"Abi sen n'aaptın?!"

N'aaptım?!..
...
Olayı başa saralım...
Harika bir ramazan akşamı. Ertafımda iki kedi yavrusu geziniyor, biri kucağımda. Sahilde denize karşı kitap okuyorum. Tembel martılar yan yan etrafı kesiyorlar. Çayların biri gidiyor biri geliyor. Burada, benim hemen hergün takıldığım sahil kahvesinde çalışan genç garsonların bazıları oruç tutuyor. Lise talebesi olup üniversiteye hazırlanan bu gençler fazla dindar falan değiller. Kızlar inanılmaz güzeller, erkek talebeler de utangaç ve sakallılar (nedense). Aralarından sakalsız olanı en dindarları. İşte bu gençlere bir hediye verdim -iftarlık...
Perk sevdiğimden değil ama kızkardeşim yurtdışından ilginç bir çikolata gerirdi, sevdim. Bitter çikolatanın içine, Chilli biber ile desteklenmiş acımtrak tatlı bir sos koymuşlar. Çikolatanın bitter tadını pakiştiren bir özellik. Ben, ayrı ayrı ambalajlanmış altı çikolata diliminden üçünü gençlere verdim, teşekkür edip aldılar...
Ben oradan başka bir kahveye, oradan da başka bir kahveye gittim, çikolatayı tamamen unuttum ve kitabımı okudum, sahilde kilometrelerce yürüdüm, olacak olmayacak bir sürü şey düşündüm. Karanlık denizin kenarında boş kumsalda oturdum, ay ışığında paçaları sıvayıp dalgalarla dalga bile geçtim...
Sonra gece yarısından hemen sonra bir zamanda, son turu atıp yatmaya hazırlanırken, o ilk kahvenin önünden geçtim...
İşte tam geçerken, en dindar olanları sahile inip yolumu kesti. Her zanmanki gibi utangaç utangaç gülümsedi, gülümsedim...
"Abi sen n'aaptın?!"
"N'aaptım?"
"Sen bize alkollü çıkolata verdin. Hoca da bize, 'Sizin orucunuz kırk gün kabul olmaz, Cehenneme gidebilirsiniz' dedi, sen n'aaptın?!.."
"!.."
"Çikolatanın içinden böyle alkollü birşey çıktı yapış yapış" (Yüzünü buruşturuyor)
Kardeşimin dünyanın başka bir diyarından özene bezene paketleyip bana getirdiği, benim de yemeye kıyamayıp bu ışıltılı gençlere hediye ettiğim orijinal çikolataya yargısız infaz yapan bu pırıl pırıl tertemiz çocuğun karşısında ağzım açık kalakaldım...
"Hoca 'Cehenneme bile gidersiniz' mi dedi sahiden?!"
"Evet. Ramazanda alkolle oruç bozulursa..."
Lafını bıçakla kestim.
"Sen Hoca'ya söyle, Cehenneme o gidecek... Zaten 18 yaşından küçükleri, büyük bir halt işlemedikleri takdirde Cehenneme almıyorlar, ama bilmeyip uyduran, insanlara böyle kara çalan salak Hocaları tekme tokat Cehenneme atıyorlar!"
"Ama abi, Hocaya nasıl söylerim?!"
"Bak gördün mü, sen bu yüzden Cehenneme giriş sınavını kafadan kaybediyorsun."
"Abi bize neden alkollü çikolata verdin Ramazanda, sen yapmazsın, ama Hoca, 'Bu alkollü' dedi."
Öfkeme güç hakim oluyorum. O an Hoca dedikleri herifi elime geçirsem, "Allah yarattı" demeyeceğim...
"Alkollü değil tabii ki. Ben sana Ramazanda neden alkollü şey vereyim? Böyle bir saygısızlığı neden yapayım?"
"Yani alkol yok di'mi abi?"
"Yok!.."
Rahatlayıp gülümsüyor. Benim uykum açılmış, canım sıkılmış, "İyi geceler" dileyip hızlı hızlı yoluma devam ediyorum. Arkamdan sesleniyor.
"Abi!"
"Efendim?"
"O zaman ben günaha girmedim şimdi di'mi?"
"Sen Ramazanda dolu şarap fıçısının içine düşsen, gene de günaha girmezsin, ama Hoca girmiş. Sen hep böyle kalabilsen, aslında oruç tutmana da gerek yok."
Duraklıyor. Gülümseyip el sallıyor...
Uyuyabilirsen uyu...
Ben sahilde turlamaya devam ediyorum. Kuma oturup, sahilde pinekleyen martıları seyrediyorum. Onlar da çaktırmadan beni dikizliyorlar. Öfkem geçince, benim gibi onlar da rahatlıyorlar. Uyuyoruz...
İyi sabahlar...

Twitter'ın psikopatları, 'Dissozial/dissocial' insan türü...

