Esrik bilge sınıfından ehl-i keyf Aydın Boysan'ın bir önerisi

Geçtiğimiz yıl alternatif Hace Nasreddin hikayeleri yazarken, Anadolu'daki 'Esrik Bilge' geleneğinin kökeni hakkında okumuştum. Kendi kısıtlı bakış açısını hiç sorgulamayan şehirli naylon insan modeli, Nasrettin Hoca'yı nedense pek küçümser. Ben kendi araştırmalarım sırasında, Hace Nasreddin'in gerçek kimliği ve Anadolu'daki fonksiyonu hakkında son derece az, yetersiz ve yanlış bilginin bulunduğunu farkettim. Hace Nasreddin fıkraları, Hoca'nın muzipliği ve mesela eşeğe ters binmek gibi tipik 'Esrik bilge' özelliklerinin (Sokrates da ters binermiş! Arkasından yürüyerek gelen talebelere ders anlatırma yöntemi). Anadolu Ortodoks Hristiyan keşişleri arasında da yaygın eski bir gelenek olduğunu, Asya'da da bu geleneğin 20'inci yüzyıla kadar yaşadığını, bunun nasıl ve neden son bulduğunu, "çok bilmiş rasyonel" insan türünün dünyaya nasıl hakim olduğunu falan kurcaladım...
Ama bu konuyu, halen yaşayan biri üzerinden dile getirebileceğimi açıkcası düşünmemiştim -kuşkusuz benim hatam...
(Ve önyargım... Ben en son Neyzen Tevfik ve Aziz Nesin'in belki bu sıfatla, bu çerçevede değerlendirilebileceğini düşünüyordum...)
Aydın Boysan'ı sadece ismen tanırım, onun yakınında bulunmak onuruna erişmedim, onu tanıyan herhangi birini de tanımıyorum maalesef. Yazdığı ve Yapı Kredi, İş, Bilgi yayınlarından yayımlanan kitaplarından bazıları kütüphanemde, ama hiçbirini okumamıştım. Karıştırdığım kadarıyla, kolay okunan ehl-i keyf kitaplardı, hoş şeylerdi -içlerinde güzel anekdotlar, nostalji vardı. Daha "ciddi" konulara sarmış biri olarak -nedense- bu kitaplar kütüphanemdeki yerinde kaldı, okunmadı -ta ki yeni kitabı "Bir Ömür Yetmiyor"u alana kadar...
Burada, bu yazının asıl konusuna dönmeliyim...
Ben 'Esrik Bilge' derken, bir insanın sadece yüksek mizah kabiliyetine, hayatını bir mizaha çevirmek olayına bakmıyorum. Bu kutlu insan türünün özelliği, pek/hiç düşünülmemiş bazı konuları/fikirleri "Zop" diye söyleyip kenara çekilmesidir. Böyle insanların söyledikleri aykırılıklara asla kızılmaz, kızılamaz. Asıl gizli özellikleri de budur zaten. Hace Nasreddin fıkralarının orijinallerini okursanız ne demek istediğimi hemen anlarsınız. Bundan en az yarım bin yıl önce en yakası açılmadık argonun ve cinselliğin Hoca fıkraları üzerinden nasıl konuşulduğunu, bunun yanısıra bu kadim geleneğin insanlara nasıl yaratıcı bir platform sunduğunu da görürsünüz. İstisnasız herşeyin konuşulabildiği, ironinin tavan yaptığı günümüzde, böyle bir mantalitenin internet üzerinden Anonymous gibi bekçilerinin ortaya çıktığı bir çağda, esrik bilgenin yeniden yaşam alanı bulmasından doğal ne olabilir ki?!..
Aydın Boysan'ı bu geleneğin temsilcilerinden biri yapan, kitabındaki onca klişe, anı, sahici İstanbul sevgisi, kendince hayat bilgisi dersleri, gereksiz tekrarlar değil. -Onların ötesinde, kimsenin tartışmaya cesaret edemeyeceği bir konudan da bahsetmesi ve onu okuyanın gözüne sokması. Kitabın başında bir cümleyle değinip, kitabının sonunda onunla noktaladığı önerisini, yazarın ve yayınevinin anlayışına sığınarak buraya alıyorum:


10.10 Değişim Şarttır

Şimdi bunca yıl geçtikten sonra, cumhuriyetimizin birinci dönemi sayabileceğimiz 1923-1950 yıllarını, ilk 27 yılını daha sonrası ile karşılaştırmaktan alınması şart olan dersler bulunuyor.
Bu birinci dönem, ülkemizin yüzyıllarca sürmüş olan Osmanlı İmparatorluğu çağından ve uykusundan uyanma yıllarıdır.
Yaşamayanların o saygıdeğer dönemin ne olduğunu bilmesi mümkün olmadığı gibi, anlaması da çok zordur.
Uyuyan bir toplum yüzylların paslanmış imparatorluğunun uykusundan birdenbire sürüklenerek çıkarılmış ve yirminci yüzyıl dünya uygarlığına yerleştirilmiştir.
(...)
O dönemleri yaşamayanların günümüzle doğru bir karşılaştırma yapmaları mümkün değildir.
Bugün şöyle bir bakılınca 1950'den sonraki ikinci dönemde ülkemiz sanki çok ilerlemiş gibi görüntüler veriyor.
Veriyor ama, bu görüntüler ikisini birden yaşamamış olanlara gerçekleri görebilecek bir bakış yeteneğini vermiyor. Cumhuriyetimizin 1923-1950 ile 1950-2012 yılları arasındaki iki dönemini  karşı karşıya koyarak mukayese etme fırsatını vermiyor.
Bu imkân dışı anlayış yanlışlığı ve zafiyeti birtakım demokrasi cambazlarının halkı aldatarak hak etmedikleri pozları takınabilmeleri gibi yanlış görüntü sonuçlarını doğuruyor.
Dünya insanlığının ve elbet bütün dünyanın hayrına bir hareket yapılacak ise, ki bu yeni şarttır, dünya demokrasileri mutlaka yeni bir düzen anlayışına sokulmalıdır.
Mahalle muhtarlarını yetişkin insan sıfatı alabilecek bütün vatandaşlar seçmeli, Büyük Millet Meclisleri'ni ise ancak dünya ve tarih terbiyesi almış, mutlaka yetenekli, akıllı ve vicdanlı bir seçkin vatandaş grubu seçme hakkına sahip olabilmelidir.
21'inci yüzyılda bütün dünya demokrasileri, yönetimi hak etmeyen politikaların işgali tehlikesi içinde bulunuyorlar. Hepsinin bu tehlikeden kurtulma çırpınmasına girmeleri şart olmuştur.
Dünyanın batmaması için!



