Kötü Cowboy Lee Van Cleef

Ben bu adamı ilk Red Kit'te görmüş olabilirim...
Büyük çizgi romancı Morris, onu bir kafa avcısı olarak çizmiştir. Bir karikatür olarak aslından daha iyi rol yaptığını söylemeliyim! Burnu, bakışları, hin gülüşleri, onu benzersiz kılar. Bence gelmiş geçmiş en iyi kötü kovboy oyuncularından ikincisidir (en iyi kötü kovboy Klaus Kinski'dir elbette).
1925'de Amerika'da New Jarsey'de doğan bu adam, bürolarda çalışırken, kafayı bozup gezici tiyatrolarla torne turne dolaşmasaydı, belki kendisini asla bir filmde görmeyecektik. Lee Van Cleef, en başında da bir kovboy filminde oynar zaten. Onu keşfeden, Oscar ödüllü bir rejisör: Stanley Kramer.
Lee Van Cleef, 1952'de çevrilen "High Noon" adlı siyah-beyaz filminde, bir haydutu oynuyor. Ama Gary Cooper'ın oynadığı bu film o kadar güzeldir ki, daha sonra "dünyanın en iyi filmleri" listelerinde de yerini almıştır. Ben bu filmi, Lee Van Cleef'in İtalo-Western'lerini gördükten sonra seyrettiğimden, onu çok iyi izlemiştim, aklımda kaldı.
1960'lı yıllar boyunca çeşitli televizyon dizisinde oynayan Lee Van Cleef'i, gene bir kovboy rolünde oynatmayı, ünlü İtalyan yönetmen ve Italo-Western'in babası sayılan Sergio Leone düşünüyor. "Bir Avuç Dolar" filmini bilmeyen, görmeyen var mıdır? (Per qualche dollara in plu) Clint Eastwood'un parladığı film. Ama ben onu en çok "İyi, Kötü ve Çirkin" filmindeki kötü adam Sentenza rolünde beğenirim. (Il bono, il brutto, il cattiva) Ve 1969 ve 1971'de iki "Sabata" filminde de oynayıp, 1970'lerde bozkırlardan ayrıldı. Ben onun yeni filmlerinin peşinden koştum ama Lee Van Cleef çok sonraları, ikinci sınıf Ninja filmlerinde yeniden göründü. Saçları iyice beyazlamış, başında saç kalmamıştı. Karizması yerindeydi, ama ona düz Ninja kılıcı değil, kovboy tabancası yakışıyordu.
Lee Van Cleef, 1989 yılında Kaliforniya'da hayata gözlerini yumdu ve onunla birlikte unutulmaz bir karakter de beyaz perdeden çekildi. Ama yarattığı tipler ölümsüz. Sentenza'yı yeniden seyrederken onu andım...

Kravatsız kadınlar

Her parlamentoda olduğu gibi TBMM'nde de protokol müdürleri var. Mesela Başbakan'ın, Dışişleri Bakanı'nın yanına çıkacaksanız, mutlaka bir kravatınız olmak zorundadır. Bir ceketiniz ve bir kravatınız olacak. Yoksa, protokol müdürünün yiyecekmiş gibi bakışları arasında boğazlı kazakla bu kuralı delebilirsiniz -belki!..
(Tabii önemli biriyle birlikteyseniz!)
Kısacası, politika esnafının bir üniforması var ve bu üniforma, hem bir erkek üniformasıdır, hem de tüm dünyada aynıdır. Amerika'dan Çin'e, oradan Afrika'ya, -Fiji adaları dahil heryerde politikacılar üniformalıdır: Ceket-pantolon-gömlek-kravat. Ama Hırvat icadı kravat özellikle önemlidir, zira bu üniformanın en erkek tarafıdır.
Kadınlar politika denen erkek bataklığına erkeklerden sonra düştüklerinden, onların bir "Politikacı kadın üniforması" yok -iyi ki de yok.
Erkekler, erkek kafalarıyla kadınlara politikada da kendilerine göre normlar koymuşlardır. Mesela TBMM, benim Cumhurbaşkanı adayım Şafak Pavey sayesinde kadın vekillerin etek giymek zorunluluğunu 2011'de kaldırdı. Pavey engelli güzel bir kadın ve onun protezini gözlerden gizlemek adına bir değişiklik yapıldı. Ama gerçek değişmedi. Kadınların parlamentolarda nasıl giyinmeleri gerektiğini en kesin haliyle Ukrayna Parlamentosu 2009'da tarif etmiş: Kadın Milletvekillerinin "kısa etek, topuklu ayakkabı ve göze batan desenli elbiseler giymeleri, kıpkırmızı ruj sürmeleri yasaktır."
"Önemli şeyler konuşan" erkeklerin aklı karışmasın!
Bu konu genellikle pek gerektiği kadar önemsenmez ama, kadınların saçı, süsü, giyimi, erkeklerden daha önem verdikleri, karakterlerini de yansıtan bir şeydir. Kadınlar erkeklere bakıp Çin ordusu gibi dünyanın her köşe bucağında aynı kravatlı üniformayı taşımıyorlar.
Siyasetin ritüelleri de, dili de, kıyafeti kadar erkek. Siyaset, iddiaların tersine kadın-erkek eşitliği temelinde yapılan bir şey değil. Kadınların hayata yaklaşım tarzları da, gizimleri gibi erkeklerden ve erkek tipi politikadan farklı. Erkeklerin siyaset dünyasına giren kadınlar da başarılı olabilmek için erkeklerin dilini konuşuyorlar -idi...
Şimdi politika denen nanenin ne kadar "erkek" bir şey olduğunun bilincine varan güçlü bir kadın kamuoyu geliyor ve erkek tipi politikayı kadın tipi bir politikaya dönüştürebileceğinin -önce- farkına varıyor.
Ve erkek iktidarının façasını bozmak için onu neresinden tutacağını da biliyor!..
Pardon?!..
Evet bildiniz: kravatından!..