140 Karakterle meramını anlatmak, kısalığı seven biri olarak beni çok çabuk mestetti. Galiba Kasım-Aralık ayından beri Twitter kullanıyorum, birçok dost ve arkadaş kazandım, bu mekanı çok ilginç buluyorum -tabii yalnız ben bulmuyorum, başkaları da ilginç buluyor...
Bu dinamik ortamda çok renkli kişiler var (kişilik bozukluğu olanlar da). Anında haberleşilebiliyorsunuz, anında gruplar kurulabiliyorsunuz, sansür yok. Bu mecrada psikopatlar da var ama!
Ve Twitter'a sadece bu nedenle -yani psikopatları incelemek için- takılanlar da var. Bu haberi, Twitter'daki yeni arkadaşlarımdan birinden aldım ve Türk okurlara da duyurmak istiyorum. Haber, ünlü internet dergisi Wired'da yayımlanmış.
Twitter'daki bu psikopat türüyle ben de tanıştım. Bir oturuşta bana 45 Twitt atanından, bayrak sallayanına ve "asacan kesecen, bak o zaman böyle konuşuyorlar mı" diyenine kadar, bir fikre taraftar olmanın ötesinde hasta bir yerde duranlar...
İşte burada, onların durdukları yeri konuşuyoruz -kısaca...
Konu, bilimsel bir araştırma aslında...
Olay oldukça masum bir şekilde başlamış. New Yorker Cornell University, suça meyilli insanların dili hakkında kapsamlı bir bilimsel araştırma yapıp yayımlamış. Araştırmaya göre, "suça meyilli olanlar, kullandıkları dilden, daha suç işlemeden anlaşılabilirler"miş. Bunu saçma bulan başka bilim adamları, "Yok öyle değildir o" peşin hükmünün hakim olduğu bir yerden yola çıkıp, 80 ülkeden 3000 Twitt yazarının üç milyon Twitt'ini incelemişler. Florida Atlantic University adına yayımladıkları bilimsel araştırmada, "üzgünüz, Cornell University araştırması maalesef doğrudur" gibi bir sonuca varmışlar. Bu sonuç da tartışmalı belki ama, Twitt yazanların ve Twitt'leri çok okunanların daha iyi bileceği üzere, sahiden de -belgeli- bir psikopat tipi varmış Twitter'de. Bilim adamları, araştırdıkları kişilerden 41'ini arayıp bularak bunların üzerinde bizzat yaptıkları araştırmalarda, bu tiplerin sahiden de psikopat olduğunu kanıtlamışlar...
Peki Twitter'daki psikopatları nereden anlarsınız?
Ben araştırmada ortaya çıkan psikopat özelliklerine daha yakından bakayım dedim.
(Twitter'daki psikolog dostlarımın affına sığınarak yazayım :)
Bu psikopat özelliklerden ilki ve bence en önemlisi, bir güvensizlik ve antisosyallik türü olan 'Dissozial/dissocial'lik. Latince kökenli bir laf:
Psikologların deyimiyle 'Dissozial/dissocial' tiplerin gizli amentüsü, "Her koyun kendi bacağından asılır" sözü, istediğin hedefe ulaşmak için her yol mübahtır anlayışıdır. Ben geçen hafta bir çay bahçesinde, Türkiye'deki hakim mantalitenin artık bu olduğunu övünerek anlatan birini hayretle dinledim. Adam, çınar gölgesinde hem bu psikopatlık türünün "nimetleri"nden bahsediyor, hem de çayını yudumluyordu -ve ben bu hasta kafanın bilimsel bir adının olduğunu, bir psikopatlık ifadesi olduğunu henüz bilmiyordum, Twitter'daki dostlarım sayesinde yeni öğrendim!
'Dissozial' kişilik bozukluğu, dünyayı bir Cangıl, vahşi bir orman olarak görür ve orman kanunun uygulanması gerektiğini düşünür. O buna hazırdır! Bu düşünce bozukluğuna göre, insanın verdiği sözü tutması gereksizdir, yalan söylemek ve aldatmak kötü birşey değildir. "Bana haksızlık edildi, ben de haksızlık edebilirim, hem de hangi yoldan olursa olsun. Diğerleri zayıf, kendilerine daha iyi davranılmasını hak etmiyorlar. Diğerlerini itip kakmasam, onlar beni itip kakar. Bu yolda herşeyi yaparım, cezalandırılmamak için de herşeyi yaparım. Başkalarının benim hakkımda ne düşündüğü umurum olmaz (aslında umuru olur, ama böyle der). Birşeye sahip olmak için istisnasız herşeyi yaparım. Nasılsa herşeyi elde edeceğim, cezalandırılmadan da yırtacağım, o halde endişelenmeme de gerek yok."
Yukarıda yazdığım özellikler, bir psikolojik bozukluk türüdür -yeniden hatırlatayım. "Felsefe" falan değildir yani...
(Psikolog Gert Kowarowsky'nin tanımından)
Twitter'daki psikopatların diğer özellikleri arasında narsizm (kendine aşırı hayranlık duymak) var. Her lafının başında "Ben" diyen ve kendini aşırı beğenen tipler, tehlikeli sulardalar! Araştırmacılar, siyasi alanda da Makyavelci tavırları savunup duranların, psikopat olduklarını saptamış -ve iyi de etmişler. Abartılı duygusal Twitt'ler atarken birden kırılıp ağzına geleni söyleyen tiplerin de psikopat olduğunu saptamışlar. Psikopatların bir nefret dili seçtikleri ve bir konuyu gerekçelendirmek yerine sövmek veya aşağılayarak karşılık vermeyi seçtiklerini görmüşler. Ha bir de abartılı yazımlar kullanıyorlarmış. Mesela aşağılarken sözcükte bir "a" harfi yeterliyken, ondan beş-on tane birden yazıyorlarmış. Bilim adamları bu uzatılmış laflara, "dolgu sözcükler" de diyor ve bir psikopatlık işareti sayıyor.
Psikopatların şiddete eğilimli oldukları ve toplum sağlığı için onların önceden saptanması gerektiğini öneren Amerikalı bilim adamlarına buradan kocaman gülümsüyoruz ve onları Türkiye'ye davet ediyoruz.