Altını benim çizdiğim son sözlerinden önce söyledikleri (ve kitaptaki diğer fikirleri) elbette ayrı mesele. Fakat bugün bildiğimiz anlamdaki 'Demokrasi'nin cidden tartışılması gerektiğini ve çoğulcu demokrasinin sürdürülmesinin tehlikeleri bahsini, galiba ilk kez Türkiye'nin ehl-i keyf muzip bilgesi Aydın Boysan'dan duyuyoruz...
Hace Nasreddin'i küçümseyenler, "içkici" bir adamın sözlerini de küçümseyebilirler. Ama bu konunun dünyada alttan alta tartışıldığını hemen söyleyelim. Aydın Boysan'ın büyüklüğü, bence bu tartışmaları bilmediği halde yukardaki öneriyi yapmış olmasından geliyor...
(Kendisinin, dünyadaki yeni 'Demokrasi tartışmaları'nı izlediğini sanmıyorum -buna ihtiyacı da yok zaten, şekilde görüldüğü gibi!)
Aydın Boysan burada esasen 'Seçme-seçilme hakkı'ndan ve 'Oy hakkından' bahsediyor. Koyduğu kriterler elbette kesin tarifler içermiyor, sadece bu önemli konuya 'işaret' ediyor. Ülkelerin yönetimlerini ve geleceğini belirlemek konusunda sınırsız oy hakkının uygulanamaz bir noktaya doğru ilerlediğini yazan başka aydınlar da biliyoruz elbette (bunlardan, diğer blogumuzda bahsettik). Türkiye'de aykırı fikirler söyleyen kadim damarın yaşadığını görmek güzel.
Kendisine selam ve saygılarımızı sunuyoruz...
Sağlığına...

Eski bir dergiyi karıştırırken reklamlar ve ötesi...

Eski dergileri karıştırmak...
İşte buradan, bazı şeylerin nasıl da geçtiğini, ve bir zamanlar günlük hayatın değişmezleri sayılan şeylerin nasıl da ortadan toz olduklarını daha iyi anlıyorsunuz...
Dün sahaftan götürdüğüm bir liralık eski National Geographicsayısı, ders gibi oldu...
Mart 1972 sayısı, Amerikan versiyonu...
Sayfayı açıyorum, ilk şaşkınlığım:
"Where the 'Homa' flies.Iran Air...
Buraya kadarı tamam. Sembol olarak, Airbrush tekniğiyle yapılmış bir Anka-Kuşu. Mavi. Kanadını açmış, ama tamamı görünmüyor. İslam öncesi Pers kültüründen öğeler...
(Şimdi olsa adamı asarlar İran'da!)
1980'li yılların sonunda özel bir eğitim kurumunda Airbrush "eğitimi" almış, bu tekniği bir zamanlar çok seven biri olarak, derginin üçüncü sayfasına mıhlanıyorum...
Dergi açık dururken ve ben bu arada bir sürü gazete ve iPad karıştırırken, kuş da bana bakıyor...
Bilmemkaçıncı çaydan sonra dergiyi karıştırmaya devam ediyorum. O soluk fotoraflar, eski kötü renk tekniği, bir şekilde hoşuma gidiyor işte...
Devir, Avrupa ve Batı'nın kendini tartışmasız dünya merkezi saydığı devir. İstanbul Hilton'a benzer beton "mimari"nin "lüks" sayıldığı zamanlar...
Ve Nikon F2 SR Fotoraf makinası. Hani içine film takılanlardan! Elektronik fotoraf öncesini bilmeyen genç kuşak için, daha şimdiden müze malzemesi. Japon fotoraf makinalarının reklamlarıyla dolu dergi. Asahi Pentax.Minolta. Bol fotoraflı bir dergi için şaşırtıcı değil. Ama, üzerine bir çay içtiğim ikinci reklam, Fiat 124reklamı oldu!..
Türkiye'yi işgal eden bu gaz tenekesinden irice ama ona çok benzeyen Murat 124 arabaları, Türkiye demekti...
Bu arabaların aynalarından sallanan nesneler hakkında fotoraflı bir kitap yapılmamış olması, büyük "kelekliktir" -eski taksi şöförü deyimiyle... Reklamda, arabanın kesitini de vermişler. Motor nerede, koltuklar nerede, arabanın hacmı falan gibi "bilimcil" bilgiler, kesitin yanında iri bir Times fontuyla yazılıp gösterilmiş. İki tam sayfalık reklamın bir de uzun metni var. Şöyle bir vecize mesela: "A more manoeuvrable car." TIR'dan bahsetmediğimize göre anlaşılabilir bişiy!..
Bavul kadar bir Video!..
O kütük gibi şeyin önünde oturmuş, hayranlıkla aleti süzen bir "bey" ve "hanımı". Adam, elinde kalın bir VHS kaseti tutuyor. Hemen önünde odun gibi kocaman bir televizyon -ve ikisi de mesutlar!..
En güzel ve en hüzünlendirici reklam da şu oldu benim için:
Ethiopian Airlines...
The Key to the Hidden Empire...
Fonda, ikibin yıllık bir kilise. Dağ başında. Kerpiçten yapılmış gibi duruyor...
Ekselans Haile Selassie'nin, Habeş Kralının henüz hüküm sürdüğü yıllar...
(1974'de askeri darbeyle devrilmiştir)
İtalyanların işgal edip, sadece başkentte otuzbin kişiyi katliam yapıp öldürdüğü yer...
Bu ülke artık yok gibi birşey biliyor musunuz? İç savaşlardan bezgin, yaralı bir yer. KuzeydekiEritre, uzun savaşlardan sonra bağımsızlığını ilan etti. Gene de Afrika'nın en büyük ülkelerinden biri...
Üzülmemek için insan olmamak lazım...
Etiyopya, veya Türkçedeki eski adıyla Habeşistan, kesintisiz bir şekilde varlığını sürdüren, dünyanın en eski devletlerinden biridir, Eski Ahit'te adı geçen Saba Kraliçesinin vatanıdır...
Süryaniler ve Ermenilerle birlikte Habeşler, Hristiyanlığı kabul eden (ve çok Tanrılı dinlerden Tektanrı'lı dinlere geçen) ilk halklardandır...
İnsan Irkı'nın Afrika'da ortaya çıktığı sanılan bölge burasıdır. Buradaki Müslüman cemaatler de,İslam'ı ilk kabul edenlerdendir ve bu ülke, Hz. Musa'nın Ahit Sandığı'nı saklayan yerdir. 
Dergi neşeli başlayıp hüzünlü bitti. Ama İstanbul'da o kadar güzel bir bahar yaşanıyor ki, yeniden neşelenmemek mümkün değil!..

Sahaflarda çiçekli kitap kokusu...

