Murakami'nin büyüsü...

Yazı yazanlardan ziyade, hikaye kurgulayanlar bilir: Yazmak, bir yaşam biçimidir…
Bir mağaraya sığınmak zorunda kalmış taşdevri insanının zor hayatını unutup bedeninin ve günlük hayatının yükünden kurtulmak için dinlediği hikayeleri anlatandır yazar. Murakami aynen böyle düşünüyor. Bunu yapmanın ilk planda parayla/pulla alakası yoktur.
Mesela büyük yazarlar hakkında, "o yükünü tuttu, artık yazmasına gerek yok" diye bir cümle kuran kişi, yazarlığı hiç ama hiç anlamamış demektir. (Ben böyle bir "Prof." tanıyorum) Normal insan, karada yaşayan bir canlıdır. Ama yazar, karabatak gibidir. Hem karada, hem havada, hem suda, hem de suyun dibinde yaşar. Ve bunu doğası gereği yapar. Yazar çok boyutlu bir insan türüdür.
Yazarlar, gazeteciler kadar ve diğer sanatçılar kadar paraya düşkün olmazlar. Asıl hareket noktaları para kazanmak değildir, yazar olarak yaşamayı parayla ölçmek de pek mümkün olmasa gerek. Bu şöyle birşey. Günlük hayatın sıkıcılığında yaşıyorsunuz, belli rutin işleri görüyorsunuz, akşam televizyon seyrediyorsunuz veya bir kenarda kitap okuyorsunuz. Bunlar, yaratıcılıkla pek ilgisi olmayan pasif işlerdir ve Murakami'nin deyimiyle "reel boyuttaki işler"dir. Ama bir yazar kendini reel hayatla sınırlamaz. Hayal gücünün, tasavvurun, bin türlü şeyi hayal edip onları kağıda geçirmenin, "kendi bedenini bir süreliğine terketmenin" verdiği haz, hiçbirşeyle kıyaslanamaz ve dünyanın hiçbir parasıyla ölçülemez. Yazarın -her insanın hayatında olduğu gibi- rutin dünyası üzerinde ve onunla içiçe, bir de rutin olmayan özgür yaratıcı dünyası bulunur. Bu dünyada yazar, kendi benliğinden sıyrılıp, kendini başkalarının yerine koymak, başka yerlere gitmek, hiç olmamış kişiler, yerler, durumlar, duygular, olaylar düşlemekte/yaşamakta serbesttir ve bunları sistemli bir biçimde yapar -yani dere kenerına oturup hayal kurmaktan çok farklı aktif bir eylemdir. Yazar kendinden ne kadar uzaklaşabilirse, hayal dünyası da o kadar kapsayıcı olur. Murakami Haruki, reel ve irreel dünya arasında rahatlıkla gidip gelebilen ve o iki dünyayı birbiriyle karıştırabilen, spiritüel gerçeğe yaklaşan yeni gerçekler yaratabilen, güçlü bir yazar...
Ben Murakami'yi Çin uzmanı bir arkadaşım aracılığıyla tanıdım. Kitapları Türkiye'de henüz yayımlanmamıştı -veya benim yayınlandığından haberim yoktu. Sonra kitaplarını bir bir okudum ve en çok da devasa eseri 1Q84'ü beğendiğimi söylemeliyim. Kitap Türkiye'de Doğan yayınları tarafından hakkı verilerek Türk okuruna sunuldu. Bu binbeşyüz sayfalık kitabı ben bazen baştan, bazen ortadan başlayarak birkaç kere okudum, haala da iPad'imdeki en iyiler listemdedir, arada açıp bakarım. Kitabın Aomame'yi anlatan bölümlerini çok secerim, özellikle onun cinayet işleyişini anlatan bölümü ayrıntılarıyla hatırlamayı severim. Murakami'yi okudukça, tekniğini daha iyi anladıkça, kendimi ona daha yakın hissettiğimi söylemeliyim. Her yazar gibi tekniğini, kendi kendine, zaman içinde geliştirmiştir ve mükemmelliği konusunda tüm edebiyat eleştirmenleri hemfikir.