W. Somerset Maugham / Satılık Mektup

Birkaç hafta önce biri bana bir olayı anlattı ve bir hikaye haline getirmemi önerdi, o zamandan beri düşünüp duruyorum. Bunu ne yapacağımı ben de bilmiyorum. Olay şöyle: 
İki genç adam bir çay plantajında çalışıyorlar. Çalışanlara gelen mektupların oldukça uzak bir yerden alınması gerektiğinden, mektuplar uzun zaman aralıklarıyla geliyor. Adamlardan birine, -biz ona A. diyelim- her seferinde mektup geliyor, genellikle on-oniki mektup, hatta daha fazla. Diğer adam'a, -yani B.'ye- hiç mektup gelmiyor, o mektupsuz kalıyor. Ne zaman mektuplar gelse, kıskanarak, A'nın tomarla mektubunu alışını ve açıp okumaya başlamasını izliyor. Tek bir arzusu var, o da bir mektup almak. Bir mektup günü posta gelmeden önce dayanamıyor ve A.'ya, "Bak" diyor, "Sen her zaman bir sürü mektup alıyorsun, bana hiç gelmiyor. Sana 5 Pfund para vereyim, bana mektuplarından birini ver."
"Tamam, güzel" diyor A. Mektuplarını alınca tomarı ona uzatıyor, "İçinden herhangi birini al" diyor. B. ona parayı uzatıyor ve zarfların üzerindeki el yazılarına bakıp bir mektup seçiyor, dğerlerini A.'ya geri veriyor.
Akşam yemeğinden sonra Viski-soda içerlerken A., laf arasında soruyor: "Ee? Mektubunda ne yazıyordu?"
"Bunu sana söylemeyeceğim" diyor B.
A. şaşırıyor: "Kimden gelmiş?"
"Bu seni ilgilendirmez" diyor B. 
Al takke ver küllah tartışıyorlar, ama B., hakkını savunuyor ve aldığı mektup hakkında en ufak bir bilgi vermeyi reddediyor.
A. huysuzlanıyor ve bir sonraki hafta boyunca onu konuşturabilmek için her numarayı deniyor ama B.'den zırnık bilgi alamıyor. Sonunda A.'nın merakı öyle dayanılmaz oluyor ki, B.'nin yanına gidiyor, "Bak işte sana 5 Pfund, mektubu bana geri ver" diyor.
"Ölsen de vermem o mektubu" diyor B. "Onu satın aldım, fiyatını da ödedim, o benim. Kimselere vermem."
Bu kadar.
Şimdi modern hikayecilerden biri olsaydım, bunu olduğu gibi aynen yazmakla yetinirdim. Ama bu tarz bana uymaz. Hikaye formatına önem veririm ve bence bunun hikaye formatına uyabilmesi için, hiç bir soruya mahal vermeyen bir sonuç bolümünün olması gekir. İnsan okuru havada bırakmayı içine sindirebilse bile, hikayeyi anlatan kişi olarak onlarla birlikte havada kalmak istemiyor.

Çin kılıcının dünyayı fethi ve Zhang Yimou

Tai Chi kılıcı, Japon kılıcının aksine düz ve çift ağızlıdır, saplamaya da yatkındır. gerçi Japon kılıcının mükemmelliğine ulaşması mümkün değil, ama savaştan bahsettiğimizi kim söyledi...
Çin sinemasının as rejisörü Zhang Yimou da onu filmlerinde kullanıyor zaten.
Bu adamın renkleri kullanma yeteneğine, şaşırmamak mümkün değildir. "Kahraman" (Hero) Filmini seyrettiyseniz bilirsiniz. Bir tek sahnede doğa renk değiştirir, gökten kırmızı yapraklar yağar. Duello sahnelerini bu kadar şiirsel bir dille anlatabilen, Asyalıların Türklere de yabancı olmayan aşırı duygusallığını ve melankoliyi görsel alanda bu kadar iyi ifade edebilen rejisör hiç de fazla değildir. 
Gelecek yıl Çin'e gitmeye hazırlanan biri olarak, her zaman ilgilendiğim Çin hakkına artık pratik konulara da kulak kesiliyorum. Mesela Türkiye'de hali-vakti yerinde biri olduğunu göstermenin sembolü cipe binmek ise (bir ara öyleydi, -şimdi nedir bilmiyorum) Çin'de de evinde hava temizleyici düzeneklere sahip olmakmış. Bir dostum anlattı, hava kirliliği öyle berbat boyutlardaymış ki, evde olsun temiz hava solumak için bu pahalı aletleri kullanıyorlarmış. Eskiden, 1980'li yıllarda, (çevre blincimin geliştiği yıllarda!) "Yakında dağ havasını şişeleyip satarlar" derdim. Çin Proter Devrimi bunu becermiş görünüyor, o zamanlar rüyamda görsem inanmazdım.
Kubilay Han'ın kurduğu başkent Beijing (Peking) ya da eski adıyla Hanbalık, çölün kıyısında. Moğollar şehri, steplere kolay tüyebilmek için çöl kıyısına kurmuş olmalılar -bunu bir soruşturmalı- ama başkenti böyle bir yer olan Çin, dünya popüler sinemasında yer edindi. Kültür başkenti İstanbul gibi bir yer olan Türkiye ise başarılı ama, popüler filmler üretemiyor. O alana açılmayı hedeflediği görülen Cem Yılmaz filmleri o seviyeden henüz uzak. Popüler sinema, dünyanın her yerinde her eve girebilen sinema demektir ve etkisi de çok büyüktür. Eskiden Hong Kong malı filmler vardı. Onların popüler olabilen tek türü, Bruce Lee'nin başrol oynadığı Kung Fu filmleriydi. Uyduruk şeylerdi. En çok da, o filmlerdeki Batılı düşmanlığına ve Japon düşmanlığına gülerdim. Bugünün filmleri eski Çin filmleri gibi iptidai şeyler değil artık, estetik değerleri çok yüksek, Kurguları da gayet iyi. Zhang Yimou'nun filmlerini, birçok pahalı Hollywood produksiyonuna değişmem.
Son filmi "The Flowers of War", beni özellikle ilgilendiriyor, çünkü Çin'de 1937'deki Japon işgalini anlatıyor. O dönemde bir grup Çinli, bir kiliseye sığınıyor ve Japonların katliamından kurtuluyor. Başrolde, bir papazı oynayan Christian Bale var.
Anadolu hikayeler ve masallar içinde yüzüyor. Türkiye'de kültürü özendiren ve destekleyen Hükümetler olsa, Türk sineması da çok gelişir kuşkusuz. Türkler, kendilerine de tarafsız bakabilmeyi öğrendikledinde, "dünyaya Türkiye propagandası yapmak" gibi saçmalıklarla uğraşmadıklarında, sanatı esas aldıklarında, Çinliler gibi dünyanın fethine çıkabilir, hem de kıvrık Türk Yatağanıyla, sert Türk yayı ve okuyla...

