Tefrika roman...

Gazetelerde tefrika romanları çocukluğumdan hatırlıyorum. Sayfaların altında olurdu ve sayfaların üçte birini, bazen yarısını kaplardı. bir tekini bile okumadım, onları annem okurdu, ben çizgi roman tefrikalarının müdavimiydim...
("Teksas-Tommiksci" denen tayfa için bulabildiğim en "olumlu" deyim!) Gerçi tefrikalar yayınlayan Doğan Kardeş dergisi, benim ilgi alanıma girmediği yallarda çok yazılı az resimliydi, ama yıllar içinde sadece bir çizgi roman dergisine dönüştü ve bu hikayeler tefrikaydı, yani devamlıydı. Birbirimize ödünç verirken, dergilerin sayılarına bakar, devamlı olmalarına dikkat ederdik, yoksa hikayeler kopuk kopuk oluyor, devamını okumak kadar zevk vermiyordu. Gazetelerde de tefrika çizgi bantlar ilk ve tek okuduğum şeylerdi! Fatoş'undan Hoş Memo'suna kadar bazen yarım sayfaya yakın yer kaplarlardı -özellikle hafta sonları. Tefrikalar, sadece gazetelerde değil, dergilerde de vardı, belki de asıl dergiler, tefrikacılık yapıyordu da ben farketmemiştim. Hayat dergisi, bazıları İngilizceden çevrilmiş -ve beni asla ilgilendirmeyen- hikayeler, tefrikalarla dolu olurdu. Türkiye'de herkesin alıp okuduğu, satışı yüksek edebiyat dergilerinin olduğu yıllardı, bizim evimize Varlık dergisi mutlaka, onunla birlikte Cep Dergisi "Dünyaya açılan pencere" kesinlikle girerdi. Bu dergide, Avrupa ve Dünya ile eş zamanlı olarak Sartre gibi büyük edebiyatçı ve düşünürlerden makaleler, okuma parçaları bulunurdu.
Benim yakınımda gezinen son tefrika, Hürriyet'in Avrupa baskısında bir süre yayımlanan "Pehlivan tefrikaları"ydı. Bir tekini bile okumadım, ama evde okunurdu. Derken zaman değişti. Özal devrinde tefrikalar gazeteleri tamamen terketti, dergilerden de dışlandılar, ama benim için güzel bir nostalji olarak sahaflardaki eski dergilerde yaşıyorlar. Türkiye'de biriki "yeniden tefrika" denemesi tutmadı, ama Harlequin'in "aşk romanları" Türkiye'de de satılıyor. Şimdi tefrika, bir tek mizah dergilerinde ve onlar da çok azaldılar ve her hafta tek hikayeye dönüşüyorlar. İşte bu ehval ve şerait altında Almanya'da gördüğüm onca tefrika, aklıma yeniden bu yazı/medya/vs. türünü aklıma getirdi. Bu sabah İstanbul metrosunda, sadece İkinci Dünya Savaşı'nda yaşanmış savaş hikayeleri anlatan bir dergi okudum. Süreli yayın. Dergiyi, sadece meraktan, Güney-Doğuda savaşmış ve orada yaşadıklarını yıllarca anlatmış Güney-Doğu gazilerini düşünerek okudum. Türkiye'de 90'lı yıllarda böyle 60 sayfalık, kitap boyutunda bir dergi çıksaydı, mutlaka yüksek tirajı olurdu -tabii Türkiye yasakçı bir ülke olmasaydı. Haydi onu da bırakalım, Birinci Dünya Savaşı'nda yaşanmışlıkların tefrika edildiği bir dergi olsa… "mesela" diyorum!.. Onu da geçtik, pehlivan tefrikaları neden ve nasıl ortadan kalkabilir? Bu aynı zamanda bir kültür. Japonların Sumo dergileri var, Türklerin güreş dergisi yok… 
Almanya'da gene hiç okumadığım, kitap boyutunda tıp romanları, köy romanları vs. romanları dergileri var. Her birinde bir tek hikaye anlatılıyor, ama belli bir okur kitlesine hitab etmeyi sürdürüyorlar. Elbette çizgi roman tefrikaları yayınlayan dergiler de var. Türkiye'deki örneği Doğan Kardeş dergisi, ilgi yokluğu nedeniyle ikinci denemesinin ardından 2011'de 38. yeni sayısıyla hayata veda edip kapandı. Tefrika, bir zamanlar en iyi romanların Türk okuruyla buluşmasına önayak olmuştu. Yaşar Kemal'in "İnce Memed"i aklıma geldi, 1954'de Cumhuriyet Gazetesi'nde tefrika edilmiş. Tefrika, şimdi yeniden canlandırılmayı bekliyor...