Murakami artık Tokio'da yaşamıyor. Beş-altı yıldır Honolulu'da oturuyor, galiba orada yaratıcı yazarlık konferansları da veriyor (misafir yazar). Honolulu'da altı metrekarelik bir bürosu varmış. Bürosundaki masasının, bir Laptop ve bir kitap koyacak "enlilikte" olduğu, onunla konuşan Alman gazeteciden biliyoruz! Karısıyla Honolulu'da yaşıyor ve yılda sadece iki kere Tokio'ya annesini ziyarete gidiyor. Murakami Tokio'ya her gittiğinde orada iki ay kalıp Honolulu'ya dönüyor. Japonya'da çok ünlü olduğundan ve tanınmadan rahatça sokaklarda gezemediğinden yakınıyor. Japonya'nın iç politikası nedeniyle zırt-pırt fikrini sormalarından rahatsız olduğu da belli. Yakında Amerikan vizesinin süresi doluyormuş. Başka bir ülkeye gidecek ama İstanbul'a gelmeyeceği kesin! Gezi hareketi Türkiye'yi yönetmeye başlayıncaya kadar, bütün büyük yazarların Türkiye'de yaşamayı seçmeyeceklerini süyleyebiliriz. Özgürlüğün öbür adı olan yazarlık, yasakçı yerlerde pek yaşayamıyor. Murakami Yunanistan'da bulunmuş bir süre, kimbilir belki İstanbul'a da gelmiştir. Umarız Türkiye'ye de gelir.
Murakami sabah dörtte kalkar, beş saat yazar, sonra koşmaya gider ve dönüşte dünyanın en sıradan insanı olur. Karısına yemek yapar, elbiselerini ütüler, sahilde aylaklık eder, tabii ünlü plak kolleksiyonuyla ilgilenir ve gece onda yatar. Yazarın günlük rutini böyle. Ama Die Zeit gazetesine verdiği son mülakatta, o fantastik tiplerini nasıl bulduğunu, hiç bir yazarın yapmadığı bir açıklıkla anlatıyor. Masa başına oturunca, Clark Kent'in Süpermen'e dönüşmesi gibi birşey yaşadığını ve yazdığı garip varlıkların gelip karşısında durduğunu, onun da o tipleri tarif etmekle yetindiğini söylüyor! Hayal gücünün en ileri aşaması…
Murakami, dünyanın en tanına ve en çok okunan on yazarından biri. Ve hayatının anlamını da şöyle özetliyor: "Yazmak için yaşıyorum." Sırf bu yüzden, yani yazabilmek için sağlıklı bir bedene sahip olmaya özen gösterdiğini de söylüyor. "Yazmak beni daha sağlıklı yapıyor" diye bir cümle de kurabilirdi, kurmuyor...
Murakami aslında 65 yaşında, ama kırk yaşlarında görünen atletik biri. Honolulu maratonuna katılmış. Koşmak hakkında bir kitap yazmıştır malum. Son romanı "Renksiz Bay Tsukari Tazaki'nin hac yılları" (色彩を持たない多崎つくると、彼の巡礼の年) bir önceki 1Q84 romanıyla kıyaslanamayacak kadar ince. Son kitabında, daha önceki kitaplarında anlattıklarından daha az fantastik bir hikaye anlatıyor bu kez, ama kurgu gerçekten çok ilginç. Çocukluklarından beri arkadaş beş kişi düzenli olarak buluşuyorlar, tıpkı aynı sınıftan mezun eski liselilerin yaptığı gibi. Tsukari Tazaki'nin dört arkadaşının dördünün adında da bir renk var (Kızıldağ, Yeşilova falan gibi). Gruptan bir tek Tsukari Tazakinin adında bir renk yok. Adamımız birgün gene o buluşmalardan birine gidiyor, ama diğer dört arkadaşı ortada yok. Gelmiyorlar. Tsunari Tazaki'ye kendilerini bir daha aramamasını, onu bir daha görmek istemediklerini iletiyorlar. Kahramanımız Tokio'ya dönüyor, yılın yarısını depresyonlarla boğuşarak geçiriyor, intiharın eşiğinden dönüyor. Yıllar geçiyor, Tsunari Tazaki 36 yaşında. Tanıştığı sevgilisi Sara, arkadaşlarının onu neden terkettiklerini araştırması için Tsunari Tazaki'yi ikna ediyor. Bundan sonrasını yazmayayım. Kitapta bir de cinayet var...