Don Camillo ve Peppone Vatikan'da

Bu ikiliyi tanıyor musunuz?
Sivri zekalı bir köy papazıyla, köyün Komünist Partili Belediye başkanı...
Sadece bunu söylemek bile yeterli. Buradan ne kadar çok espri malzemesi çıkar bir düşünün. Hace Nasreddin gibi bir deryaya sahip olduğu halde kendi diniyle ve siyasileriyle dalga geçemeyen zavallı Türklerin ihtiyacı olan bir ikili...
Benim, coğrafyanın dörtbir yanına dağılmış kütüphanelerimdem birinde, bu kitabın 1960'lı yıllardan kalma Türkçe bir kopyası vardı, hem de Remzi kitabevinden bir kitaptı yanılmıyorsam. Büyükboy beyaz bir kitap. Sadece kitabın adı ve yazarının adının yer aldığı, sayfa uçları kıvrılmış bir mis kitap.
(Güzel kokar bunlar!)
Yazar: Giovannino Guareschi...
Kitabın adını hatırlamıyorum -okumadım da zaten (Ben bu hikayeler, romanlar dizisini Türkçe okumadım).  
Boscaccio köyünün eski kulağı kesik papazı Don Camillo Tarocci, "Peppone" lakaplı Kömünist Belediye Başkanı Giuseppe Bottazzi ile o kadar güzel takışır ki, İkinci Dünya Savaşından sonra yayınlanmaya başlayan ve 1960'lara kadar severek okunan bu kitaplarda, Sol-Sağ kavgasının absürd ve komik hallerini de görürsünüz. Bu iki adam, hikaye icabı İkinci Dünya Savaşı'nda partizan olarak aynı hedefler için savaşmışlardır, ama şimdi savaş sonrasında yerel sorunların çözümünde birisi geleneksel dini yöntemleri sevimli ve inatçı haliyle dayatır, diğeri modern ayaklar attırır ama sonunda Don Camillo'nun dediğine gelir, hatta onunla gizlice işbirliği yapar!
Yazar bir söyleşide, kendisini Peppone'ye benzettiğini, ama yüreğinin Don Camillo'nun yüreği olduğunu söylemiş. Ben kendi hesabıma ikisiyle de iyi anlaşacağımı düşünmüştüm -tabii esasen Don Camillo ile. Hem de bunu nerede düşünmüştüm biliyor musunuz?
Vatikan'da, Aziz Petrus Bazilikası'nın önünde...
Gerçi Bazilika'ya girdikten sonra oranın derinliğina adapte oldum ama, hemen orada, İsviçreli Muhafızların renkli üniformaları ve uzun mızraklarının önünden geçen çok sayıda keşişten birinin Don Camillo olabileceği geldi aklıma, gülmeden edemedim.
Tanrı gülümseyenleri sever -öyle sanıyorum! Don Camillo Hz. İsa ile de konuşur, Hz. Peygamber ona güzel sözler söyler. Bu özlü sözler, komediye özenle yerleştirilmişlerdir.
Don Camillo'yu canlandıran sinema sanatçısı Fernandel (Fernand Joseph Désiré Contandin), bu rol için yaratılmış, papaz kostümüyle doğmuş gibidir, o kadar iyi oynar. Pepone rolündeki Gino Cervi de başarılıdır. Ben Filmlerin birçoğunu seyrettim. En aklımda kalanı, bir klasik olan 1952 yapımı ilk film "Le petit monde de Don Camillo".
Filmde Komünistler seçim kazanmış, Don Camillo, onlara zaferlerini kutlatmamak için elinden geleni yapar. Ama Hz. İsa ona, bu amacından vazgeçmesini söyler. Don Camillo da peygamber ile ters düşmemek için kilisenin çanlarını çalmaya başlar. İnançlı Hristiyanlar çan çalarken kutlama yapabilirler mi?! Eh. Sonra kiliseye vaftiz edilmek üzere küçük bir bebek getirilir. Don Camillo, çocuğa ne ad konduğunu sorar, "Lenin" derler. Don Camillo, adı Lenin konmuş bir çocuğu vaftiz eder mi? Etmez. Ama Hz. İsa ona "ayrım yapmadan vaftiz et" deyince iş değişir tabii.
İnsanları güldürerek hem Solla hem dogmatik dinle dalga geçen, hem de Hz. İsa'nın sesiyle özlü sözleri ve sahici inancı anlatan harika bir komedidir/mizahtır Don Camillo.
İlk Don Camillo hikayesi 1948'de "Mondo piccolo: Don Camillo" adıyla mizah dergisi Bertoldo'da yayımlanmış ve öyle tutulmuş ki, derhal bir dizi olmuş, sonra kitaplar gelmiş. Don Camillo ile özdeşleşen ünlü oyuncu Fernandel 1971'de altıncı Don Camillo filmi çekilirken (dizinin yazarı Guareschi'den üç yıl önce) vefat etti, ama Don Camillo ölümsüz.
Acaba Türkler, böyle hikayeler yazıp filmler çekecek olgunluğa ne zaman ulaşacaklar? Anadolu'da böyle bir gelenek yüzlerce yıl yaşamış zaten. Hace Nasreddin'in ölümünden sekizyüz küsür yıl sonra böyle bir soru sormak iç acıtıcı ama...
Yeniden ne zaman?!..

Samsun Canik'te bu kez deniz yılanları kazandı...

Yıl 1399. "Burada, Samsun'un yanında yaşanan bir mucizeyi anlatmalıyım. O zamanlar, ben Türk Sultanı'nın hizmetindeyken, şehrin yakınında o kadar çok yılan belirdi ki, oradaki düzlüğün bir mil çapındaki bölümünü kapladılar. Yılanların bir kısmı denizden çıktı, diğer bir kısmı büyük ormandan geldi, çünkü Samsun'a ait olan Canik bölgesi çok ormanlık bir yer. Dokuz gün boyunca yılanlar, toplanma yerlerine doğru geldiler. İnsanlara ve hayvanlara birşey yapmadıkları halde, halk sayısız yılandan korktu, şehirde kimse okağa çıkamadı."
1947 yılından kalma, Gotik harflerle basılmış eski bir kitapta yazıyor bunlar. Hans Schiltberger adında 16 yaşındaki Bavyeralı bir çocuğun, 1394'de Niğbolu savaşında başlayıp 1427'de Bavyera'da sona eren uzun serüveni. Hans Schiltberger memleketine döndükten sonra bir anı kitabı yazmış. Kitap çok sonra Rose Grässel adındaki bir hanım tarafından Hamburg'da yayımlanmış.

