Miss Marple'ların hası, Margareth Rutherford...


Agatha Christie romanlarından en az birini okumuşsunuzdur. Ben bulabildiğim tüm romanlarını okudum, ama sadece baş kahramanı Hercule Poirot olanlarını. Yumurta şeklinde yuvarlak mükemmel bir kafaya ve Wilhelm tipi yukarıya kıvrık bıyıklara sahip, küçük gri hücrelerini iyi çalıştıran Belçikalı dedektif Hercule Poiro'nun "baş rol" oynadığı tam 33 roman yazmış Agatha Christie. Otobüs yolculuklarında, yatılı okul yatakhanesinde, tuvalette, ve tabii derste sıra altında Agatha Christi okuduğum bir dönem oldu. Ama Miss Jane Marple'lı olanlarını hiç okumadım. 
İleri yaşlardaki bir kadının hem de örgü örerken düşüne taşına karmaşık cinayetleri çözmesi olayı bana biraz yabancıydı. Açıkçası, böyle tip yaşlı kadınları tasavvur etmekte zorlanıyordum. Benim tanıdığım yaşlı kadınlardan hiç biri karmaşık problemlerle ilgilenmiyordu. Onlar kitap da okumayan, hele cinayetlere falan asla ilgi göstermeyen, gazetelerin üçüncü sayfasına da bakmayan, bakınca "körolasıcalar" gibi laflarla sayfayı çeviren kadınlardı. Miss Marple gibi özgüvenli, karmaşık problemler çözen, delil toplayan, hatta bunun için tehlikeye atılan yaşlı kadınları çok sonra tanıdım. Mesela Muazzez İlmiye Çığ, öyle bir kadındır, ama hareket sahası bambaşkadır tabii.
Christie'nin romanlarını Türkçe okuduğum dönemde, "İnşallah hepsini okumam da günün birinde Agatha Christie'siz kalmam" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonra okumadığım Türkçe çevirileri iyice azalınca ve ben okumadığım Agatha Christie romanlarını ha dedin mi bulamamaya başladığmda güzel bir mucize oldu ve Almanya'ya düşmüş bulundum. Böylece okuduğum kitaplarının bazılarını yeniden, bu kez Almanca okudum. Aynı kitabı farklı bir dilde okumak, bir yere kadar doyuruyor ama sonunu hatırlayınca, ilk okurken yaşadığınız gerilimin dozu düşüyor. Ben o 12 Miss Marple romanını hiç okumadım.
Tabii hayat, sadece cinayet romanlarıyla geçemiyor, bir gün ilgim kayboldu ve Agatha Christie de benim özel hayatım için kütüphanemdeki Goldmann serisi kırmızı sırtlı kitaplar dekorasyonu olarak kütüphanemdeki şerefli yerini aldı. Agatha Christi'ye ilgim, Agatha Christie romanlarının filmlerini görünceye kadar larva dönemindeydi. Birden muhteşem bir tropikal iklim kelebeği gibi kanatlanıverdi. Filmlerde Peter Ustinov'un oynadığı Hercule Poirot'nun oyunculuğuyla yaşattığı sanatsal zevkin tadı hala damağımda. Bu filmler, sinema sanatı açısından pek de önemli olmamakla birlikte, polüler kültürün -hem de globalleşmiş halinin- önemli unsurlarındandır. 
Agatha Christie filmlerinin en ünlüsü "Şark ekspresinde cinayet"in Poirot'su Albert Finney, bana kuş örümceği Tarantula kadar itici gelmişti. Ama filmde oynayan star oyuncular ve konu, filmi defalarca seyretmeme neden oldu. Finnley bir güldü mü, ısıracak sanıyorsunuz. Tutuk boynu ve garip konuşma stili ve garip histerik halleriyle, filmde asıl cinayete kurban gitmesi gereken kişi olarak arz-ı endam ediyor. Bu adam tutmadı elbette. Rolün hakkını Peter Ustinov verdi, hem de başka birini örnek alarak. 
İşte Poirot'lu bu filmleri yalayıp yuttuktan sonra Miss Marple, sinema dünyama, ağızda patlayan çilekli ciklet gibi beklenmeyen bir sürpriz olup düştüğünde, ona benzer zehir gibi Alman kadınları görmüştüm. Yaşlı ve akıllı. Komik ve ciddi. Mütevazi ve girişken. Bu kadınlar Miss Marple gibi bisiklete biniyor, düzenli kitap okuyor, hatta kendi aralarında roman tartışma günleri düzenleyip, afiyetle Karaormanlı vişneli pasta yiyorlardı kahve eşliğinde.