Yakında mutlaka Türkçeye de çevrilir...
Murakami'nin büyüsü ne? Galiba, gerçek bir yazar olması ve ısrarla yazar kalması, günlük hayatın sıkıcılığının onu alıp hayal dünyasından uzaklaştırmasına izin vermemesi, hayallerini tüm haşmetiyle yaşayıp yazması ve ille de gerçekliğe uymak diye bir derdinin olmaması. Ve tabii basit yaşamların ve rutinlerin gücüne inanması. Murakami hergün bu dünya ile "öbür dünya" arasında depar atıyor ve gerçeğin tek değil çok olduğuna inanıyor. Bunu anlamadan sahici bir yazar olmak da mümkün değil zaten!

1 Ocak 1913 yılbaşı olayları...

Gece yarısı saat onikiyi gösterdiğinde, sokaklarda insanlar sevinç gösterilerinde bulunuyor, kilise çanları çalıyor. Berlin'de Immanuelkirch Sokağı 29 numarada oturan 25 yaşındaki sarışın genç kadın Felice Bauer, Prag'dan gene bir mektup almış. Mektuplar her gün geliyor. Steno yazan Felice, pek güzel sayılmaz. O da mektuplara her gün yanıt yazıyor, hatta bazen günde iki mektup yazdığı da oluyor. Bunlar garip, adeta büyülü, insanı şaşırtan mektuplar.
Felice, mektup yazmaya yılbaşında biriki gün ara verince, Prag'daki "İşçi Kaza Sigortası"nda memur olarak çalışan esmer zayıf genç adam, kötü bir rüya görüyor ve kalkıp, "Dönüşüm" adlı bir hikaye yazmaya başlıyor. Bu adamın adı Franz Kafka.
Gene aynı saatlerde New Orleans'de yeni yılı kutlamak için havaya ateş eden zenci bir çocuk tutukluyor polis. Çalıntı bir tabancayla havaya iki el ateş eden oniki yaşındaki çocuğu karakolun bir hücresine atan polis, 1 Ocak günü "Colored Waifs' Home for Boys" adlı çocuk yurduna gönderiyor. Yurdun müdürü Peter Davis, ağlayıp yırtınan, ortalığı birbirine katan çocuğu nasıl sakinleştireceğini bilemiyor, "aslında tokatlamak isterdim" diyor ama dediğini yapmayıp, bu çocuğa eski bir trompet hediye ediyor, oynar oyalanır da susar diye. Çocuk susuyor ve kapatıldığı odadan biriki gün sonra güzel trompet nameleri gelmeye başlıyor. Çocuğun adı Louis Armstrong.
Yeni yılın ilk günü, Viyana garına Krakau'dan bir tren geliyor. Trenden topallayarak inen otuzdört yaşındaki esmer adamın yüzünde çiçek bozuğu yaraları var, kalın püskürtme bıyıkları, köylülerin giydiği tipten ayakkabılarıyla karda yürüyor. Topallamasının nedeni, Krakau'da yılbaşından hemen önce bisiklete binmeyi öğrenmek isterken fena halde yere kapaklanmış olması. Sahte pasaportundaki takma adı Stavros Papadapulos. Wiyana'ya geldikten sonra Ocak ayının ilk günlerinde yoldaşlarına bir açıklama yapıp takma adını değiştirdiğini söylüyor. "Bundan sonra kod adım 'Stalin' olacak" diyor. Ona  bisiklete binmeyi öğreten, ona her satranç partisinde yenilen kişinin adı kod adı da 'Lenin.'

(Yazıdaki tüm bilgiler ve olaylar, Florian Illies'in "1913" adlı kitabından alınmıştır)

Sinemadaki eski altınlar...