Samsun Canik'teki sel felaketinden sonra, selin onikinci kurbanı, yeniden canlanan Yılanlıdere'nin kenarında bulununca, aklıma bu hikaye geldi: Yılanların savaşı. Yeniden anlatayım diye düşündüm.
1394'de Macar Kralı Siegmund, bütün Hristiyan dünyasını Türk saldırısına karşı yardıma çağırıyor. Yardıma gidenlerden biri de, Bavyeralı bir şovalyenin uşağı olarak kahramanımız. Türklere karşı savaşa katılıyor. Niğbolu'daki savaşı, kaybediyorlar ve Sultan askerlerine, Türkler çok kayıp verdiklerinden esirleri öldürmeleri emri veriyor. 10 bin kişi öldürülüyor. Sıra tam kahramanımıza gelince, şehzadeleren biri, eski Türk töresine göre 20 yaşından küçükler savaşta öldürülmediğinden, kahramanımızı celladın elinden alıyor. Onu diğer esirlerle Bursa sarayına gönderiyorlar, orada bir tür haberci oluyor.

Hans Schiltberger'in anlattığına göre, Sultan Yıldırım Bayezid, Canik beylerine karşı 80 bin kişilik bir orduyla yürüyüp Samsun'u alıyor, Samsun Beyi 'Cuveid' kaçıyor, Sultan şehri işgal ediyor. Niğbolu'nda yendiği Bulgar Kralı İvan Şişman'ın Müslüman olan oğlu Alexander'a şehrin komutasını veriyor. Sultan bölgeden ayrıldıktan kısa (birkaç ay/gün?) sonra 1399'da, Samsun şehrinin hemen yanındaki Canik'i yılanlar basıyor.

Kitaptan aynen aktarmaya devam ediyoruz:
"...Oranın efendisi, yılanlara zarar verilmemesi emri verdi. Bunun, Yüce Tanrı'nın gözlerimizin önüne serdiği bir mucizesi olduğunu söyledi. Onuncu gün yılanlar birbirine girip savaşmaya başladılar. Şehrin Efendisi, şehrin kapılarını açtırıp, kalabalık yılan izdihamını görmek için, güvendiği birkaç adamıyla dışarı çıktı ve gördü ki, su engerekleri kara engereklerinin karşısında geri çekilmek zorunda kalmaktadırlar. Şehrin Efendisi, ertesi günün sabahı yeniden dışarı çıkıp yılanların haala meydanda olup olmadıklarına baktı. Sadece ölü yılanlar gördü ve onların toplanıp sayılmalarını emretti; 8000 taneydiler. Bir mezar kazılmasını, yılanların içine atılmasını ve üzerinin toprakla kapatılmasını emretti. Sonra, o zamanlar Türkiye'nin hükümdarı olan Bayezid'e bir elçi gönderdi, mucizeyi ona bildirdi. Şehri ve Canik hükümdarlığını daha kısa bir süre önce fethetmiş olan Sultan, bunu uğurlu bir işaret saydı. Su yılanlarının yenilgisini kendine göre şöyle yorumladı ki, o karaların güçlü hükümdarıdır, ama Tanrı'nın yardımıyla denizlerin de hükümdarı olmalıdır." 

Şimdi bunu belki daha farklı yorumlamak gerekir. Bu kez yılanlı dere can aldığına göre...
O zamanda da, karaların Bayezid'den daha güçlü bir hükümdarı vardı ve adı Timur idi (Bu ad kitapta da aynen böyle geçiyor). 
Bayezid, heryeri denizlerle kaplı bir yerin hükümdarı, Timur ise kıta Asyası'nın tam ortasının -Çin'i bile tehdit eden- hükümdarıydı ve Samerkand'da oturuyordu...

Kahramanımız 1402'deki Ankara savaşını da anlatıyor ve bu kez esir olarak Timur'un ordusuyla Asya içlerine kadar gidiyor. (Timur'un ölümü ve gömülmesi ardından yaşanan garip olayları başka bir zaman aktarabiliriz!..) 
Timur, bölgenin yönetim merkezi Sinop'u, 1402'de İsfendiyar Bey'e verdi...

(Sinop 1461'de, Trabzon'a ilerleyen Fatih Sultan Mehmet tarafından kesin olarak Osmanlı imparatorluğuna bağlandı ve Beylik, yarı-bağımsızlığını kaybetti.)

Elektrik kesintisi...

Şehirde elektrikler kesilip bütün ışıklar sönünce, geceleyin gökyüzünün ne kadar güzel olduğunu görüyorsunuz. Başımı kaldırıyorum, hemen üzerimde o devasa cezve: Büyükayı, sonra Küçükayı. 
Gece yarısına yakın Gökyüzünün batısındeki o belli belirsiz aydınlık da daha iyi görünüyordu. Gökte yanıp sönen yıldızlar, onlar uçaklar.
Ama o dingin karanlıkta beni en şaşırtan, hemen yanımdaki yelkenlinin göğe uzanan direklerinin fena halde sallanması oldu. Bu hareketi, rüzgarsız çarşaf gibi bir denizin üzerinde kımıldamadan duran narin yelkenliye binen obez bir adama borçluyduk. Onun dışında herşey olağanüstü sakindi gecede. 
Şehrin tamamında sadece mumlar, gaz lambaları, tüplü lüksler ve pilli beyaz titrek ışıklar yandı. Herşey ve herkes daha dingin daha telaşsızdı, daha bir barışıktı kendisiyle. Nefes çekildikçe yanıp sönen sigaralar ve arada parlayan çakmakları saymazsak, yüzleri sadece cep telefonlarının ışıkları aydınlatıyordu.
"Sadece yarım saatliğine keseceğiz dediler ama üç saattir elektrik yok" dedi garson. Halinden memnun görünüyordu. Hep söylenir. Elektrik kesintilerinde çok sevişilir, gizemli olaylar yaşanır, tesadüfler artar, dokuz ay sonra çocuk patlaması yaşanır falan. Ben yıldızları seyrederken havai fişekler patlamaya başlıyor. Evet, renkler çok daha net görünüyordu yıldızların altında. Bir tanıdık anlatmıştı. İstanbul'da saati bilmemkaç bin Dolarmış havai fişek attırmak. Yani birkaç bin Dolar bayılıca mümkünmüş! Fişeklerin büyüklüğü ve atış süresı arttıkça, fiyat da yükseliyormuş. 