Yaşlanmanın dayanılmaz hafifliği

Tanzanya'daki İraq kabilesinde neredeyse tüm hayatı boyunca ellinci yaşına basmayı bekleyenler yaşıyor. İyi bir nedeni var: Elli yaşına basanlar otomatikman "Yaşlılar konseyi" üyesi sayılıyorlar ve kailenin elitleri oluyorlar. Büyük saygı görüyorlar, kabileyi Yaşlılar Konseyi yönetiyor ve yüksek yargıçlar gibi önemli konularda karar veriyor.
Bu olaydan, daha sonra burada sözetmeyi düşündüğüm önemli bir kitabı okurken haberdar oldum ve şu soruyu yeniden hatırlamanın zamanı geldiğine karar verdim:
"Gençliği esas alan bir toplum kurup hayatın asıl sorularını teğet geçerken, yaşlıları yeniden hakettikleri saygın yere oturtup yaşlılar evlerinde heba etmeye son vermenin zamanı gelmedi mi?"
Bu ülkede birçok kişi için fantastik bir soru -ve öyle olması çok güzel, Türkiye için de kazanç tabii -ama reklamlardan medyalamalara kadar propagandası yapılan en değerli şey geçlik değil mi? Gerçi genç Türkiye'yi yaşlılar yönetmeye deam ediyorlar, ama gençlerin sığlığı da sivil yaşama her yönüyle hakim görünüyor. Yaşlıların tecrübelerinden ve en önemlisi 'bilgeliklerinden' yararlanmanın yeniden önemsenmesi ve onlara cidden danışılabilecek Bilgeler Konseylerinin kurulması zamanı gelmedi mi?
Tanzanya'da İraq kabilesinin yaşlıları, "Sizin yaşlılar konseyiniz nasıl işliyor?" diye sormuşlar ve "Bizde yaşlıları yaşlılar evinde" cevabı alınca, bunun ne kadar büyük bir savurganlık olduğunu da Tanzanyalılardan dinlemek zorunda kalmış araştırmacı.
Bu konuyu seçerken, Türkiye'nin burnunun dibindeki İkarya adlı Yunan adasının beşbin kişilik nüfusunun beşte birinin yüz yaşı üzerinde insanlardan oluştuğunu okudum ve bu satırları yazmam gerektiğine kani oldum. Ama asıl örneğimi de burada anmadan geçemeyeceğim: Hâlâ el ele diz dize yaşayan annem ve babam...
Mutlu yaşlılar hakkındaki haberler birikmişti. Mesela Kenya'nın batısında Tabani diye bir köyde yaşayan Abraham Wabwoba'nın, kırkiki yıllık uzatmalı sevgilisiyle seksen küsür yaşında evlenmiş olduğunu da okudumm. Şimdi yüz yaşını aşmış, mutlu bir adam. Başka bir örnek, 81 yaşında atlet olup koşmaya başlayan Hintli Fuja Singh. 89 yaşındayken bir maratona katılan Singh, şimdi 102 yaşında. Kimse onları yaşlılar evine tıkmayı düşünemiyor (izin de vermezler elbette). Ama Avrupa'da ve "gelişmiş" sayılan ülkelerde yaşlıların itibarı yok.
Yaşlılık kıymete biniyor. Modern toplumun gençliği yüceltip yaşlıları toplum dışına itme eğilimi mecburen son buluyor. İnsanlık yaşlanıyor, doğu da yaşlanmaya başladı ve daha da yaşlanacak. Dijital dünyada bedensel güç eskisi kadar önemli değil. Asıl önemsenen şey, bilgelik artık. Deneye yanıla günlük yaşanan hayatlar, felaketlere ve acılara neden oluyor ve şimdinin yaşlıları, dünyanın nasıl bozulduğunu çok iyi biliyorlar, yaşayıp gördüler. Elbette sadece yaşlılar bilge değiller, ama ölüme daha yakın duran yaşlılar, bilgelik damarını daha kolay geliştirebiliyorlar. Eski çağlardan beri herkesin malumudur: Bilgeliğe ulaşmanın en kolay (ve cesur) yolu, "Ölümün gözlerinin içine bakmaktır". Savaşçının yolu da böyle birşey değil midir? Son James Bond filmlerinde gizli servis şefi M'i oynayan dev oyuncu Judi Dench'e bir bakın. Hem bilgeliği, hem aklı, hem gücü ve zerafeti nasıl da güzel taşıyor. Gençliğe laf söyleyen, kızan yok, -olamaz da. Ama şöyle bir şey var:
Georg Bernard Shaw'ın deyimiyle, "Gençlik harika birşey, ama malesef gençlere harcanıyor." Gençlere bilgece mutlu bir yaşamın nasıl sürüdürülebileceğini öğretmek de bilge yaşlılara düşen bir önemli görev olsa gerek. Mutlu bir gençlik yaşamayı, bir zamanlar genç olmuş insanlardan öğrenmek hiç de fena fikir değil.