Antikacıları severim, ama küçük antika mücevherleri daha çok severim. Eski altının pırıltısı, sadece "Aurum" metalinden gelmez, yaşanmışlıkların heyecanı ve bilgeliğinden, anılarından gelir. Eski bir yüzüğe bakarken, aklınıza bin türlü hikaye gelir, yeni bir yüzükte bunu göremezsiniz. Yeni altın daha çok pırıldar, ama kişiselleşmiş altın bambaşkadır, anonim değildir.
Aynı şey, sinemanın gerçek, eski oyuncuları için de öyledir. Onlar eski altınlardır, mesela Filiz Akın. Hala güzel ve alımlı bir kadın, -artık sinemada oynamayı düşünmüyor. İzzet Günay. Tam bir eski altındır. Onlar ortalıkta görünmediklerinden daha da değerlidirler şimdi. Evet şimdi!
Bu yazıyı yazmaya haftalar önce karar verdiğimde, yabancı bir arkadaşımla "Last Vegas" filmini izlemekteydim. Yanımıza özel içecekler, egzotik kuruyemişler falan almıştık, tam "Sinema keyfi" mevzuatı ve küçük sinema salonunun rahat koltukları neredeyse tamamen ortayaş ve üstü seyirciler tarafından işgal edilmişti, eh kolay değil, başrollerde Michael Douglas, Robert De Niro ve Morgan Freeman oynuyordu. De Niro, özellikle Sergio Leone'nin "Bir zamanlar Amerika'da" filmiyle en sevdiğim artistler listesinin başına yerleşmiş biriydi. Karl Malden'in o eşsiz toparlak burnuyla "Sunnyboy" diye seslendiği "San Francisko Sokakları" dizisinin haşarı genç polis müfettişi Michael Douglas malum. Defalarca Tanrı rolü oynayan ve en etkileyici Amerikalı aktörlerden Freeman da herkesin malumu. Dört eski arkadaşın uzun yıllar sonra yeniden buluşmasını anlatan filmin tüm aktörleri, baş aktristi de 60 yaş üstü oyunculardı. Film, benim şahsen tutmadığım "Hangover" dizisi filmlerine de benziyor, ama eski altının pırıltısı film boyunca ışıldıyor. Aslında oldukça rasyonel biri olan ben, kendi adıma ilk elden şöyle bir sonuç çıkarıyorum:
"Last Vegas" filminin bütçesi sadece 25 milyon Dolar, "Hangover" yaklaşık yüz milyon dolara malolmuş. Genç izleyicisinin film başlamadan önce reklamlarını gördüğü şeylerin çoğunu satın alması imkansız, ama "Last Vegas"ı izleyen seyircinin hepsi iş-güç sahibi, bir kısmının iyi kazandığından da eminim. Filmi birlikte izlediğim arkadaşım, şato gibi bir evde oturuyor, uzakdoğu ve uzakbatıya tatile gidiyor. Yani yaşlanmakta olan varlıklı bir sinema seyircisi var ve film yapımcıları onları yeni keşfediyor -Türkiye'de bunun işaretlerini henüz görmedim. Ama Londra'da, hangi film oynarsa oynasın, 18 yaş altı gençliği salona sokmayan sinemalar türemiş. Britanyalılar bu konuda uyanmış görünüyorlar.
Filmi zevkle izledik. Yaşlanan insanların hayatını, aşklarını anlatıyordu, hem de bu büyük oyuncuların eski filmlerindeki hallerini hatırlatarak.
Bu fenomen hanidir dikkatimi çekiyor.
Son Bond filminin baş rol oyuncusu Daniel Craig 45 yaşında. "Skyfall" filminde yaşlanan ve ölümlü bir Bond'u oynuyor. Beyoğlu Fitaş'da gittiğim ve sonra hemen müziğini iTunes'dan aldığım (Thomas Newman'dan) "The Best Marigold Hotel" filmi. Bu filmde de Britanya'dan Hindistan'a yaşlılar evine giden ve orada hayatları, hayatlara bakışları değişen insanlar anlatılıyor. Muazzam kasa yapan bir film, başrollerden birinde muhteşem aktrist Judi Dench oynuyor, bu yılın aralık ayı başında 80 yaşına basacak. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Mesela anmadan geçemeyeceğim "Something Gotta Give" de var. Kadın rejisör Nancy Mayers'in çekip başrollerde Jack Nicholson ve Diana Keaton'u oynattığı bu aşk filmi, iki dev oyuncunun adeta yeniden yıldızlaştıkları bir olaydı.