Daha sonra televizyon dizilerinde başkaları da oynadı elbette, ama benim bildiğim bir tek Miss Jane Marple vardır, o da Margareth Rutherford'un oynadığıdır. Bu aktrist, çevirdiği -sadece- dört Agatha Christie filmiyle kesinlikle (hem de araya kopya kağıdı kabul etmeden) sinema tarihine geçmiştir ve bir roman kahramanıyla bir filmin bu kadar özdeleştirilmesi sadece onun iyi bir öyuncu olmasıyla ilgili değildir, zira Agatha Christie 1961'de çevrilen ve Rutherford'un başrolü oynadığı "Murder She Said" filminden hiç memnun kamamışrır. Okumadım ama, romanlardaki Miss Marple, filmdekinden çok daha sakin, kuru, mütevazi biri, ve kesinlikle komik değil. Margareth Rutherford ise mimikleri ve hareketleriyle en olmadık zamanlarda komik olmayı başaran, komikliği meslekten benimsemiş birisi.
Rutherford'dan hazetmeyen Agatha Christie'nin daha sonra bu kadını tanıyıp ona hayran olduğunu, çok iyi arkadaş olduklarını ve hatta "The Mirror Crack'd" romanını filmlerin Miss Marple'ı Margareth Rutherford'a adadığını not edelim. Ünlü yazar, filmlerinin Miss Marple'ını sadece iyi ve cana yakın bir kadın olması nedeniyle mi bu kadar benimsemiş ve bu kadar yakın bir dostluk kurmuştur? Elbette, Hayır. 
Margareth Rutherford 1892 Mayıs'ında Londra'da bir aile trajedisinin içine doğmuş. Doğumundan on yıl önce evlenen annesi ve babası, daha balayındalarken babası derin bir depresyon geçirmiş ve zamanın psikiyatri klinikleri neyse, öyle bir yere kaldırılmış. Oradan çıktıktan sonra, karısıyla görüşmeye henüz müsait değil diyerek babasının yanına gönderilmiş. Orada, birini öldürmüş ve yeniden aynı kliniğe kaldırmış. 
Margareth Rutherford'un doğumundan bir yıl önce annesi, babasının onun gözetiminde yanında yaşayabileceği konusunda resmi makamları ikna ediyor. Margareth doğunca, o daha birkaç aylıkken aile hep birlikte Hindistan'a taşınıyor. Margareth'in babası orada gazetecilik yapıyor, derken asıl felaket gelip minik kızı buluyor. Margareth'in annesi ikinci çocuğuna hamileyken intihar ediyor. Babası da kızını alıp 1895'de İngiltere'ye dönüyor, onu yetiştirmesi için karısının kızkardeşine bırakıyor. Sonra yeniden psikiatri kliniği. Gene bir suç işlemiş olmalı, ama babasının nasıl bir olaya karıştığını, Rutherford otobiyografisinde bile yazmıyor. Aslında kopuk bir ilişki söz konusu. Teyzesi onu babasından özenle koruyor ve baba-kız bir daha birbirlerini asla görmüyorlar. 
Yatılı okulda büyüyen Margareth, orada müziğe ilgisini keşfediyor ama teyzesi kötü birkaç kalp krizi geçirince, teyzesinin bakımını üsleniyor. Kadıncağız vefat ettikten sonra Margareth, onun mirasının tamamını, içinde ukde kalan bir tek şeye harcıyor: Tiyatro eğitimine. Özel dersler alıyor...
Margareth Rutherford, azmin bedenlenmiş ifadesi olarak 33 yaşında hayatında ilk kez -bir yan rolde- sahneye çıkıyor ve sadece bir yıl kadar sahnede görünüyor işinden atılıyor. Margareth geçimini esasen piyano ve diksiyon dersleri vererek sağlıyor.
İlk sinema filmi rolü 1936'de, 44 yaşındayken. 1961'de ilk Miss Murple rolünü üslendiğinde 69 yaşında.
Oynadığı diğer üç Miss Marple filmi de şunlar:
1963 yapımı "Murder at the Gallop", 1964 yapımı "Murder Most Foul" ve gene 1964 yapımı "Murder Ahoy".