Ne zamandır gitmemiştim...
İçersi mis gibi kitap kokuyordu...
iPad'de kitap okumak olayına son verip sabah saatlerinde girdiğim ilk sahafta Mayk Hammer polisiyeleri buldum. Beni bu kitaplarla tanıştıran adam, ben daha ortaokul talebesiyken, başka kitap okumayan biriydi...
Evet sadece bu kitapları okuyordu ve bu haliyle 50'li yıllardan kalma bir Adem olduğunu çok sonra anlayacaktım...
Mayk Hammerleri Türkçeye, Kemal Tahir çevirmiş. O zamanlar kesinlikle bilmediğim bir şey. O dönemde bu kitaplardan dört-beş tanesini okuduğumu hatırlıyorum -eh insan önünde bütün diziyi tam takım görünce, okumak istiyor! Benim okuduklarım, daha sonra yapılmış baskılar olabilir, çünkü benim okuduklarımda Tekila'ya "Meksika Rakısı" falan denmiyordu mesela! (Kemal Tahir "Ya Allah" dayip, dört tane Mayk Hammer kitabı yazmış!)
Varlık yayınlarının eski küçük kitap boyutlarında, Çağlayan yayınlarının (Refik Erduran, Ertem Eğilmez) çıkardığı, ince ama parlak kağıda basılmış kapakları, Amerikan tipi uzun bacaklı şuh kadınlar çizmeye meraklı bir illüstratör tarafından resimlendiriliyordu (Adamın adını bulamadım).  Mayk Hammer kitapları, 70'li yıllar öncesinin malıydı. Benim çocukluğumun da öncesinden gelen bir şey. 1950'li yıllarda en çok satılan kitaplar Mayk Hammer polisiyeleriymiş Türkiye'de. Kitapların bir de maço dili vardır ki sormayın. James Bond filmlerinin ilk örneklerindeki "kadın avcısı" mantalitesi buralarda da işler! Dili -bugün için- evlere şenliktir! Kemal Tahir takma adla çevirdiği/yazdığı bu romanlarla, kendi kitaplarından çok daha fazla ün ve para kazanmış -o zamanın hesabıyla. Bugün bu romanların Kemal Tahir taklitleri değil de orijinalleri (Frank Morrison Spillane kitapları) dünyada var olmaya devam ediyor -ama sadece nostalji babında!
Kitabı karıştırırken içinden kuru bir çiçek düştü -kalakaldım!
Çiçek, mumyalanmış gibi kupkuruydu, eskiden sarı olduğunu tahmin ediyorum. İyice küçülüp kararmış. Yere düşerken bir an gördüm zaten. Yerden aldığımda, sadece ince kara yassı bir saptı...
Açıkcası burada nostalji-mostalji işlemedi bende. Dışarıda harika bir bahar havası, pırıl pırıl bir hava, çiçekler gibi açmaya başlayan güzel kadınlar varken...
Koltuğumun altına sıkıştırdığım bir Varlık Cep Dergisi sayısı (1 Kasım 1968 sayısı), 70'li yıllardan kalma eski National Geographic sayılarıyla çıktım dışarıya...
İlk duyduğum koku genç bir kadın parfümü oldu. Hafif, uçarı, ölçülü kullanılmış güzel bir parfümdü...
Eski de olsa, kapağı yeni açılan bir kitaba, canlı çiçek yakışıyor...
Sahi o Mayk Hammer kitabının adı neydi?!..
Kitabın kapağındaki dekolteli kadını gördüm, ama kitabın adını hatırlamıyorum. Sorry!..

Meraklı Melahat...

"Çocuklar Türk değiller mi?"
"Hayır değiller."
Sahilde bir balık lokantasındayız. Yanımda iki tıfıl arkadaşım, biri altı diğeri dört yaşında. Onlar ille de "Balık-ekmek" yamek istedikleri için, lokanta hatırımız için onlara özel balık ekmek çıkarttı -mönüde yok aslında!..
Yan masamızda oturan elli yaşlarındaki kadın, tek başına oturduğu masadan çocuklara gülücükler saçıyor ve durmadan birşeyler soruyor...
"Anneleri yabancı o zaman."
"Babaları da yabancı."
"Sizin değiller mi?!"
"Hayır değiller."
"Maviş maviş size de çok benziyorlar."
"..."
"Ay, şu sarı olanı çok şeker."
"Hangi milletten bunlar?"
"Balığı beğendin mi bakiym?"
"Yok anlamadı."
"Okula gitmiyorlar tabii?"
Ufaklıklar birşey anlamadıklarından bana bakıyorlar. Bizim muhabbetimizi böldü kadın. Yeni bir şarkı söylüyorduk aramızda: "Wir sind die Roboter" (Biz robotuz!)
Bu şarkı eşliğinde sokakta robot gibi yürüdük, 23 Nisan niyetine cikletçimiz de iki küçük Türk bayrağı hediye etti, bayraklar tüfek gibi dimdik masamızda, bir limonata bardağının içinde duruyorlar. Bir zamanların kült şarkısı "Robbot", tıfılların hoşuna gitti, durmadan söylüyorlar, ben de eşlik ediyorum. Kadın biraz rahat verse, neşemizi bulacağız ama yan masadan durmadan maydonoz oluyor.
"Türkçe bilmiyorlar mı?"
"Çok az."
"Aa, öğretseydiniz biraz!"
Ben altı yaşındaki tıfıl cengavere, "Türkçe konuş şuna" diyorum, o da kadına Türkçe, emir tonunda:
"Pipet lütfen!" diyor...
(Aklına o geldi çocuğun -n'apsın!..)
"A!.. Türkçe biliyor işte!.. Türkiye'yi seviyo musun sen bakayım?"
(Tam çocuklara göre bir soru. İkinci soru da, "n'olcek bu memleketin hali" olabilir!..)
Ufaklık sadece "Türk" lafını anladı, bana bakıyor. Ben de mecburen tercüme ediyorum, kadına sadece başını sallamakla yetiniyor...
Meraklı Melahat'ten kurtulmak için "uygulamalı" bir masal anlatmaya başlıyorum. Ekmek dilimleri polis arabası, çatallar insan, yayvan turşu tabağı da hazine arabası oluyor. Tabak kimin önünde durursa, bizimkilerden biri küçük bir havuç turşusu araklıyor hazineden.
"Ay çok turşu yediler!"
(Sana ne kardeşim yav, sen kendi tabağına baksana!..)
"Çok su içerler şimdi!.."
(Allahallaaah!..)
Ben kadını duymamazlıktan geliyorum, masal devam ediyor. Bu arada yeni bir garson hemen bir pipet getirerek ufaklığa veriyor. Biz pipete gülüyoruz tabii...
"Burada mı oturuyorsunuz?"
"Hayır Samatya'da oturuyoruz, oraya da Yalova'dan taşındık..."
"Ay çok uzak değil mi, çocuklar için..."
"Babaları zengin, sağ olsun bizi buraya helikopterle yolladı. Rahat oluyor, hem yukarıdan İstanbul'u gördü çocuklar, yatla da aldıracak..."
Tıfıllardan küçüğü, anladığı bir laf duyduğu için soruyor:
"Helikopter?!"
Ona uygulamalı bir şekilde helikopter uçuşu ve masallarımızdan birini hatırlatıyorum, bizimkiler gülüyorlar. Masal Afrika'da geçiyor. Beni iyi tanıyan ve kadınla konuşmalarımıza kulak misafiri olan garsonlar da bizimle gülüyor...
"Çocukların uçmasına izin veriyorlar mı?"
"Sizin uçmanıza da izin verirler, o dolmuşa -şey pardon helikoptere- binince istediğiniz yere uçururlar...
En tıfıl olan, yüzü-gözü balıkekmeğe bulanmış bir şekilde geniş geniş gülümseyerek, "Afrikaaa" diyor...
Helikopterli masalımızda Afrika'ya uçmuş ve çok gülmüştük...
Kadın uyanmadan lafa devam ettikçe, etrafımızdaki garson sayısı da artıyor. Garsonların hepsi profesyonel. Aralarında çaktırmadan işaretleştikçe, sayıları artıyor...
"Bir ara Afrika'ya tatile gitmişlerdi de, çocuk onu hatırladı..."
"Ecnebiler çok geziyorlar..."
"Yaa, ne demezsiniz..."
Biz apar topar hesabı ödüyoruz -yoksa kadından kurtuluş yok- ve şarkımıza devam ediyoruz. Kapıdan çıkarken, aynı garson -daha önce görmediğim biri- gene pipet getirip ufaklığa veriyor, biz gene gülmeye başlıyoruz. Ben garsonlara bir göz edip soruyorum, "bu ne ayak?" diye. İşaretlerle, "Yeni, yedek garson" gibisinden işaretler yapıyorlar...
Biz lokantadan çıkarken kadın arkamızdan el sallıyor. Tıfıllar karşılık vermiyorlar...
Bizimkiler sonradan el sallıyorlar. Ama kadına değil, el sallayan garsonlara!..
Hoplaya zıplaya motora gidiyoruz...
Tam önünde duruyoruz, havada bir elli kuruşluk dönüyor ve yere düşüyor. "Turaaa" diye bağırıyoruz ve motordan vazgeçip dondurma yemeye gidiyoruz...
Harika bir Salı günü!..