Artık iyi film yapan ve birçok bakımdan örnek olan Türk sinemasının yapımcıları, rejisörleri, senaristleri de farkına varmışlardır umarım: Dünyada sayısı giderek artan ve en kaliteli tüketicileri oluşturan ortayaş ve üstü bir seyirci kitlesi var ve bunlar sinemaya sadece "kahgidikoh" gülmek için veya her saniyesinde birşeyler patlayan hızlı üç boyutlu görüntüler için gitmiyor. Türkiye'de belki henüz pek dikkat çekmese de, bu seyircinin kendine özgü zevki, beklentileri ve (özellikle Batılı ülkelerde) muazzam bir tüketim potansiyeli var. Bu insanlar, eskisi gibi daha yavaş, daha derin konular, eskiden tanıdıkları simalar, daha az şiddet ve yüksek ses ve daha fazla tarih istiyorlar. İşin ilginç tarafı, "gençlere yeni fantastik görüntü beğendireceğim" diye yüzmilyonlarca Dolar harcayan ve kendini gençlere beğendirmeye çalışan filmlerden çok daha az yatırım gerektiriyorlar. Gençler artık daha az sinemaya gidiyor, filmleri internetten seyrediyorlar. Ama biz hala sinemaya gidiyoruz -hem de "törenle!" hem de sinemada film seyretmenin bambaşka birşey olduğunu unutmamış olarak.
Belki hiç bir sinemacı düşünmüyor, ama İzzet Günay ile Hülya Koçyiğit'in başrol oynadığı, eski stilde yeni bir film, hiç kimsenin ummayacağı kadar çok ilgi görebilir. Eski anılar ve sinemanın ve starlarının üzerine titrendiği, resimlerinin cikletlerden çıktığı, kartpostallarının minibüs camlarını süslediği yılları hatırlamak isteyecek çok eski sinema seyircisi olduğunu düşünüyorum. Eski altınları parlatmanın, onları saklandıkları yerlerden çıkarıp, tüm gizemleriyle ve güzellikleriyle yeniden görünür kılmanın zamanı gelmedi mi?

Benim sevgili Bulgar akrabalarım...

Memleket neresi?!..
Ben, bu sorunun beni hiç germediği bir çevrede büyüdüm…
Aynı memleketten olmanın ne kadar önemsendiğini askerlik yaparken öğrendim, -ama askerlerden değil…
Bitlis'in ücra bir köşesinde, insanların birbirlerini nasıl tuttuğunu, nasıl birbirlerini desteklediklerini gördükten sonra…
Şehirli insanlar, belli bir anonimite arıyor. Şehirde Beyoğlu'na inersiniz ve orada kimsenin birbirini tanımadığı kitle arasında yalnız ama kalabalığın arasında biri oluverirsiniz. Kimseye selam vermek, durup iki laf etmek zorunda kalmazsınız…
Ben hep şehirlerde ve şehirlerin kalabalık anonim yerlerinde sürterken, ailem her zaman küçük kasabalarda yaşadı. Bu sadece Türkiye'de değil, hayatımın beni belirleyen önemli yıllarının geçtiği Almanya'da da böyleydi…
Babamın Bulgaristan'daki köyüne, lise talebesi bir Solcuyken gitmiştim. (Köydeki Bulgar Komünist Partisi Fonksiyoneriyle -akrabam!- Sovyet Emperyalizmini tartışmaya bile kalktım -o derece tokatlanacak cinsten tartışma azmi yani!..)