Ağlayan kadınlar

Son zamanlarda ağlayan kadınlar görüyorum yollarda ve ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemiyorum. Eskiden herkesin içinde ağlayan insanlar görülmezdi.
En absürdü, bir peykede oturmuş, hem sigara içip hem ağlayan genç bir kadındı. Yalnız değildi, yanında arkadaşı olabilecek başka bir kadın oturuyordu ve onu sakinleştirmeye çalışıyordu. O, yalnızmış gibi davranıyordu.
İstiklal Caddesinde sık sık gördüğüm bir durum 'Ağlayan Kadınlar'. Yanınızdaki masada oturan ve ağlamaya başlayan bir kadın olunca eliniz-ayağınıza dolaşıyor. Ağlayan kişi yalnız kalmak ister veya onu tanıdığı birinin teselli etmesini ister. İki şartta da oturduğunuz yerde mıh gibi oturmaya devam etmek zorundasınızdır.
Geçen gün gelişigüzel yürüdüğüm tenha sokaklardan birinde taksiye binmeye karar verince, karşıdan gelen kapşonlu genç bir kadına sordum:
"Bu yakında bir taksi durağı biliyor musunuz?"
Başını kaldırınca, kapşonuyla gizlediği gözlerinin yaşlı olduğunu gördüm. Ağlıyordu.
"Bilmiyorum!"
Bunu öyle söyledi ki, kendimi bir tür karı-koca kavgasının erkek tarafı gibi hissettim. Öfkeyle söyledi. Ama bunu öyle yaptı ki, kızmak kesinlikle mümkün değildi. Tam tersine. Kendimi bir an suçlu gibi hissetim.
Jacques Doillon'un 1978'de yaptığı "La Femme qui pleure" (Ağlayan Kadın) filminde ağlayan aktrist Dominique Laffin'dir. Film onunla başlar. Bir odanın duvarı önüne oturmuş, kot pantolonlu ve kazaklı, otuz yaşlarında ağlayan bir kadın.
Dominique Laffin, yalnız olmanın verdiği rahatlıkla burnunu çeke çeke, yaşını yenleriyle sile sile, dobra dobra ağlar. Bu darmadağınıklığı Pablo Picasso da "Ağlayan Kadın" tablosunda daha 1937'de göstermiş -sevmediğim bir resimdir. Öyle bir tabloyu asla duvarıma asmam, kadınların ağlamasına da kesinlikle dayanamam.
Kimden duyduğumu hatırlayamadım, ama bir Buddha rahibi olabilir. "Kadınlar erkeklerden daha uzun yaşıyorlar, çünkü onlar rahatça ağlayabiliyorlar" demişti. Fyodor Michailowiç Dostoyewski'nin ifadesiyle, "Gözyaşları kalbi yunar." İyi, güzel, ama ben kadınların mutlulukla gülümsemelerini tercih ederim.