Botho Srtauß / Temiz Kalpli

Othello'ya dönüşüp karısını boğazlayan bir adamın hikayesini biliyorum -kadın yirmi yıl boyunca adamın en yakın arkadaşıyla bir ilişki yaşadıktan sonra... Karısının sadakatsiliği hakkındaki delilleri, artık konuşamayacağı arkadaşının vefatından sonra keşfediyor.
Bütün kalbiyle sevdiği karısının, yirmi yıl boyunca onu bir illüzyona hapsetmiş olduğu düşüncesinden bir türlü kurtulamıyor. Aslında, kendi temiz kalpliliği, saflığı düşüncesine dayanamıyor. Karısının onun o saflığını sessizce gözetlemiş olması, hatta belki ona acımış olması düşüncesine dayanamıyor. Azalan temiz kalpliliği, sonunda onu bir cinnet anına sürükledi. Aldatan karısını değil, onun acınacak safiyetinin tek şahidini öldürmek istedi.

Alain Delon'un hinliği...


Ben bu Alain Delon konusunda en çok, Milo Manara'nın çizgi romanlarını okurken şaşırmıştım, bir de Romy Schneider'e nasıl davrandığını öğrendiğimde...
Manara, en sevdiğim, dünyanın en iyi çizgi roman çizerlerindendir, ve baş karakterinin yüzü Delon'un yüzüdür.
Almanlar bu adamdan nefret ederler ve haklıdırlar da...
Alain Delon, Almanların övüncü ve kanatsız meleği Romy Schneider'i mahvetmiş adamdır. Kraliçe "Sisi" rolüyle adeta azizeler mertebesine yükseltilen yetenekli oyuncu Romy Schneider, bu adamdan ayrıldıktan sonra iflah olmamış ve sonunda intihar etmiştir. Romy hakkında Hildegard Kneff'in yazdığı bir biyografi okumuştum ve kendisi de bir oyuncu olan Kneff'e şaşırmıştım. Bu edebiyattı... hem de çok iyi edebiyat. Zaten sanat yeteneği, genellikle çok yönlüdür. Güzel oyuncular güzel de şarkı söylerler aynı zamanda, iyi yazarlar vs. Alain Delon'un başka sanatçı özellikleri yok...
Kamera karşısında yürümeyi sonradan öğrenen (badi badi yürüyen), bazı yüz ifadelerini, mimikleri tam beceremeyen, ilk filmlerinde rol yapmaktan ziyade poz kesen bir adam Alain Delon...
Ama yüzü, çizgi romanlarınd ası Manara'nın "Bergmann" karakteri için bile ödünç alındığına göre...
Alain Delon Romy Schneider'i aldatmıştır. 70'li yılların maço devrinde bu affedilebilirdi belki. Ama Romy'yi bir erkekle aldatmasını, galiba asıl bunu ne Romy ne de Almanlar affedebilmiştir...
Bu milliyetçi, sağcı, Sırp mafyasıyla içli-dışlı olmuş ve 1968'de bir cinayet olayına adı karışmış oyuncuyu sevmeye, galiba "Anarşist Camposanto" rolüyle başladım...
Aşık olduğu kız için anarşist olan bir genci canlandırdığı 1961 yapımı "Che gioia vivere" filminde, İtalyan faşizmine karşı aşkı uğruna mücadele eden bir genci oynuyordu. René Clément'in çektiği bu komedi, galiba bu adamı sevmemi sağladı. Kızkardeşim bu filmin repliklerini arada hatırlatır bana, haala ezbere bilir...
Daha sonra "Plain Soleil"de "Tom Ripley" rolünde, Patricia Highsmith'in roman kahramanını canlandırmıştır...
Bu adamın birçok filmini defalarca izlemiş biri olarak, Alain Delon'un şanslı bir ortalama oyuncu olduğunu ve bazen sergilediği vasat oyunculuğuna rağmen çok iyi rejisör ve senaryolara denk geldiğini söyleyebilirim...
1970'li yıllarda kendi finanse ettiği polisiyelerin hepsi de çok iyidir. Bazıları polisiye romanlardan uyarlanmış bu filmlerden ikisi, şu anda da iPad'imde, arada açıp baktığım filmlerden. Tam bir siyasi entrika ve yolsuzluk filmi olan "Mort Dun Pourri"de "Xavier Maréchal" rolünde gayet iyi olduğunu düşünürsünüz ama değildir! Aslında senaryo ve film çok iyidir, o da üzerine düşen görevi yerine getirir -üstün bir kabiliyet göremezsiniz (1977). Ama bir yandan da: Türkiye'de böyle bir siyasi entrika filmi haala çekilmedi mesela! Gene başka bir siyasi entrika filmi olan "Deux hommes dans la ville"deki "Gino" rolünde, dönemin hakkını verir (1973).
Alain Delon bence asıl çıkışını Tom Ripley rolüyle yapmıştır ve sonra "Samurai" filmdeki rolüyle (1967), soğuk kanlı katil imajını bulmuş ve bu imajı özel hayatında bile sahiplenmeye kalkmıştır. Delon, sadece Napoleon Bonaparte ve Charles de Gaulle'ü değil, faşist Jean-Marie Le Pen'i destekleyen bir "Yurtsever"dir; kendini böyle tanımlar. Boks turnuvaları düzenleyen, yarış atları besleyen, kendi adına şampanya, parfüm falan üreten Delon'un ürünleri kalıcı olmadılar ve çabucak piyasadan çekildiler. Alain Delon'un tek plağını -bir 45'likti- sırf sinemayı öven bir şarkı söylediği için almıştık. Oyuncuyu en son, bir Asteriks filminde Sezar'ı oynarken gördüm. Kostümlerin içinde iyi duruyordu ama espri yapmaya falan kalkınca, o eski soğuk katilin sevimli olma çabaları gibi zorlama duruyordu! Misafir oyuncu olarak yer aldığı 2010 yapımı son filmini görmedim...
Alain Delon, popüler sinema tarihine geçmiş biri olarak saygıyı hakediyor elbette. Buna rağmen ondaki boşluğun hiçbir filminde tam dolmamış olması, incelemeyi gerektirecek bir fenomen sayılabilir. Alain Delon, Jean-Paul Belmondo ile birlikte Fransız popüler sinemasının en önemli iki figüründen biri ve Belmondo'nun çok önünde bir kült figürü haline gelmesine rağmen, (tüm popülaritesine rağmen) büyük oyuncuların gerisinde kalmıştır. Delon, Lino Ventura ve Jean Gabin gibi Fransız sinemasının devleriyle kıyaslanabilecek ağır bir figür değil. Çektiği siyasi filmlere rağmen, o sağcı boşluğunu aşamamış bir sinema esnafı gibi duruyor. Buna rağmen şimdi, onun da baş rolünde yer aldığı "Sicilyalılar çetesi" filmini izleyeceğim. Delon'u görmek için mi? Hayır...
"Le Clan des Siciliens", önce eşsiz müziği için seyredilir bence. Ennio Morricone'nin harikalar yarattığı filmdir. Bu film, önce onun için, sonra Jean Gabin ve Lino Ventura için seyredilir. Delon bu filmde, zayıf karakterli birini canlandırır zaten ve film, sinemada geçen hayatını da özetler adeta: Şanslı biri olarak iyi filmlerde iyi oyuncularla oynamak ve fiziğiyle dikkat çekmek -oyunculuğuyla değil...
Alain Delon, mafyacı karanlık "arkadaşlarıyla" takılan, kadınlara psikolojik baskı yapmaktan "anlayan" sanatçılarla pek bir araya gelmeyen hin biri...
Ama buna rağmen bir sinema fenomeni ve öyle de kalacak...

