla dalga geçme furyası. Furyayı başlatanlar mı?!..
Evet bildiniz!..
Gezi Gençliği...
İslamcıları ve yolsuz Müslüman politikacıları pataklayan burkalı genç öğretmen Jiya'nın maceralarını anlatan çizgi film dizisinin ilki 28 Temmuz 2013 günü Pakistan'da gösterildi ve muazzam destek buldu. Burkalı gezen ve dikkat çekmeyen bu genç kadın, birden İslamcıların beynine çöküyor ve çeşitli dövüş stilleriyle İslamcıları evire çevire dövüyor!
Fikir, Pakistan'ın ünlü pop şarkıcısı Haroon Rashid 'den. Çizen, Yousaf Ejaz. şimdilik 13 kısa hikayeden oluşan "Burka Avenger" dizisinin başarısını duysanız hayretten uçarsınız -ben şahsen sevindim. Rashid AFP ajansına, dizinin 60 ülke tarafından satın alınmak istendiğini ve bu konuda çalışmaların sürdüğünü söylemiş...
Dizideki burkalı genç kadın, kızların okullarını kapatıp kızları okula göndermeyen islamcıları pataklayıp, burkalı kadın olarak evinin yolunu tutuyor, tıpkı bir süper kahraman gibi, burkası pelerin gibi dalgalanıyor havalarda.
İslamcıların mizah özürlü olduğunu tüm dünyaya gösteren Gezi Gençliği, daha çimdiden bir sanat patlamasının da fitilini tutuşturmuş görünüyor. İslamcılara karşı mizah muhalefetinin, sanıldığından çok daha etkili olması bir yana, eskiden kimsenin hayal bile edemeyeceği şeyler yaşanıyor ve gençlik islamcıları eleştirmekle yetinmeyip onlara karşı ölçüsüz zeka ve espriyle karşılık veriyor. Gezi Gençliğinin izinden giden gençliğin dünyada İslamcılara karşı topyekün orantısız mizah uygulayacakları bir dönem mi geliyordur nedir?
"Burka Avenger"in çizeri Ejaz, küçükken Paştun ninesinin burkasını giyip Batmancılık oynadığını söyledi! Burkalı kız Jiya, "Allah yarattı" demiyor! Bu diyarların yazarlarına, çizerlerine, sanatçılarına duyrulur...
Elinizi korkak alıştırmayın!..
Pakistanlı gençlere bakın...

Ölü kuşun kaderi...

Ben aslında sinemaya gitmek istiyordum, İstanbul'da devrim oldu!
Erteledim...
Daha doğrusu sinemalar erteledi. 31 Mayıs gecesinden itibaren Beyoğlu'nda sinemalar boştu, hem de öyle böyle değil, tamamen boş...
Bu diyarın akıllı kedilerine ve sokak çocuklarına beleşe film göstermek gibi bir düşünce henüz tomurcuklanmadığından, filmler oynamadı, -hatta İstanbul'a bile gelmedi. Bir süre sonra afişleri de yok ettiler....
Benim Gore Verbinski'nin "Lone Ranger" filmine gitme isteğimin iki sivri "dürtü"sü vardı. Biri Johnny Depp, diğeri Walt Disney, -ikisini de çok severim...
Johnny Depp adlı aktörü ilk kez Frankfurt Garında kocaman bir afişin üzerinde görüp adına dikkat kesilmiştim, çünkü "Depp", birine Almanca ağız dolusu "salak" demenin en eğlenceli biçimidir! Tabii Johnny'nin bu anlamla uzaktan yakından bir ilgisi yok, o gerçekten iyi bir aktör. Disney, zaten malumunuz... Onun bu yazıdaki rolü, "Disney Stüdyoları"na adını vermek ve bu rolünü gayet iyi oynuyor!
Johhny Depp'in oynadığı çılgın kızılderili "Tonto", başının üzerinde ölü bir kuş taşıyor. Filmin ikinci yarısında, kuşun neden ölü ve neden baş tacı edildiğinin absürd hihayesi var elbette, ama bunu sinemaya gidip orada görmek gerek.
Verbinski, Depp'in baş rolünü oynadığı "Karayip Korsanları" dizisinin de rejisörü. Ve dünyada çok ilgi çeken bu eğlendirici film dizisinin ilkine, arayıştaki Disney Stüdyoları tarafından oldukça dikkatli yaklaşıldığı biliniyor. Disney Stüdyoları, altın çağını yaşadığı Miki, Donald ve ardından masal çizgi filmleri derken, en iyimser halimle ifade edebileceğim üzere, "hafif bir sarsıntı" geçirmişti. Verbinski, Karayip korsanı Jack Sparrow'u yaratarak, Disney'e kocaman bir hayat öpücüğü verdi -hatta buna Fransız öpücüğü bile diyebiliriz.
Bilmem izlediniz mi, çizgi film "Rango" da gene Johnny Depp'in seslendirdiği bukalemun kahramanıyla, Disney'e çizgi film konusunda bayrağı yükseltebileceği konusunda umut verdi, zira bu filmle rejisör Oscar aldı.