Elektrikler kesilince sahici sesler dikkatinizi çekiyor. Sadece insan sesleri duyuyorsunuz. Arada köpek havlamaları. (Bir sandalın kürek sesleri bile vardı)
Hoparlörden iç bayan müzikler duymuyorsunuz.
Eskiden akşam olunca gaz lambaları yanardı. İlk çocukluğumda, islenen camı her akşam silinen gaz lambasının fitili küçültülünce, yatma vaktinin geldiğini anlardım, masal saati de bitmiş demekti. Eskiden beyaz mumlar da pek narindi, çabuk eğilirlerdi. Hangi bakkalda iyi mum olduğunu bilmek gerekirdi. Gaz tüplerine takılan lüks lambalar icad olup yazlıklara asılmaya başlandığında hüzünlendiğimi iyi hatırlıyorum. O aletler bir de garip ses çıkarıyordu. Ama aynı yazlıklara ampuller takıldığında, sessiz yaz gecelerinin büyüsü de sona ermiş oldu. Paniğe kapıldığımı çok iyi hatırlıyorum. Galiba ilkokul üçüncü sınıfta falandım. 
Transistörlü radyoda çalan, dünyanın en güzel müziği de olsa, cırcır böceklerinin yaz gecesi seranadlarına çıkamaz. En kral teknokratik modern ampül de ateş böceklerinin titrek ışığının güzelliğiyle yarışamaz. 
Derken elektrikler geldi ve yıldızların ışığı söner gibi oldu.

Büyünün bozulmasına izin vermeyelim.

İstanbul'un sakini veya misafiri olmak...