İstanbul'da, Berlin'de falan yaşamaya teşne biri olarak, Bulgaristan'daki köy hayatını -birkaç günlüğüne olmak koşuluyla- "enteresan" bulmuştum, bize gösterilen ilgi ise olağanüstü boyuttaydı. Türkiye'den gelip Almanya'ya gitmekte olan Türk misafirler. Köyde herkes, aynı şiveyle Türkçe konuşuyordu ama bazılarının adı Halil, bazılarının da Vasil idi. Türk sandığım kişiler Bulgar, Bulgar sandığım kişiler de Türk çıkmıştı. İki dili de kullanıyorlardı aralarında ve en ufak bir ayrı-gayrılık yoktu…
Bu gece babamla demlenirken, köyünden bahsetti ve şimdiye kadar uyuduğum bir gerçeği farkettim ve bilmediğim bir sürü yenilikten haberim oldu. İnsan bazen, sadece duymak istediklerini dinliyor ve bu yüzden birçok şeyi anlamıyor -benimki bir "yeniden aymak" meselesi…
Köyünüzden biri büyük şehirde iyi bir göreve gelse, bununla övünüyorsunuz, çünkü "memleketliniz", "sizin köylü"nüz. Bitlis'de duymuştum. "Bizim köyden bilmemkim, İstanbul'da okudu, şimdi bilmemnerede bilmemne müdürü" deyip yüzüme bakmıştı adam. Anlamı, "Sen onu mutlaka tanırsındır canııım!" gibi birşeydi. İstanbul'un nüfusu o zaman on milyonu yeni geçmişti yanılmıyorsam. Adama hiç bir şey demeden bakmıştım. Babam konuştukça, Bulgaristan'daki bir köyün sakinlerinin, birbirini, sınırların da ötesine uzanan bir bağlılıkla nasıl koruduğunu, sevdiğini ve "aynı köyden olmak" duygusunu nasıl yaşattığını anladım ve anladıkça hem hayret ettim, hem de eksikliğime üzüldüm -çünkü benim böyle sağlam bir "aynı memleketlilik" duygum yok…
"Köyün alt kısmında dereden su birikirdi, göl gibi olurdu. Çingeneler orada kerpiç yapardı. Ben ve Vasil, oraya, gölde taş kaydırmaya giderdik. Bir gün attığım taş yanlışlıkla Vasil'in başına geldi, düşüp kaldı. Korkudan ne yapacağımı bilemedim, hemen birilerini çağırmaya gittim."
Babam, başını yardığı o Vasil'le altı yıl aynı sınıfa gitmiş. Bu olaya rağmen bozuşmamışlar, hatta Lise'ye gidecekleri yıl -bulundukları bölgede lise yokmuş o zaman- birlikte ev tutup bir yıl birlikte kalmışlar. Ben Bulgaristan'daki köye gittiğimizde gördüğüm, hepsi gelip gelip babama sarılan adamlardan hangisinin Vasil olduğunu hiç hatırlamıyorum.
Köyden biri önemli bir makama geldi mi, köylülerini kayırıyor tabii. Bu Bulgaristan'daki o köy için de geçerli. Mesela o zamanın Demir Perde gerisi Bulgaristan'ına girebilmek bir meseleydi, ama babamın bir "torpil"i vardı: Babama "abi" diyecek yaşta bir Bulgar memur. Aynı köyden, Türkler kadar Türkçe konuşan ve tabii Türkiye'deki Bulgar konsolosluklarından birinde çalışan biri. O zaman aklı bir karış havada ben, böyle şeylere pek dikkat etmiyordum, ben Mao'nun bilmemne teorisiyle meşguldüm! Babamın birlikte Sofya'da Mimarlık Fakültesine gittiği arkadaşı Gatu, okulu bitirip mimar olmuş. Babam, küçük Bulgaristan'dan Türkiye'ye kaçmayı planladığından babası, yani dedem, Türkiye'ye göçe karar vermiş, -zira köyden Türkiye'ye kaçmaya kalkarken sınırda yakalanan gençlerin nasıl dövüldüğünü biliyormuş. Gerçi köydeki Bulgar akrabalar -ben onlara "akraba" diyorum, zira akrabadan ileriler- duysalarmış, Sofya'daki tanıdıkları harekete geçirip çocukları sınır polisinin elinden kurtarırlarmış ama Türk çocuklar kimseye haber vermemişler ki kaçarken! O zaman köydeki arkadaş çevresinden biri de Ivan'mış ve Albay olmuş.