Ho Ho Ho Chi Minh...

Bu sloganı en son ne zaman attığımı hatırlamıyorum ama ilk kez nerede duyduğumu çok iyi hatırlıyorum. Eminönü'nde bir miting veya gösterideydik. Üniversiteli abilerin endişeli göründüğü bir ortamdı ve sonra Dev Yol kitlesinden, "Ho Ho Ho Chi Minh, iki üç, daha fazla Vietnam, Ernesto'ya bin Selam" diye bir gürleme geldi. Ben, henüz yeni yeşillenmiş lise birli olarak, "Ho Ho Ho" ve devamı hoşuma gitmişti ama birşey anlamamıştım. Leo Huberman'ın "Sosyalizmin Alfabesi"ni ve Harun Karadeniz kitaplarını yeni okumuştum, "sömürü" falan gibi konuları, emperyalizmi biliyordum, ama bu "Ho Ho Ho" da neydi, veya kimdi?! Bizim tıfıl liseliler kolundan kopup bir abiye "Bu ne demek?" diye çekine çekine sorduğumu, onun da bana yukardan bakarak (iyice ufalmıştım orada), "Bilmiyor musun?" diye yüksek perdeden birşeyler söyleyip sonra beni sepetlediğini hatırlıyorum -ki bu nedenle iyice öğrendim sloganı! 1970'lerin en cıvcıvlı ikinci yarısında bu sloganı Mahir Çayan'ın kurduğu cephenin ardılı devrimciler atıyorlardı...
Vietnamlılar şaka maka koskoca ABD'yi yenip, dünyanın gidişatını değiştirdiler. Şimdi politikanın lüzumu yok, ayrıntısına girmeyeceğim, ama gerçek 1968'li entelektüellerle sohbet ederken bulunduğumuz kahvenin duvarında bu sloganı görünce ürperdim. Frankfurt'un Solcu kült kitapçısı Ypsilon'un kahvesinde, duvarda o slogan da yazıyordu ve orada diğer unutulmaz sloganlarla beraberdi, ama aramızda konuştuğumuz konular farklıydı. Şimdi Ortadoğu'daki yeni gelişmeler ve Türkiye, tartışma konumuzdu. Almanya'da herkesin tanıdığı büyük bir entelektüel de yanımızdaydı ve birçok kitabını okuduğum bu örnek adamla birçok konuda hemfikir olduğumu anlamak, benim için günün en büyük ödülü ve sevinci oldu. Ho Chi Minh, tüm sohbet boyunca bizimle birlikteydi. Sonra bana yapılan hoş sürpriz...
Bir Vietnam lokantasına gittik ve orada da Ho amcanın kocaman bir resmi bizi karşıladı. Eski Sol yaşıyor ve herkes birbirini tanıyor, eskisi gibi tartışıyor, düşünüyor. Lokantanın sahibi Alman bir aktivist. 1968'lerde Vietnam yanıp yıkılırken oraya gidip orada üniversite eğitimi alan bir öğrenci. Sonra şehrine geri dönmüş ve yılllar yıllar sonra bu lokantayı açmış, Ho Chi Minh'i de unutmamış...
Vietnamlılardan daha Vietnamlı olduğu söylenen bu Alman devrimciyle ne yazık ki tanışamadım, ama Vietnam'a gitmiş kadar oldum. Bu yaz başında güney Çin'e neredeyse Vietnam sınırına kadar gitmiştim, galiba bundan sonra Ho Amca'nın ülkesini görüp O'nu da ziyaret edeceğim...
Ho Ho Ho Chi Minh,
Daha fazla Vietnam,
Ernesto'ya bin selam...

Kadını çizen romanların mefkûresi...