İşte bu büyük bir fark.
Yakın bir yabancı dostum İstanbul'dan ayrıldı. Uçağa binmeden önce sahilde son kez otururken Boğaz'a dalıp gitti ve "Artık burada sadece misafir olacağım" dedi. Bu sözü üzerine ben de bu yazıyı yazmaya karar verdim.
İstanbullu olmak, dünyanın başka yerlerinden meraklı gözlerle buralara gelen misafirlerine bir İstanbullu olarak konuşmak nasıl bir şeydir? Karşı yakadaki bir binayı gösterip, onun hikayesini anlatmak, vapur saatlerini söylemek, en iyi zeytinyağlı enginarın en iyi balığın nerede yendiğinin sırrını vermek, Babylon'daki Caz konserini övmek, istiklal'de yürürken "gelin bakın size bir yer göstericem" diye gülümsemek nasıl bir şeydir?
Buna cevabı şöyleydi: "Cennetteki gibi."
Cennette ev sahipliği. Bu şehre dahil olmak, inanılmaz güzel ve büyülü bir şey. İstanbul'un en dangıl keşmekeşini bile özlersiniz. Buradan ayrı kalanlar bunu iyi bilir.
1980 Askeri darbesinden sonra yurtdışına kaçan "Abiler", Yunan adalarına tatile gelip, karşı sahili seyreder, Uzo içip ağlarlardı.
(Ben hiç görmedim ama çok duydum!)
Hapse girmeyi bile göze alarak yurtdışında gelenlerin sonuncusu, yazar Doğan Akhanlı'ydı. Nasıl bir duygu patlaması yaşadığını bizzat gördüm, ayrıntıları bana özel.
İstanbul'un evhiplerinden sahici sanatçı Kemal Sunal'ın müdavimi olduğu sahil kahvesine takılanlardan biri de bendim. Rumeli Hisarı'nda, Boğaz'ın en dar yerindeydi. Kahveden elinizi uzatsanız dev tankerlere dokunabilirsiniz! Nazım Hikmet'in vapur okşaması gibi değildir bu, aşinalığı vardır. Kemal Sunal, her zamanki ciddi haliyle kapalı terastaki camlı iç odada oturur, sinemacı arkadaşlarıyla konuşur, okey oynardı. Ona gösterilen saygıyı görmekten ziyade hissederdiniz. Japon kültür ateşesi bana şöyle birşey söylemişti, mutlaka yazmalıyım:
"Kemal Sunal filmleri çevrilip Japonya'da gösterilse, kesinlikle hit olur. Bizim mizah anlayışımıza da uygun. Ama bunu yapmak henüz kimsenin aklına gelmedi." 1999 depreminden sonra Türkiye'yi terketmeye hazırlanan annemi götürdüğüm son kahve de o kahveydi. Amaç, ona en sevdiğim kahveyi, Kemal Sunal'ı göstermek ve İstanbul'un sahiplerinden olduğu duygusunu yanında götürmesini sağlamaktı. Kemal Sunal o gün kahveye gelmedi. Dünyadan ayrılışından sonra kahvenin havası değişti zaten. Orayı bir hüzün bastı. Ve, Savaş Dinçel 'in 2007'deki ayrılışından sonra kahve bir daha eski havasına kavuşamadı, iflah etmedi. Eski tüfek sinemacılar orada görünmez oldular. Halbuki Beyoğlu'ndaki "Artiz kahvesi" gibi bir yerdi Rumeli Hisarı'ndaki kahve. Nadiren de olsa Tarık Akan bile uğrardı. Benim Boğaz sahilindeki kapsama alanıma giren, en İstanbul yer o kahveydi. Boğaz kültürü zaten malumunuz, şehirdeki Türk devrinin ve uygarlığının ürünüdür. Hafta sonu orası, kahvaltı için gelen orta tabakanın eğitimli İstanbullularıyla dolar. Yabancı turistlerin pek takılmadığı bir yerdir. Sahilde en pahalı otomobilleri de görürsünüz, ama yatlar uğramaz mesela. Şehrin asıl sahipleri, hafta arası, kahve nisbeten tenha olduğu zamanlarda inerlerdi iç odaya. Yabancı dostlarımın da pek uğramadığı ama bildiği bir yerdir.
İstanbul'un sahibi olmak ve misafiri olmak arasındaki farkın ne olduğunu en acıtıcı biçimde, Erdal Özyağcılar'dan öğrendim.
Önemli biri ölmüştü (yanılmıyorsam El Kaide saldırılarından hemen sonraydı). Yanımda yabancı dostlarım da vardı, Almanlar ve Yunanlılar. Nişantaşı'ndaki Teşvikiye Camiindeydik. Hemen yanıma denk geldi. Ona ne sorduğumu hiç hatırlamıyorum. Ama orada kendimi sahiden yabancı hissettirdi bana. İstanbul'un misafirlerinden biriydim, o da sahibiydi. Biz işgal kuvvetleri mensupları bile olabilirdik! Yanımdaki yabancı dostlarıma, konuştuklarımı çevirmedim. Sözlerin önemi de yoktu zaten. Herkes acılıydı, biz de o acının kurbanı olduk belki -ama orade ne Türk ne de İstanbulluyduk. Varlığına katlanılan zoraki misafirlerdik. Biz dayanışmak falan diye gitmiştik gerçi, orada dış kapının dış mandalı gibi olduk. İstanbul'da misafirdik sadece...
İlk orada dank etmişti.
Ben Erdal Özyağcılar'ı iyi bir oyuncu olarak ilk farkettiğim video filmini hâlâ hatırlıyorum. Filmin adını unuttum ama rol icabı bir telefon kulübesinden telefon edişi gözümün önünde. Kızkardeşim, birçok film gibi o filmin repliklerini de bilir, Özyağcılar'ı başarıyla taklit eder. Bizim aklımızda ve kalbimizdeki İstanbul'da o da vardır. Arkadaşım'ın İstanbul'dan ayrıldığı gün, kendini Özyağcılar'ın yanındaki ben gibi hissedecek diye ödüm koptu. Ortam müsait olmayıp Türk İstanbullularla birlikte olsaydık, bu onun başına daha kolay gelebilirdi, Türk değildi bir kere. İstanbul'u da çok sonra tanımış ve şehre aşık olmuştu. İstanbul'da yaşayan bir yabancının, dünyanın öbür ucundaki başka birileriyle konuşurken, telefonda, "Ben cennette yaşıyorum" dediğini düşünün. Avrupalı birinin bu sözcüğü kullanması hiç de alışıldık bir sey değildir. O böyle niteliyordu İstanbul'u.
Akıl fikir fırtınası estirip hayaller kurduğumuz günlerden birinde, "İstanbul Türklerin elinde değil de mesela İngilizlerin elinde olsaydı ne olurdu" diye de duşünmedik değil. Türkler, böyle bir durumda şehrin bugünkünden çok daha güzel, düzenli ve temiz olacağını düşünürler nedense. Tanıdığım yabancı dostlarım da "şehrin çok yavan olacağı"nı söyleyip mutlaka Türk kalmasını isterler! Evet İstanbul belki pek düzenli bir yer değildir, trafik karmaşası falan bezdirir insanı. Ama can ve ruh vardır burada. Kimsenin doğru dürüst tarif edemediği halde hayran olduğu yanlarını, şehrin misafirlerinden öğrenirsiniz. Hele birkaç kez buraya gelip gidip, şehrin büyüsüne kapıldılarsa, daha ayrıntılı "bilgiler" edinebilirsiniz. Olumsuz bilgiler de buna dahildir. (Şehre üçüncü kez gelen bir kadın dostum bana, "eskisinden daha iyi, bu kez otobüste mıncıklanmadım" dediğinde çok şaşırmış, buna inanamamıştım. Sonra bu gibi "olayların", yabancı kadınların başına sıkca geldiğini öğrendim.)
Şehre misafir gelen yabancıların büyük bir çoğunluğu burada kalma hayalleri kurar, kuranların küçümsenmeyecek bir kısmı mutlaka yeniden gelir ve yarım gönülle de olsa kalmanın yollarını arar. Kalanlar, en has İstanbullulardan olup çıkarlar. Şehri Türklerden genellikle daha iyi tanırlar. Burada nerde ne olduğunu, nereye gidilip nerede en iyi ne yeneceğini ne görüleceğini ve saireyi, güya misafir gelip buralı olan yabancılardan öğrenebilirsiniz -ben çok öğrendim!.
Arkadaşım Türkiye'den ayrılırken arkasından su döken olmadı. Böyle şeyleri kadınlar iyi bilir aslında. Aklımıza bile gelmedi. Biraz fazla rasyoneliz belki. Yeniden geleceğinden kuşkum yok, o yüzden vedalaşmadık. Ama yeniden geldiğinde bir misafir olacak artık. Ve bunu söylerken hüzünlüydü. Cennetten ayrılmak hiç de kolay olmasa gerek. İşte biraz da onun için, daha bir sevip daha bir korumak gerektiğini düşunüyorum bu şehri. İstanbul, bize bir emanet ve o dünyaya ait bir yer. Şehrin bir Türk şehri olması, herşeye rağmen herkesin hoşuna giden bir şey -tanıdığım Yunanlıların bile! Bu şehrin en has sahiplerine gelince, onlar Sulukule'deki Romanlardı. Tam bin yıldır oturdukları Sulukule'den atılmamaları için elimizden geleni yaptık. Adımın Sulukule platformunun listesinde hâlâ yeralması bir onur benim için. Üst mahkemeler Romanların Sulukule'den çıkarılmalarının hukuksuzluğuna karar verdi. Romanlar Sulukule'ye elbet dönecekler. Benim sevgili dostum da ilelebet İstanbullu kalacak. (O da platformdaydı. Üye olmadı belki ama hep yanımızdaydı). Bir gün dabruka ve klarnetle Sulukule'deki malum kahvede yeniden coşmak umuduyla!..

Savaş meleği ve kılıç-kalem tutan eller ...