Max Frisch / 1945 Yazı, Berlin'den bir manzara

Biri Berlin'den bildiriyor: Bir Rus askerinin önünde yürüyen hırpani kılıklı oniki esir sokakta yürüyor, muhtemelen uzak bir esir kampından geliyorlar, Rus onları çalıştırmaya götürüyor, veya nasıl derler, işe. Herhangi bir yere; başlarına gelecekler hakkında hiçbir şey bilmiyorlar; onlar birer hayalet, duruma göre heryerde görüldüğü gibiler. Birden tesadüfen, yıkıntıların arasından bir kadın çıkıyor, bir çığlık atıyor, sokağı koşarak aşıyor ve küçük gruptaki adamlardan birine sarılıyor - grup durmak zorunda kalıyor ve asker ne olduğunu anlıyor tabii; hıçkıran kadının sarılıp bırakmadığı esirine dönüyor:
"Karın?"
"Evet-."
Sonra kadına soruyor:
"Kocan?"
"Evet-."
sonra eliyle işaret ediyor:
"Kaç-mak, kaç-mak!"
Adam ve kadın, askere inanamıyorlar, Yerlerinde duruyorlar. Rus, diğer onbir kişiyle yoluna devam ediyor, yüz metre kadar sonra yolda yürüyen birini görüp, ona elindeki makineli tüfekle işaret edinceye ve onu tüfek zoruyla elindeki esir grubuna katıncaya kadar: Devletin ondan istediği insan sayısını bir düzineye tamamlamak için.

Sabah şenlikleri kutlu olsun!..