Komünistlerin efsanevi Cumhurbaşkanı Georgi Dimitrof'tan sonra başa gelen Kolarov zamanında Babam ve mimarlıkta beraber okuduğu köylüsü harçlık çıkarmak için bir tarım makinesini işleten elemanlar oluyorlar, bir ay kadar çalışıyorlar, onları çalıştıran zengin köylü, vaad ettiği ücreti gençlere vermek istemiyor. Gatu ne mi yapıyor? Zengin köylüye diyor ki, "bak seni Komünist Parti'nin köydeki birimine şikayet ederim." Babam Gatu'ya şöyle demiş: "Boşver, adamı cezalandırırlar falan şimdi, deymez, gel vaz geçelim." Zengin köylü -korktuğundan olacak- gençlerin harçlığını tıkır tıkır ödüyor, köydeki Komünist Parti komitesinde Türkler de var tabii o zaman…
Beni etkileyen, sınırların rahatlamasıyla birlikte köyden Bulgarların Türkiye'ye ziyarete gelmesi -aradan geçmiş elli yıl!.. Babam, "Donçu ölmüş" diyor, "daha gençti." Köyünde yaşananları biliyor. Donçu'nun kız kardeşi, o da amcamın sınıf arkadaşı, meğer amcama Bulgaristan'dan telefon edermiş. Arkadaşlık baki…
Babam ve ondan bir sonraki kuşak, "aynı köylü" olmak duygusunu ve bağlılığını aynen sürüdürüyorlar. Biz de, şehirli anonim yalnızlar ordusu olarak yaşıyoruz. Derin bir sohbet sonucu, benim yaşımdaki -hiç tanımadığım- köylülerimi görmeye Bulgaristan'a yeniden gitmeye karar verdim. Bu kez Solcu ukalalığının zerresini bile sergilemeyeceğimden eminim. İsmen tanıdığım onca insan ile ortak yanım yok gibi birşey. Ama galiba bir köyü olmak, aynı köyden olmak güzel… Ve ben o güzelliği keşfetmek istiyorum...

Kriminal sanat veya sanatlı kriminalite...

Tophane-i Amire…
Buraya en son, "The Grate Masters" sergisi için gitmiştim. Güzel bir kadın vesile oldu, beni o götürdü. Sergide bir çok büyük ustanın eserleri, hatta not defterleri vardı ve aramızda "acaba kopya mıdırlar" diye de konuşmuştuk. Tophane'den Marmara'ya bakan eski bina, şehrin Osmanlı'dan kalma en orijinal binalarından biridir ve günümüzde çok isabetli bir kararla sanata ayrılmıştır.
Bugünlerde burada Joan Miro'nun eserleri sergileniyor. Ölüm haberini 1983'de Berlin'de bir kahvede aldığım Miro, o yıllarda müzede resimlerini görüp yeniden hayran olduğum bir ressamdı. Onun basit ama renkleri çok iyi kullanan tarzı herkesi etkiler. Babası saatçi olan bu adam, günümüze kadar kalan ilk resimlerini 1901'de yapmış ama hangi başka hangi resimleri o yapmış, oldukşa karışık bir durum ve de vaziyet…
Nasreddin Hoca'ya ait olduğu söylenen sayısız fıkra var, Yunus Emre'nin hangi şiirlerinin ona, hangilerinin onu seven dervişlere ait olduğu belirsiz. Benim bir ara ezberlemeye kalktığım Dao Te Ching kitabının yazarı ve "Taoizmin" kurucusu Lao Tzu da böyle birşey. Yani kitabındaki 81 Bölümünden hangisinin Lao Tzu tarafından yazılıp yazılmadığını tartışanlar da olmuştur, oluyordur tabii, ben daha iyisini biliyorum: Lao Tzu da sahte! Bunu bana Çin uzmanı yabancı bir dostum anlattı ve ilk duyduğumda çenemin yere düştüğünü söyleyebilirim! Kong Fuzi (Konfiçyüs) gibi külk birine karşı Taocular da bir kişi icad etmişler ve adını Lao Tzu koymoşlar, Dao Te Ching, kollektif bir ürün, yüzyıllar içinde mükemmelleştirilmiş…