Benim burada dikkatimi çeken, çocukken faltaşı gibi açılmış gözlerle izlediğim Disney çizgi filmlerini artık çocukların bile izlemediği, Japonların -mesela Hayao Miyazaki ve onun önderliğindeki Ghibli Stüdyoları'nın ve tabii Pixar Stüdyoları'nın adeta tarih yazdığı bir dönemde, Disney'in yeniden yükselmesi gerçekten zordu. İşte Verbinski denen 49 yaşındaki adam bu zoru başardı. Disney filmleri, eğlenceli, neşeli, aile ve çocuklara hitab eden, şiddet ve korku katsayısı düşük olan filmler olmak zorunda. Disney bu noktada Verbinski'ye sonsuz kredi açmış vaziyette pupa yelken giderken, çeğrek milyar Dolar yatırdığı son Verbinski filmi "Lone Ranger", ikiyüz milyon zararla battı. Büyük şok.
Bu büyük "flop"u övmek amacıyla yazılan bu yazıda anlatılan şu aslında: Bu filmde galiba henüz pek görülmeyen şey, yeni  tür tam bir "ad absurdum" örneği olması ve mizah katsayısının sululuk seviyesine kadar yüksek tutulmasıdır. Yoksa hovboy şapkalı at, aptal kutsal at, en eski çizgi roman kahramanlarından bile absürd bir film kahramanı, komik... Ama inandırıcı değil. Verbinski, bu filmi çekerken kuşkusuz çok eğlenmiştir -hele o tren sahnesi bir harika, tabii çektiği şeyin bir film olduğunu bilerek. Verbinski, filmi seyredenlerin, kendilerini filmde kaybedip unutmaları gerektiğini, sinemaya biraz da bunun için gidildiğini unutup uçmuş. Bir filmde olduğunuzu, inandırıcılığı sorunlu sahnelerde ve esprilerde hatırlıyorsunuz, keyfiniz kaçıyor. Bazı sahneler çok teatral, bazı sahneler de eski kovboy filmlerinden kopya gibi duruyor, mesela Kızılderili saldırısı sahnesi John Ford'un "The Searchers" filmiyle çok yakın akraba. Demiryolu köprüsü sahnesinde de Sergio Leone'yi düşünmeden edemiyorsunuz. Film bir çizgi film olsaydı, belki daha başarılı olurdu. Bu arada, maskeli süvariyi oynayan Harvard'lı parlak çocuk formatındaki kişiyi anmaya, galiba gerek yok.
İstanbul devrimi Haziran ayını belirlemiş, muktedirleri haldır haldır ezerken, bu filmin "gelecek program" listesinden çıkarılıvermesine üzülürdüm, ama üzülmeye ne vaktim ne de gönlüm oldu. Sevinmeye programlanmış vaziyette, bu filmi de unuttum. Büyük beklentilerle gidip, buruk ayrıldım sinema salondan. Tonto'nun kuşu da canlandı, uçup gitti. Onca imkansız olaydan sonra kuşun canlanmasına da hiç bir şekilde şaşırmadım. Disney, büyük bir zarar pahasına, ortaya yeni bir film türü koymuş gibi. Şimdilik tutmadı. Aynı maya ileride tutar mı, onu da Nasreddin Hoca'ya sormalı -zira Gezi devrimi tutup, sınırsız ifade özgürlüğü bu topraklara bir yerleşirse, Hoca'nın sözünü sağır sultan dahil herkes dinler, Amerikalı çılgın kızılderililer bile!..

Çikolatanın tonları...

Çocukken "çukulata" dendi mi, bizim bildiğimiz bir tek türü vardı o da sütlü kahverengi olanı -burada kahveden kasıt kakao tabii. Çikolata, 19'uncu yüzyıla kadar esasen sütlü şekli şemalinde üretilirmiş ve çocuklara, kadınlara satılırmış. Anlaşılan "Erkekler ağlamaz" vecizesine bir de "Erkekler çikolata yemez" diye sert bir vecize eklenmişmiş. (Bence erkekler, gizli gizli yiyorlardı!)