Sabahı "şenlendiren" olaylar, erken başladı...
Sabah kalktığımda Boğaz öyle bir ışığa bürünmüştü ki, karşı kıyı ancak aydınger kağıdının altından görünen resimlere benziyordu -hayal meyal...
Son günlerin iç bayan karanlık havasından sonra insan hemen inanamıyor. Eşşek kadar bir tankerin fotorafını çektim ve evden uça uça çıktım...
Dün gece erik çiçeklerinin kokusu başımı döndürmüştü, bu kez pür ışık, Güneşin yakmayan aydınlığı başımı döndürmeye devam etti. Gazetelerimi, sadece masa süsü olarak kullanmaya başladım (süs mü?!) yani alışkanlık işte, hemen kurtulmak zor oluyor. İnsan gazete okumadan kahvaltı edemediği yılları ardında bırakmaya başladıysa, bir hayattan diğerine yumuşak geçiş yapmayı tercih ediyor...
"Aaah hoşgeldiniz efendim. O masa sizsiz boş kalıyor..."
(Hayırdır işşşallah!)
Sık sık kahvaltı ettiğim restoransı Café'nin sahibesi, masamın üzerindeki kitaplara eğilip bakarken, bir taraftan konuşmaya devam ediyor...
"Sizin gibi entelektüel insanları burada görmek..."
(Ne entelektüeli kardeşim, şimdiye dek iki saniyeyi aşan diyaloğumuz olmamış, iki kitap gördüğün için mi!..)
O zaman saçlarını farkediyorum. Renkleri değişmiş, tırnaklar özenle ojelenmiş, elbisesi de saçlarına uygun, bal rengi. Hafif makyaj...
Karşımda iltifat bekleyen bir kadın var, ama sorun şu. Ettiği bunca laftan sonra iltifat edersem, beni kimbilir kimlerle kıyaslar!. Olayı birkaç "Teşekkür ederim"le atlatmaya çalışıyorum. Ama hemen benim "sevdiğim" laflardan birini ediyor:
"Ben de okumayı çok severim!"
("Yemek yemeyi çok severim" gibi bişiy! Ne seversin? Portakallı ördek mi, sushi mi, hünkar beğendi mi,  kapuska mı -ne?!)
Sonra kitaplarımı mıncıklıyor...
"Türkçe değiller galiba."
(Gözlerine inanamıyor mudur nedir!)
Kahvaltıdaki bu hoşluktan ve kapıya kadar uğurlanmaktan sonra, bu havadan kurtulmak için önüme gelen ilk Süpermarkete dalıyorum. Şimdi birşey almak lazım. Meyva-sebze reyonuna dalıyorum.
"Abla sen şimdi Tokatlı olduğun için benim yengem oluyon. Ahmet Abi bizim oralı biliyon mu."
Ben sıradayım ve adam meyve-sebze tarttırmak isteyen herkesle şu muhabbeti yapıyor:
"Teyze sizde Sivaslılık var mı?", "Abim kesin Rize". Bana:
"Siz Trabzonlu musunuz?"
"Hayır Wertheim'lı."
"Nereli?"
"Wertheim'lı."
Orada durdu... Allahtan!..
Bu badireyi de atlattıktan sonra gazetelerim ve kitaplarımla güle oynaya yürürken, karamel renkli giysileriyle -zengin olduğu her "halinden" belli altmış yaşlarında biri, şoförü olduğu anlaşılan bir adamla konuşuyordu. Böyle bir "sohbet"e, tanıdık bir profesörün kendi şoförüyle yaptığı başka bir zaman da tanık olmuştum. Adam şoförüne kendini anlatıyordu! Evet! Böyle bir şeye ihtiyacı olan bir insan türü mevcut...
"Ben şunu şunu yapmış adamım. Orada ne hakla bana..." gibi bir cümle kurarken, -daha lafı bitmeden- şoförü de başını sallayarak, "Evet, tabii" gibi şeyler söylüyordu. Yanlarından geçerken farkettim, adam alenen karemel kokuyordu. Parfüm falan tamam da bu da fazla! Saçıyla birörnek elbiseden sonra, elbisesiyle birörnek parfüm kullanan birini görmek, Türklerin "uyum" konusundaki anlayışlarını düşünmeye gark etti bendenizi!..
(Sizi etmedi mi?!..)
Bu acaipliğe teğet geçerek ilerlerken, on adım kadar sonra uzuuun bir limuzin gördüm. İnanmayacaksınız, adamın elbisesi ve parfümü gibi "paramel" rengindeydi. Evet adamın arabasıydı. Bir Chevrolet. Ama kaldırıma çıkarak parketmişini görünce, daha bi yadırgıyorsunuz. Arabanın kuyruğuna yakın yerde durup arabayı süzen yaşlı bir adam bana bodoslama sordu:
"Bu nasıl araba ya? Sen böyle bişey gördün mü 'mına koyiym?!.."
Ne dediğimi hatırlamıyorum, "Haa", "Hıı" gibi birşeydi galiba, ama gülmeye başladım. Adam da güldü ve arabaya bakıp küfre devam etti.
"Ulan hangi ibne gavur yapmış bunu bu kadar uzun?!"
Karamelli adam kafasını çevirip baktı, ama adamı görmedi. Öyle insanları hiç görmediği belliydi. Ben yoluma devam ettim. Gün çok güzel başladı yani -anlayacağınız!..

Kitap nostaljisi ve hayalleri...

Son on gündür doğru-dürüst birşey okuyamamış olmanın boşluğuyla gezinirken, aklıma eski okuduklarım geldi...
Durum ve vaziyete göre, isteğiniz kitabı okumak, en kral özgürlüklerdendir...
(Voltaire, daha ötesine geçip, özgürlüğün insanın her istediğini yapması değil, istemediğini yapmaması demek olduğunu da söylemiş malumunuz)
istemediğinizi okumamak, "okul ve milli eğitim" denen şeye isyanın da adıdır aynı zamanda...
Ben, nedense hızlı dönemlerde ve yolculuklarda hep Agatha Christie, Robert Ludlum, Eric Van Lustbader gibi kolay okunan "hareket/bereket" romanları okurdum...
Bu romanları okurken, uçakta, çadırda, dağ tepesinde, hatta cephede bile olabiliyordum!..
Şimdi böyle zamanlarda Donna Leon, F. Scott Fitzgerald, hatta Raymond Carver okuyabiliyorum...
iPad'imde biriken -henüz okumadığım- kitapların fazlalığını, kitapları satın aldığım firma hatırlattı. "En çok okuyan" müşterilerindenmişim ve benimle bir söyleşi yapmak istiyorlarmış, ama ben başka bir ülkede yaşadığımdan, acaba telefon söyleşisi olabilirmiş mi? Tabii, olamadı...
Bu olaydan sonra, birikmiş kitapları hergün görüp canımı sıkmamak için, kitapların çoğunu iPad'den sildim, sonradan yüklemek üzere özel hesabımda duruyorlar... 
(Ama bazılarına başlamak için bu akşam sahile inmek istiyorum!..)
Okumak isteyip de yarım bıraktığım veya henüz başlamadığım kitaplardan ilki, "Enformasyon toplumundan sonra sırada hangi toplum var" diye tercüme edilebilecek bir Bertelsmann Vakfı yayını (Was kommt nach der Informationsgesellschaft?). Frankfurt'tan eski Solcu Matthias Horx'un "Dünüşüm Kitabı" (Das Buch des Wandels) şu anda iPad'den bana bakıyor. Bu kitabı o kadar çok karıştırdım ki, aslında okumasam da olabilir. Jeremy Rifkin'in "Empati Uygarlığı" (Die Empathische Zivilisation), burada yazabileceğimiz ilginç bir konu aynı zamanda (ama önce kitap okunmalı!) ve eleştirileblecek yanları da var -okuduğum kadarıyla.
Yarım bıraktığım iki kitap, beni bekliyor. İlki, bir yazıya konu edip sonra tamamlamadan blogumdan kaldırdığım alanın öznesi, Tomas Sedlacek'in "İyi ve Kötünün Ekonomisi" adlı devasa eseri (Die Ökonomie von Gut und Böse). İkincisi, Anonymous'la ilgili son dev kitap, üç gazetecinin birlikte yazdığı "We Are Anonymous"...
Bu iki kitabın da yarısından biraz fazlasını okudum ve bıraktım...
Şimdi ilgilendiğim ve karıştırdığım kitaplar, başka tellerden çalıyorlar...
Biri, Çin'in dünya gücü (Süper devlet demıyeceğim) olmasında Kong Fuzi'nin yani Batı'daki adıyla Konfiçyüscü fikirlerin etkisini inceleyen yepyeni bir kitap: Stefan Aust ve Adrian Geiges'in "Mit Konfuzius zur Wetmacht." Diğeri, tarihi başka türlü okumanın yeni yollarını tartışan ilginç bir kitap: Dan Diner'in "Zweiten Schwelle"si. Kapağını bile açmadıklarımdan. Arada, başka konular da var. Mesela insanlar cinayet işleme eşiğine nasıl ve neden geliyorlar, cinayet psikolojisi... Bu kitabı, bütün kötü Türk polisiye yazarlarına tavsiye ederim! Heike Lettner, "Wenn Menschen Töten". Kapağını açmadığım bir diğer kitap, "'Ben' İllüzyonu"nu (Die Ich-Illusion) Michael Gazzaniga yazmış.
Buradan, edebiyat'a geçersek, yeniden okumak istediğim kitaplarla başlamalıyım. İlki, tabii ki büyük usta Murakami Haruki-Sama'nın "1Q84" romanı. kitabın bu yakınlarda Türkçe de çıktığını (veya çıkacağını) sanıyorum...
Bir Can Yücel çevirisi: F. Scott Fitzgerald'ın "Muhteşem Gatsby"si. Bunun için aslında Bilge Kültür Sanat Yayınları'na buradan teşekkür etmeliyiz. Kitabı okumaya başlayınca, tüm ışıklarınız (ampülleriniz değil) yanıyor. Can Yücel, o basit ve güzel diliyle böyle bir etki uyandırabiliyor. Bir güzel şairden bir güzel Türkçe. Bu kitap için "The Grate Gatsby" filmini de yükledim iPad'e. Aklıma geldikçe açıp belli sahnelere bakıyorum ve Mia Farrow her zaman büyülüyor o muhteşem oyunculuğuyla... 
Listemdeki diğer roman, Jiang Rong'un "Kurtların Öfkesi" (Der Zorn der Wölfe). Bu kitaba, bir tatilde başlamayı düşünüyorum -çönkü hem ilginç, hem heyecanlı (Çince bu iki laf zaten aynı!) ve iyi edebiyat -yani yeme de yanında yat!