Ben, çok kalem tutanların iyi de kılıç tutabileceğini düşünürüm...
Çok yazı yazanların kalem tutan ellerinin başparmağı, işaret ve orta parmağı, uzun yıllarca kasılıp gevşeyerek güç kazanır. Uzun süre kalem tutmamış kişilerin eli çabuk yorulur malumunuz. Japon kılıcı iki elle tutulan bir âlettir ve kalem tutan sağ el, kılıcın kabzasını, el korunağına (Tsuba'ya) yakın tutar. Kalem tutmak halinin tersi bir durumdur aslında: Başparmak, işaretparmağı ve orta parmak nisbeten gevşek dururken, son iki parmak kabzayı sıkı kavrar. Kılıcın uzun kabzasının ucunu tutan sol el de aynı usûle uyar. Kalem tutan parmaklar, kılıç savururken, sağlam vuruşlarda bile fazla sıkboğaz etmezler. Yani kasılmanın âlemi yoktur! Kalem tutan üç parmak, esasen kılıcın elden düşebileceği durumlarda ve sıkı darbelerde müdahil olup kabzaya kenetlenirler. Kenetlenme zamanını, iki çelik kılıcın birbirine çarptığında çıkan tiz sesten anlarsınız. Kalemi bedeninin bir parçası haline gelmiş olan sahici/samimi insanların doğal reaksiyonudur zaten.
Tabii konu kılıç tutmaktan ibaret değil...
("Dağ gibi sakin, su gibi hareketli ol" lafı boşuna söylenmemiş.)
Bir kere, Kılıç, yeterince esnek, dayanıklı, dirençli ve ustura gibi keskin olmalıdır. İki kılıcın birbirine çarptığı anda çıkan o tiz metal sesi duyulduğunda, ruhun bir iğne ucu kadar küçük olduğunu ve insanın bedeninin tam ortasına bir yere çekildiğini hissettiğinizde iş ciddidir ve ölüme yakınsınızdır. Tiz metal çınlamalarının ardı gelmiyorsa, bıçak bilenirken çıkan ses duyuluyorsa, kılıcı tutan iki kişi birbirini kılıçla itelemeye başlamış demektir -ki, bu pozisyonda kalem tutan parmaklar da devreye girer. Kalem tutan parmaklardan daha güçlü olan tek şey, masaj yapan ellerdir. Kör savaşçı ve masör Zatoichi, bu pozisyondan her zaman galip çıkar ve karşısındakini mutlaka çizer! (ama bir roman kahramanı olduğunu unutmamak koşuluyla)
Günümüzde asıl savaşlar kalemle yapılıyor. Musashi, savaşın silahla değil ruh ve akılla yapıldığını yüzyıllar önce göstermiş...
Büyük savaşçı Miyamoto Musashi,sadece tahta kılıç kullanmaya başladığı yıllarında, kalem tutmanın önemini kavramış ve anlatmıştır. Çifte kılıç kullanma tekniğini geliştiren Bu adam, "Savaşçının yolu çifttir: Kılıcın ve kalemin yolu" diye de bir söz söylemiştir. Doğrusu da bu olmalı. Kanıtı, Saito Musashibo Benkei olmalıolabilir mi? İki metre boyundaki bu savaşçı keşişin hayatını geçirdiği manastır savaşta yıkılınca, bin kılıç toplayıp satarak, parasıyla manastırı yeniden yaptırmaya andiçiyor ve önüne gelen kılçlı tipi budayıp tam 999 kılıç topluyor. Son kılıcı da Goyo köprüsünün başında, yerde görüyor! Minamoto-no-Yoshitsune adlı ufak tefek genç bir adam yere oturmuş flüt çalmakta, kılıcını da yere koymuş, gevşemiş. Benkei, "Sana yazık olmasın, kılıcını ver de yoluma gideyim" diyor. İşte bu genç adam onu, kılıcını bile kullanmaya bile tenezzül etmeden, bir yelpazeyle evire çevire yeniyor! Savaşçı keşiş, sadece kaba kuvvet ve kılıç kullanmayı iyi bilmekle savaş kazanılamayacağını orada öğreniyor ve bu çocüğun önünde saygıyla eğilip ondan özür diliyor. Aklınız kıt, ruhunuz arınmamışsa (yani adil/şerefli amaçlar yerine abuk sabuk "hedefler"in peşinden koşuyorsanız), gücünüz ve cüsseniz beş para etmeyebilir. Olayın yaşandığı yıllarda, Türkler Anadolu'ya daha yeni gelmiş. Ve gene o yıllarda, Hachiman yeni yeni Savaş Tanrısı sayılıyor. Japonlar, Altaylar'dan getirdikleri Shinto inancını Budizme entegre ederken ona da yer vermişler, yerel koruyucu Melekleri (Kami) olmuş.
Hachiman, Türkler Anadolu'da tutunduktan sonra, 11'inci Yüzyılın sonlarına doğru Japonya'da Savaş Tanrısı (Kami) sayılmaya başlıyor ve giderek Budist yanlarından uzaklaşıp geleneksel inançtaki yerini yeniden buluyor. O'nun pek bilinmeyen yanı, Asya'dan getirdiği diğer adı Daicin'dir ve daha da az bilineni, bu adın Moğolların Savaş Meleği Daiçin ile neredeyse aynı olmasıdır. Japonlar Hachiman'ın adında, köklerine sadık kaldıklarını da gösterirler.
Hachiman Japonya'da yükselirken ve adına manastırlar vakfedilirken, Türkler de kırmızı bayraklarıyla Anadolu'ya akmaktaydılar. Ve kırmızı, belki de Türklerin Savaş Meleğinin rengiydi, belki bayraklarındaki yıldızıydı. Bayrağın Ay'ı, Türklerin klasik savaş pozisyonunu, ordunun dizilişini gösteriyor da olabilir, çünkü çok eski bir işarettir.
Eski Bizans bayrağının kırmızı zemin üzerinde sadece bir Ay'dan ibaret olduğu kimseyi şaşırtmamalı. Nihayetinde, şehrin koruyucu Meleği Mikael de bir savaş meleği, hatta Tanrı'nın baş meleği değil mi? Üstelik onun bayrağı da kırmızı.
Kim bilir, belki son Bizans bayrağının yıldızı, Asya'dan gelmiştir ve Hachiman'la Daiçin'le akrabadır -hatta belki bir ve aynıdır! (Belki de hep buradaydı veya heryerde.)