Beni bu filmlerde etkileyen diğer konu, Margareth Rutherford'un, Mr. Stringer gibi -romanlarda olmayan- bir karakteri (kocasını) filmlerde yardımcı oyuncu olarak sokmayı, hatta Agatha Christie'ye bile "Miss Marple'ın yardımcısı Mr. Stringer"i kabul ettirmiş olmasıdır. Rutherford, kendisi gibi bir oyuncu olan Stringer Davis ile 1945'de evlenmiş. "Mr. Stringer", Rutherford'dan 7 yaş daha genç ve eşinden bir yıl sonra 1973'de o da hayata gözlerini yummuş.
Son Agatha Christie filmi 1980'de çevrildiğinde ünlü yazar dört yıldır artık bu dünyada yaşamıyordu, sinema da tüm dünyada krizdeydi. Televizyon'un yaygınlaşması, star sinemasının da sonu olmuştu. İşte bu şartlar altında "The Mirror Crack'd" romanının filmi çekildi. Tam bir "yıldızlar geçidi" -yani yıldızların hayatta kalma çabası. Başrollerde Elisabeth Taylor, Tony Curtis, Rock Hudson, hatta Geraldine Chaplin bile vardı. Oldukça zayıf, görüntü ve kadrajıyla bir televizyon filmini andıran Guy Hamilton filmi, benim seyrettiğim son Agatha Christie filmi oldu. Christie'nin romanlarından esinlenerek çekilen 22 film arasında has Miss Marple Margareth Rutherford'un oynadığı dört filmin yeri müstesnadır. Ve gene bu nedenle, Miss Marple'lı Agatha Christie romanlarını okumayı asla düşünmüyorum, çünkü romanlarda başka bir Miss Marple bulmaya hazır değilim. Ben, bırakalım böyle dağınık kalsın diyorum ve Margareth Rutherford'u saygı ve sevgiyle anıyorum.

Unutulmaya mahkum bir yazardan "Franz Kafka" çıkaran adam...

Eskiden bar işletmiş olmanın avantajıyla müzikten iyi anlayan Murakami Haruki, dev romanı 1Q84'ün daha birinci bölümünde, bizi minietekli sihirli tetikçisi Aomame ile birlikte, Çek besteci Leoš Janáček'le de tanıştırır. Prag'dan çıkan ve Dünya kültür hazinesine katkıda bulunan incilerden biridir Janáček. Benim adını bildiğim ama müziğini pek bilmediğim bir sanatçı. Ama "Aslan asker Schwejk"i herkes bilir -yazarı Jaroslav Hašek bile, o romanı kadar ünlü değildir...
Önemli yazarların eşfedilme hikayeleri, her zaman heyecan vericidir. Bir sanatçının keşfedilmesi ve Dünyaya takdimi, her zaman enteresan hikaye örneklerindendir. Adını şimdi burada -ondan izinsiz- anmak istemediğim ünlü bir Türk yazarının açık yüreklilikle anlattığı kendi keşfedilme hikayesini ve o dönemdeki ruh halini ürpererek hatırlıyorum. Basit ama çarpıcı hikayelerdir. Tabii böyle bir şeyin olabilmesi ve keşfedilebilmesi için önce sahici bir yeteneğinin olması gerekir, yoksa varolmayan bir yetenekten "sahici sanatçı" çıkaramazsınız. Gerçek sanatçılar genellikle aşırı mütevazi, sıkılgan ve yalnız tiplerdir. Onlarla dostluk kurmak, onlara yaklaşmak kolay değildir. Ama kendilerine ördükleri surları aşıp onlara erişebilirseniz, muazzam bir hazine bulabilirsiniz. Bu durumu en iyi, gene yazarlar anlar. Mesela Anton Çehov, yazarlığını pek ciddiye almayan ve bu yüzden kendini paralarcasına gezici köy doktorluğu yapmayı sürdüren biridir. Ölümünden hemen önce tüm mütevaziliğiyle, "Görürsünüz bak. Yazdığım her şey, ben öldükten birkaç yıl sonra unutulacak" gibi cümleler sarfetmiştir. Günümüzde Çehov, 80 dile çevrilmiş, kitapları en az 70 milyon adet basılmış, yazdığı oyunları hala kapalı gişe oynayan, kısa öyküleri -teknik itibariyle- hâlâ aşılamamış biridir. Dramaları, Shakespeare'inkiler işe birlikte Dünyanın en iyilerinden sayılır. İşte onun gibiler, zamanın ruhuna uygun olarak "keşfedilirler."