Tuareg...

Ben bu adı, bir romandan öğrendim. Alberto Vazquez-Figueroa'nın ünlü romanının adı "Tuareg"dir. Ben bu romanı hiç okumadım. Kütüphanemdeki okumadığım birçok romandan biriydi. Romanın kapağını ve kapaktaki delici bakışları hiç unutmamakla birlikte, Tuareg'lerin masal kahramanı bir Sahra halkı olduğunu düşünürdüm. Irak'ta beni çok daha fazla ilgilendiren Ahali-i Haq gibi gizemli, mistik başka halklar var. Tuaregler de onlar gibi bir halk...
Tuaregler, göçebe bir halktır ve sadece bu bilgi bile, herşeyi değiştirebilecek önemdedir...
Orta Afrika'nın Sahra ülkesi Mali dendimi aklıma Tuaregler değil Salif Keita gelirdi. Şimdi bu değişti. Bu müzisyenin en önemli plakları şimdi de iPod'uma kayıtlı. Folon, M'memba, Afrika, ezbere bildiğim şarkılarıdır. Mali muazzam bir müzik ülkesi ve dünyaya Fransa üzerinden açılıyor...
Ama Mali'nin yarısının Tuareg'ler tarafından ele geçirilip üzerinde yeni bir devlet ilan edilebileceğini anca bir sinema filminde görsem inanırdım!..
(O bile şüpheli!.. Bu sıralarda gene sinemaya mı gitmeli ne!)
Muammer Kaddafi'nin eski paralı askerlerinden biri olan albay Muhammed Ag Nayim, kendisi gibi paralı asker Tuareglerle memleketi Mali'ye dönüyor ve hiçbir direnişle karşılaşmadan, ülkenin kuzeyini tamamen ele geçiriyor. Ele geçirdiği şehirler arasında, Camel Tropy cip yarışlarının vazgeçilmez durağı Timbuktu ve Goa da var.
Tuaregler, bağımsızlık ilan etmek istedikleri (ama kimse tarafından tanınmayan) yeni ülkelerine 'Azawad' adını koymuşlar! kulağa hoş gelen bir isim!..
Mali devleti, Somali gibi buharlaşan devlet yapılanmalarının sonuncusuydu ve burada bir askeri darbe olmuş, bu erimeye el konmaya çalışılmıştı. Tuaregler, bu zayıflığı değerlendiriyorlar. Şimdi merak edilen konu, Tuareglerın nerede duracağı. Çünkü bu tecrübeli askerler ve arkalarındaki halk desteğinin karşısına çıkabilecek sağlam bir güç yok Mali'de. Anlaşıldığı kadarıyla 'Azawad', Mali'nin büyük bir kısmını alacak...
İşte tam da burada, Avrupa ve ABD "endişesi" devreye giriyor ve bunun nasıl reaksiyon göstereceği henüz bilinmiyor. Bilinen şu ki: Dünya bu şekilde "işlemeye" (yani işlememeye) devam ederse, işlemeyen bölgelerin hepsini kontrol etmek imkansızlaşacak. ABD şimdilik, "insansız hava araçları" ile mesela El Kaide ve benzeri gruplara karşı uzakten savaşlar yürütüyor, ama bu savaşın kapsama alanı genişledikçe, hem maliyet hem sürdürmek zorlaşacaktır...
Kısacası: Dünya değişiyor ve böyle sürprizleri de Tuaregler gibi mistik/gizemli halklar yapıyor...
Dünya, birçok filmden daha enteresan hale geldi...
Bu hem heyecan verici hem de ürkütücü tabii...