"Miro olayı çok daha masum" diyeceğim, diyemiyorum, zira Tophane-i Amire'de sergilenen Miro eserlerinin tamamının sahte olabileceği söyleniyor -söyleyen de bizzat, İspanya'daki Miro Vakfı başkanı Rosa Maria Malet. Sergiyi düzenleyen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektörü Yalçın Karayağız'a bir mektup göndererek, eserlerin bir çoğunun "usulsüz" olduğunu söylemiş. Tabii o eserlerin nasıl ve kim tarafından seçildiği ve İstanbul'a getirildiği gibi skandal konularla ilgilenmeyen Türk basınının görevini üslenmeyi düşünmüyorum ama enteresan bir duruma dikkat çekmek zorundayım -bu yazının burada yer almasının nedeni de bu zaten:
Kuşlara bile Chip katıp nereden nereye göçtüklerini izleyen insanoğlu, bilmemkaçtane Miro eserinin nereden geldiğini kontrol edemiyor! Miro Vakfı (Estate), eserlerin İspanya'dan kaynaklanmadığını söylemiş. O halde Miro'nun gizli kalmış resimlerinin ortaya çıkması veya Miro'nun ölmüş gibi yapıp ressamlığa devam ettiği türünden "fantastik" gerekçeler bulabiliriz tabii, "her büyük sanatçının başına gelen onun da başına gelmiş, sahte ürünleri piyasaya sürülmüş" diyebiliriz. Olay, "korsan kitap", "korsan kaset" terimlerine yabancı olmayan Türklere yabancı olmasa gerek. Bu tip "organize işler"in bile bir haddı-hududu olmalı diyorsanız, size etrafa şöyle bir bakınıp, "Cık" demek zorundayım…
Beijing'in "lüks" mahallelerinden Wangfujing'de bir müzik mağzasına girdim, asıl amacım Çin'in kaliteli müzisyenlerinin CD'lerini almaktı. Mağzada Rollig Stones'dan Salif Keita'ya kadar aklıma gelen bütün has müzisyenleri bulunca hoşuma gitti tabii -ta ki yanımdaki dostumun şu sözlerine kadar: "Hepsi korsan!.." İstanbul'da korsan kitap satan tiplerle çok ağız dalaşı yapmış biri olarak, tuttuğum CD'leri elim yanmış gibi tezgahın üzerine bıraktım. Arkadan, ana dili gibi aksansız Çince konuşan dostum, ben inanamadığım için benim adıma dükkanın sahibine sordu. Adam, Doğululara has bir şekilde doğrudan bir yanıt vermedi ama sonuç malumdu. ikinci darbe: "Çin'deki tüm CD ve DVD'ler korsandır!.."
Evet durum hiç abartısız böyle ve Avrupa'da "Copyright/Telifhakkı kaldırılsın" diye mücadele eden ve hatta bunun için parti falan kuranların bilmediği bir şey olmalı! Türkiye'de sergi açan ve tanımadıkları firmalara "sanat eseri" sipariş edenler de bilmiyorlardır. Böyle korsan müzik ve korsan film üreticileri bir yana, ünlü sanatçıların eserlerinin kopyalarını üreten ve geçimini buradan sağlayan ikiyüzelli bin Çinli yaşıyor. Bunu, ünlü Çinli ressam Qi Baishi'nin klasik yazı fırçasıyla yaptığı bir kartal resminin 65 Milyon Dolara satıldığını anlatıp taklitlerden yakınan Lisa Zeitz'dan öğrendim, Weltkunst dergisinin son sayısına yazdığı editoryal yazıda bahsediyordu, bu sayıyı o da New York Times'da okumuş!
Tophane-i Amire'de 19 Ocak'a kadar açık olması planlanan sergi iptal, kapılar demir kilit ve nereden peydahlandıkları bilinmeyen Miro resimleri de İspanya yolcusu. Ve bahse girerim bu skandal için de Türkiye'de kimse istifa etmez. Bari birileri özür falan dilese ve sadece birkaç Güzel Sanatlar öğrencisini azarlamakla yetinmese...