Neyse... Erkek milleti için 19'uncu yüzyıl ortalarında, kakao oranı yüksek, şöyle yüzde 85 civarında ve üstünde çikolatalar üretilmeye başlanmış ve bunların adına "Efendi Çikolatası" gibi kibir yaldızına sarılı bir laf icad etmişler. ("Herrenschokolade") Bi' ton daha koyu renkte olan bu çikolatanın rengi, Üniversitede bizim arkadaş grubuna takılan Togo'lu arkadaşımız Dovi 'nin ten rengiyle aynı. Bizim aklımıza, Cezayir'den ciple Sahra çölünü geçerek Togo'ya gitmek fikrini düşürecek kadar suskun bir bilge kıvamındaki bu arkadaşımız çikolata yemezdi üstelik. Ben beyaz çikolatadan nefret ederim, zaten o da yeni icad. Bugün adına "Bitter" dediğimiz ve "acımsı" anlamına gelen çikolata tonu, Amerika'da icad edilmemiştir, ama insanoğlunun ve insankızının ilk versiyonu olan Afrika'nın çikolata renkli -inanılmaz ölçüde iyi kalpli ve süper müzikli- insanlarının en büyük acıları Amerika'da  çektiğini biliyoruz. Amerika'da köleciliği başlatan tip, Hollandalı bir kaptan. Yaptığı ticaretin karşılığını ödemek yerine 1619'da Virginia'da 20 Afrikalı köle bırakıyor, "çalışır öderler" diyor ve köle çalıştırmak "geleneği"ni de başlatıyor. Olay tüm Kuzey Amerika'yı da kaplıyor neredeyse. 1661'de kapı gibi de bir kurallar-yasalar bütünü örgütlüyorlar bu konuda. Amerikan Devrimi olup, dünyanın ilk sahici demokrasisi kurulurken, 1789 yılında George Washington Birleşik Devletlerin ilk Başkanı ve 317 kölesi var -ki gerçekten büyük sayıdır, o zaman için bir soru işareti de uyandırmamıştır siyasi kafalarda. Amerika'nın büyük adamı Thomas Jefferson'ın da çikolata renkli bir odalığı ve ondan çocukları var. Anlaşılan bu insanların köle olması çok doğal bir şey sayılıyormuş. Ama ABD'nin kurulmasından sonra çabuk uyanıyorlar.
Kuzey Amerikan Devletlerinde kölelik 1804'den itibaren kaldırılıyor. Güney eyaletlerinde ise aynen devam ediyor, hatta kölelik kurumunu kendi "yaşam biçimleri" ilan ettikleri bile olmuş. Amerikan iç savaşının çıkması ve 650.000 insanın ölmesi, biraz da köleliği kaldırmak meselesinden. Kuzeyliler köleliği kaldırdığından, köleler güneyden kuzeye kaçmaya başlıyorlar.
Ben çok kovboy filmi seyrettim, o filmlerde çok kızılderili de gördüm, ama hiç zenci görmedim! Kovboy filmlerinde de pek görünmüyorlardı -ta ki "Django"ya kadar.
Sinemanın yeni hakiki starı Quentin Tarantino'nun son filminde güneyin bilinçli/bilinçsiz gizli kalmış vahşi insan düşmanlığı konusuna, köleliğe, balıklama dalan Tarantino'nun "Efendi Çikolatası" rengindeki kovboyu Jamie Foxx, rolün öyle östesinden geliyor ki, hakkından geldiği insan müsveddesi iğrenç yağlı beyaz çikolataları hakladıkça, içinizin yağları eriyor. Onun yanındaki dostu Alman'ı oynayan ve kendisi de Alman (Avusturyalı) olan Christoph Waltz, kölelikten iğrenen beyaz adamı o kadar iyi oynuyor ki -hayran olmamak mümkün değil...
Amerikalıların tarihi demek olan "kovboy" filmlerinde kahverenginin tonlarını göremezsiniz, eh Türk filmlerinde de figüran olarak veya küçük rollerde görürsünüz. Türkiye'deki çikolata renkli kıvırcık saçlı güzel insanların da eski kölelerin torunları olduğunu pek kimse bilmez.
Amerikalılar bu eski yaralarını çoktan aşmışlar. 1865'de Kuzeylilerin ABD'si, Güneylilerin AKD'yi yendi -yani "Amerikan Konfederal Devletleri" adlı köleci devleti. Bu tarihte kölelik tamamen kaldırılırken, dünyada sadece Karaiplerde kölelik sürmekteydi.
Çikolatanın tüm tonlarına sahip bir dünyada artık tatlı rengi nedeniyle insanlara hakaret edenler, dünyanın en aşağılık yaratıkları sayılıyor. Ve dünyada en çok Bitter çikolata satılıyor. Eskiden Belçika ve Fransa'da çok satılırmış. İsviçrelilerin bile bu çikolataya sonradan sardıkları malum. Türkiye'de Ülker bu çikolatayı ne zaman üretmeye başladı bilmiyorum (zaten Pelit'in ürettiklerini tercih ederim)
Acı çikolatayı erkek malı olmaktan çıkaranlar kadınlar elbette. Onların önemsenmeyen küçük cesaretleri her zaman dünyalar değiştirmiştir, tıpkı hijyenin dünyada standart bir şey olmasını sağlamaları gibi. Afrikalıların kölelikten kurtuluşu da acı olmuştur ama Django gibi semboller, bu büyük kurtuluşu ne güzel destanlaştırıyor. Büyük romancı Alexander Dumas, "Cesaret, her zaman seyirlik bir olaydır" der, bu konuyu iyi bilir ve o da, anne tarafından çikolata renkli Afrika kökenli bir Fransızdır. Kahve düşkünü bu yazar bir gün elindeki kahveye bakıp,"İyi bir kahve için üç şey gerekir: kahve, kahve ve gene kahve" demiş. Bunu öyle güzel söylemiş olmalı ki, unutulmamış. Dumas, kahverenginin açık tonlarından, üç silahşörlü çok eğlenceli biri.