Günter Grass'ın kükreyişi

Ben onu bir aslana benzetirim...
Günter Grass...
Dünyanın, yaşayan en has yazarlarından biri...
Pala bıyıkları, ses tonu ve keskin sözleri, sadece Almanya'da değil, Avrupa'da ve dünyada da her zaman dikkate alınmıştır...
Yaşar Kemal onun yüzüne doğrudan söylemişti:
"Gençlik dönemlerimde çok hapse girdim, iş bulamadım. O sıralarda onu tanıdım ve 'Bu dünyada benim bir kardeşim var' dedim. Benim büyük dostum, benim sevdiğim insan. Günter bana göre bir adamdır."
Yaşar Kemal onu başka bir vesileyle de "Adam" sözüyle tanımladı...
Ne kadar mütevazi ama ne kadar büyük bir sözdür...
Ve Günter Grass'a "Kardeşim" diye hitap etti, 2010'da, İstanbul'da, Alman sefaretinin Tarabya'daki Yazlık Rezidansında...
Almanya, II. Dünya Savaşı'nı başlatmış, altı milyon Yahudi'nin yokedilmesinden sorumlu, ama bugün, dünyanın işleyen en iyi demokrasilerden biridir...
Almanlar, tarihlerindeki Yahudi Soykırımı kara lekesini -bence- çoktan silmişlerdir...
(Ama Alman dostlarım bu konuda bana katılmayacaklardır -sağolsunlar!)
Yeni Federal Almanya, tarihten gelen bu büyük eziklik nedeniyle İsrail'e her zaman destek olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Ama İsrail'in ölçüsüzlükleri, artık eleştirilmesi gereken bir durum arzetmektedir ve Günter Grass, tam da bunu yaparak, İsrail'i ve İsrail'e atom denizaltıları veren Almanya'yı eleştirmektedir. Yazar, 'Tarihe not' düştü...
Sözleri, bir şiir formatında, kısa ve çarpıcı...
Bunun şiir olup olmadığı konusunda bazı yazar dostlardan ironik mesajlar da almadım değil bugün, -ama şiir, Günter Grass'ın sert dilini olduğu kadar başka bir önemli yanını da gayet iyi yansıtıyor: Çarpıcı söz söyleyen kalıcı yanını...
Bu şiir, bence kısa ve özlü söylenmiş tarihi sözlerdir ve bu haliyle/formatıyla Stephané Hessel'in başlattığı "yeniden radikal siyasi angajman" ve "kısalık" geleneğine de uygundur...
Günter Grass'ın şiiri Süddeutsche Zeitung'da yayınlanır yayınlanmaz, elbette ona saldırılar oldu, bazıları onu antisemitik olmakla suçladı Almanya'da...
(-ki buna sadece gülerim!)
O da bunu düşünmüş olmalı. Şiirde buna hazırlıklı olduğunu gösterir dizeler var...
Günter Grass'ın asıl söylediği, insanlığın vicdanından yükselen o sözdür, yani 'Savaşa Hayır!'
"Aşağıya, şiirden bazı bölümler alıyoruz..." diyecektim, ama metnin şiir olup olmadığını "tartışan" yazar arkadaşları da gözönüne alarak, sadece içeriğe yer vermek istiyorum...
(ve herkese orijinalini okumayı öneriyoruz...)

Minik Mustafa'nın varlık içinde yokluğu...

Geçen gün, benim tıfıl cengaver arkadaşlarımla oyun günümdü...
İki küçük canavarın içinde ne kadar enerji barındırdıklarına inanamazsınız!..
Top oynamaktan tutun saklambaça ve benim masal seanslarımdan Boğaz'da korsanlığa kadar harika bir yarım gün geçirdik!..
(Tam gün dayanmak zor!..)
Biz ortalığın altını üstüne getirirken iki Türk zengin çocuğuyla tanıştık...
İkisinin de dadısı vardı...
Üçküsür yaşındaki Mustafa ve dörtküsür yaşındaki Defne...
Defne, o tıfıllığına rağmen bir diva gibi davranıyor!..
Saçını atmalar, bıcırbıcır konuşmalar, pembe ayakkabılarını dadısına taşıtmalar...
Bir ara bize sokulup oyunumuza dahil oldu. Pembe hırkası bankın üzerinde kalmıştı. Ben:
"Hırkanı banktan al da giy istersen, biraz serin."
"Hayır."
"Ben getiriym mi?"
"Sen getirme, Natalya getirir."
Sonra benim şaşkın bakışlarıma aldırmadan, minik bir köle tüccarı edasıyla, dadısına uzaktan sesleniyor:
"Natalyaa! Hırkamı getir!"
("lütfen" falan yok! Emir demiri keser tonunda!..)
Donup kaldım...
Kırk yaşlarındaki kadın hiç itiraz etmeden kalktı, prensesin hırkasını getirdi ve bizimki, bir Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray edasıyla, tören oluyo gibi hırkasını giydi!..
Tıfıl Mustafa, bizim arkadaşlarımla aramızda konuştuğumuz dili hiç anlamamasına rağmen, benim anlattığım masalları, sırf yaptığım hareketler ve mimiklerin hatırına, sonuna kadar dinledi. Yalnız arada sırada Türkçe sorular soruyordu:
"Şimdi canavar anlatıyosun di mi?.. Öldü mü?.. Kaçtılar di mi?.."
Ben de masalın heyecanından birşey kaybetmemesi için, kısa cümlelerle, masalı bir de ona anlatıyordum -Türkçe!..
Bu sırada dadısı, uzaktan bizi kesiyordu -o da Ukraynalıydı yanılmıyorsam...
Mustafa koşturmacaya, oyuna az buçuk katıldı. Ama öyle bir yetiştirilmiş ki, "aman biryerime birşey olur" demekten oyun oynayamıyor çocuk!..
Ve çok mutsuz, çok yalnız...
Bizim tıfıl cengaverler ağaçlara tırmanırken o baktı...
Bizimkiler koştururken o hep benim elimden tutmak istedi...
Saklambaçta en kolay yerlere saklandı...
Neden sonra bir hengamede Defneden kazayla bir tekme yiyince, sanki kıyamet koptu. Ağlamadı ama depressif/mahzun bir kenara çekildi, ben de ağlamasın diye kucağıma aldım, sarıldım öptüm, güzel şeyler söyledim...
Ve çocuk boynuma sarıldı, başını omzuma koydu ve öyle tam bir onbeş dakika kaldı...
Bu zaman zarfında bizim oyunlar devam etti tabii. Ben oyunları, Mustafa'ya sarılmış vaziyette oynadım!..
(Böyle birşey de ilk defa başıma geliyor!)
Herşeyi olan ama sevgisi olmayan, sevgi verilmemiş bir çocuk...
Dadısı ona, kıymetli bir eşyaya davranıldığı gibi davranıyor...
Çizilirse sahibinin kızacağı bir vazo!..
Mustafa'nın babası Zengin bir adammış, birçok firması varmış ve çok meşgulmüş. Hep iş görüşmeleri, iş seyahatleri falanmış!..
Annesi, bir vakfın -yanılmıyorsam- önemli bir yöneticisi...
Mustafa'nın dadısı son bir yılda üç defa değişmiş...
Dadı, köle gibi, çocuğun her dediğini yapıyor ama asla konuşmuyor, çocuğa sevgiyle davranmıyor...
Dün, isyan ettiğim bir olaydı bu...
Bu tip ailelerin, anne/babadan uzak büyütülen çocuklarından "örnekler" biliyoru ve tanıyorum...
(İtici ve sinir bozucu tipler oluyorlar...)
Mustafa benden ayrılmak istemedi. Dadısı onu çeke çeke götürdü. Defne de öyle. Defne, Mustafa kadar çıtkırıldım olmamasına rağmen, onun annesiyle babasının da "çok meşgul" insanlar olduğunu öğrendim...
Şimdi bu "çok meşgul" insanlara lanet okumak geliyor içimden, ama Mustafa'yla Defne'nin hatırına susuyorum...