1884'de Prag'da doğan Max Brod, zamanının tanınmış yazarlarından. 1915'de "Tycho Brache'nin Tanrı'ya giden yolu" romanını yazdıktan sonra üne kavuşmuş. Max Brod, sadece bir yazar değil, bir "kaşif" aynı zamanda. Janáček'i keşfeden ve onun Dünya tarafından tanınmasını sağlayan kişi Brod, ve en az o kadar önemli olan, aslan asker Schwejk'ın savaşa karşı duruşunu Almanca'ya çevirip Dünya'ya tanıtmış olması...
Brod, ünlü bir yazarken 1902'de tanıştığı Franz Kafka ise, o zaman tanınmayan bir yazar. 1924'de Kafka'nın ölümüne kadar onun en yakın arkadaşı olan Brod, Kafka ölüm döşeğindeyken onun son isteğini de dinlemek gibi bir eziyet yaşıyor. "Sevgili dostum" diyor Kafka, "ben öldükten sonra tüm yazdıklarımı ve roman taslaklarımı yakmanı istiyorum senden."
Max Brod, sevgili arkadaşının cenaze merasiminden sonra onun kitap taslaklarını ve el yazmalarını inceleyip, bu eserleri yakmanın Dünya edebiyatına büyük bir kötülük yapmak anlamına geleceğine hükmediyor ve oturup, Kafka'nın bütün eserlerini bir editör titizliğiyle yayıma hazırlıyor. Almanca dilinin bu bir numaralı Çek yazarının kitapları önce Amerika, Fransa, İtalya ve İngi,ltere'de dikkat çekiyor. Almanlar Kafka'yı anca 1945 sonrasında yeniden keşfediyorlar. Ve bu öykünün kahramanı Max Brod, kendi romanları artık bilinmeyen ve okunmayan bi yazari olarak 1968'de Tel Aviv'de hayata gözlerini yumarken, ardında bir edebiyat fenomenini bırakıyor: Franz Kafka...
Bana keşfedilme hikayesini anlatan ünlü Türk yazarının döne döne okuduğu yazar da işte o Kafka. Çünkü yazanlar bilir, her yazarın okuduğu ve hatta bir yerde örnek aldığı dev yazarlar, yani ustalar vardır. Kafka, o ustalardandır ve onun kitaplarını, yukarıda resmini gördüğünüz Max Brod'a borçluyuz...

Filmi sollayan müzik...

Flash Gordon, Amerikan çağının ilk süper kahramanlarındandır. Oldukça ilkel bulduğum bu çizgi bantlar dizisinin kitap halinde Türkiye'de de yayımlandığını görüp de şaşırmamak elde değil. Amerika'da "Aya gitmek" olayının bir büyüklük ölçütü haline geldiği, Türkiye'de "Eller Ay'a biz yaya" tekerlemesinin seçim nutuklarında mutlaka kullanıldığı 1970'li yıllarda modası çoktan geçmiş demode bir kahramandı Flash Gordon. İlk defa yayınlandığı 1937'den sonra önce Süpermen, sonra Batman ortalığı kasıp kavurmuştu ve bu iki "kahraman"ın filmleri haala çevriliyor, Batman'ın son filmi daha geçtiğimiz yıllarda vizyondaydı. Ama ne Süpermen'e ne de Batman'e, nasip olmayan birşeye sahipti Flash Gordon: Müziğe…
Alex Raymond'un çizdiği bu kahraman için 1980 yılında çekilen film, bana göre, "Dünyayı kurtaran adam" tadında, ama filmin müziğini yapan: Queen, şu bildiğiniz, Fredy Mercury'li ünlü Rock grubu…
Daha önce üç Flash Gordon filmi çevrilmiş, hiç biri tutmamış. Televizyon dizileri, radyo programları, çizgi dizi ve süper tip hepsi tarih, ama Queen'in Flash Gordon plağı haala kült eserlerinden biri. Plakta filmden dialoglar ve o zamanın ses efektleri falan var, ama filmin müziği, filmi ve Flash Gordon'u kesinlikle sollamış vaziyette. Aynı şey "Alexis Zorbas" için geçerli değil midir? Nikos Kazancakis'in bu ölümsüz romanının filmine Mikis Theodorakis bir müzik yapıp dünyayı fethetti. Roman kuşkusuz unutulmayacak, ama filmin müziğini herkes bilir. Yunanistan dendi mi, Theodorakis'in bu filme yaptığı müzikler çalınır önce. Filmini sollayan müziklere son örnek, geçen gün yeniden seyrettiğim Oscarlı "Kwai Köprüsü" filmi. İkinci Dünya savaşından hemen sonra çekilmiş en güzel savaş filmlerinden ve orada da film müziği, muhteşem Alec Guinness'in bir ıslık önünde...