Sahilde çizgi roman okuma günümde kütüphanemde bulduğum eski Karaoğlan'ı okurken, gerçek bir nostalji dalgalanmasına maruz kaldım. Yani dalgaya kapılmış sandal misali, sinüs dalgalarından farksız bir aşağı bir yukarı ırgalanma durumu...
Almanya yolculuğum öncesi, orada talan edeceğim çizgi roman dükkanlarına girmeden önce kendi kütüphanemi iyice sallayıp bir sürü eski çizgi romanı sapır sapır döktükten sonra Aragones'den Sempe'ye, oradan Türkiye döküntüsü Zagor ve Mister No ciltleri arasından elbette Karaoğlan'ı seçtim. En nostaljik olanı Karaoğlan'dı. Daha ilkokula giderken ilk Karaoğlan cildini amcamdan hediye almıştım. O ânı hâlâ, çok iyi hatırlıyorum.
Bu ciltler artık basılmıyor. İtalyanlar kendi mallarını sattırmakta pek mahir. Teksas'ından Tommiks'ine ve Zagor'undan Kaptan Swing'ine kadar her halt var, ama Karaoğlan, Tolga, Tarkan yok. Olmalı mı? Eh!..
Mesela Kültür Bakanlığı gibi birşey olsa, bununla ilgilenirdi...
Eski türk filmlerinde Belgin Doruk ve muadili "esas kız"ların nasıl konuştuklarını hatırlayın!..
Genizden gelen ve "Je"li seslerin duyulduğu, bir tür amatör şımarıklık ve "masumiyet taklidi" içerir. Ok gibi kirpikler, sürmeli gözler, ay kaşlarla, dudaklarını uzata uzata konuşurlar...
Filmler siyah-beyaz olduğundan dudakların hangi cartlak kırmızıya boyandığını anlayamazsınız ve bunu düşünmezsiniz de, çünkü beyaz perdedeki kadınlar, o gri halleriyle ve mükemmel olmayan kusurlu güzellikleriyle eşsizdirler. İşte o kadınların hepsi, bir kadın tarafından seslendirilirdi ve onları şuh-şuh acaip "Je"li bir genizden sesle seslendiren kadını da kızkardeşim mükemmel taklit ederdi (ve ediyor!) Gözlerinizi kaparsınız ve Türk filmlerindeki başrol kadını seslendirmesini kardeşimden aynen dinleyebilirsiniz. Bizim kahkahalı dalga seanslarımızın vazgeçilmezidir. Ve ben Karaoğlan'ı okurken resmen o kadınların sesini duydum. Çünkü "Ti-yen-şan Canavarı" gibi yanlış yazılmış bir ad taşıyan canavarın (doğrusu "Tien Shan" olacak, Han Çincesinde "Tanrı Dağı" demek") başrolü oynadığı Karaoğlan albümünde kadınlar resmen Türk filmlerindeki repliklerle konuşuyorlardı ve ister istemez filmlerdeki seslerini de duyuyordunuz! Karaoğlan'da kadınlar, gözleri yaşlı zayıf yaratıklar olarak resmediliyorlar, "Altaylardan gelen yiğit"e asla dayanamayıp onunla hemek yatağa giriyorlar ve ondan tokat da yeseler bacaklarına sarılıyorlar! Bu Karaoğlan albümünde de, özgüvenli kadınlar kötü kadınlar olarak çizilmiş. Yani iyi kadın olmak için tokadı yiyip oturacaksın ve yoldan geçerken uğrayan serserilerin -Karaoğlan oldukları için- her istediğini yapacaksın -ki iyi kadın sayılabilesin. Onun dediğini yapmazsan, bir "kahpe" olarak öleceksin!..
Altaylardan gelen yiğit Karaoğlan'ın eskimesi ve ilgi görmemesi (son filmi tam bir flop idi) biraz da bu yüzden olmalı. Kartal Tibet'in baş rolü üslendiği Karaoğlan filmlerini de seyrettim elbette, ama bu filmlerde ve tabii çizgi romanda, hiç olmazsa erotik sınırlar dahilinde kadın bedeni de resmedilir, şimdinin çizgi romanlarında -hatta mizah dergilerinde- çıplaklığın esamisi yok...
Kitaptaki hikaye elbette sıradan Karaoğlan hikayesi, kitabı elbette fi tarihinde okudum, ama o zaman Çin'le ve Hindistan'la şimdiki kadar ilgilenmiyordum ve gördüğüm kadarıyla Suat Yalaz'ın çizdiği "Ti-yen-şan Mihracesi" ve kızı, Türklerin ilgisizliğine denk gelmiş de itirazsız okunmuş. Yoksa, Pekin'de neden "Arşidük" olmazsa, Tien Shan'da da o yüzden "Mihrace" olmaz. Tien Shan, asla Hint bölgesi olmamıştır. Çizgi romanın Hint kıyafetleri de hikaye gibi atmasyon. "Eh kurgudur, olabilir" diyebiliriz elbette, ama Tanrı Dağları'nda ahtapot... İşte bu biraz fazla geldi gibi oldu. Ve bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Asya'da kasırga gibi esen, Çalık, Baybora, Balaban gibi iyi tipleri/karakterleri olan Karaoğlan albümleri arasından bu albüm, günümüzün özgür ve özgüvenli kadınlar devrine oldukça ters. Aslında ben, Kanadalı ünlü çizer Seth'in edebi değer taşıyan ilginç çizgi romanlarından bahsedecektim. (Suat Yalaz da bir Kanadalıdan esinlenmiştir malum, Hal Foster'dan) Şimdi Almanya'da diğer Seth çizgi romanlarını da taze dalından koparıp okuduktan sonra yazacağım...