Müzikte, romanda ve hayatta, 'Es'

Münih'de ormanın içindeki Waldbühne'de verdiği devasa konserlerinden birinde André Rieu, tam da valslerin valsi, Johann Strauß'un "An der schönen blaueen Donau"sunu çalarkan, es vermesi gereken yeri uzattıkça uzatıyor ve bilerek iç ritmi de bozuyor. Müziğin yeniden başlamasını bekleyen pistteki çiftler, müziğin büyüsünden bir an uyanıyorlar, ama güzel bir uyanış bu -güzelliğin farkına varılmasını sağlayan bir dirilik getiriyor. André Rieu, konserlerini bir Show halinde sunduğundan, konserdeki dinleyiciler bunun bir şaka olduğunu anlıyorlar tabii ve gülüyorlar.
Bütünsel bir güzelliğin parçası olan böyle suskunluk anları, bir an nefes almanızı, etrafınıza bakınmanızı -ama mutlaka uyanmanızı ve dikkat kesilmenizi sağlar. Müzikte "es", yani ritme ve müziğin bürününe uygun sessizlikler, susmalar, uyandırıcıdır. Sükutun ikrardan geldiğine daha fazla önem atfeden bir günlük karabasan kültüründen, politikadan, gazetelerden insanın üzerine boca edilen banalliklerden sonra sükutun çok güzel bir yanının da olduğunu unutmamak lazım diye düşündüm. Kendinizi müziğin uçuran kollarına bırakınca, zaten kendiliğinizden uçuyorsunuz -ve vals yeniden başlıyor...
Romanda benim "Es" diye adlandırmak istediğim ve okurun kendinin tamamlaması beklenen yerler de uyarıcı etkiye sahip. Mesela Ernst Hemingway size, "İhtiyar Balıkçı"yı anlatırken, hayal gücünüzü diri tutacak "Es"ler koyar. O boşlukları öyle koyar ki, dikkatli okuyucu, yazarın romanda anlatmadığı şeyi kendisi yazar hayalinden. Hemingway bu eski yöntemi, romanlarını yazarken, bazı bölümleri tamamen çıkarttığı ilk deneyimlerinde keşfetmiş. Galiba "Es"leri en iyi anlamış yazarlardan biridir; yoksa, "İnsan konuşmayı iki yıl içinde öğreniyor, ama susmayı öğrenmesi için elli yıl gerekiyor" demezdi!
Hayatta da bazen böyle "Es" koymak gerekiyor. İç müziğinizin ritmi aynı kalmakla birlikte, "Es"ten sonra hangi notayla başlamanız gerektiğine dikkat kesiliyorsunuz. Sonra şarkıya devam ediyorsunuz -pür neşe. Bu "Es" bazen uzun da sürebiliyor, ritmi de bozabiliyor -ya da size öyle gelebiliyor. Ama hayat öyle güzel bir müzik ki, valsin devam edeceğinden emin olabilirsiniz...

Mükemmelliğin bedeli...

Birkaç gündür Amy Winehouse'un "Back to Black" adlı video klibine ve şarkılarına takılmış vaziyetteyim....
Popüler müzikle ilgilenmeyen biri olarak, yıllar sonra ilk kez, popüler bir müzisyeni bu kadar beğendiğimi, hayran olduğumu belirtmeliyim. O gerçekten mükemmel, orijinal ve çok içten söylediği belli. Müzikle bir olmuş, o yüzden de gözlerimizin önünde bir efsaneye dönüşmüş. Mükemmelliğin bitmediğini gözlere sokuyor...
Ama her mükemmellikten sonra düşüş başlar. Ve o düşüşü kabullenmek -hele insan bu kadar gençse- çok zordur. Yapılan araştırmalarda, dünyanın en mutlu ve en mutsuz insanlarının sanatçılar olduğunu göstermiştir. Bir örneği de Amy Winehouse olmalı...
Yarım bıraktığım ve bugün okumaya devam edeceğim başka bir kitap da bu mükemmellik arayışını anlatıyor -bu notu buraya belki biraz da bunun için yazıyorum...
Julio Cortazar'ın "Der Verfolger" (Celebrating Bird) adlı kitabı, Caz sanatçısı Johnny Carter'ın yeni stilleri ve mükemmeli ararken kendini nasıl mahvettiğini anlatıyor -ama öyle anlatıyor ki, katıksız müziği adeta duyarak okuyorsunuz hikayesini ve çektiği acıları, sefaleti...
Bazıları, değermi bunlara diyebilir...
Hatta Türkiye denen yerde, "sanat gerekli mi?" diye sorabilen insanlar da yaşıyor ama şu kesin bir gerçektir ki, sanatın olmadığı bir dünyada insan olarak yaşamaya değmez...
Bu çok açıktır...
"Değer mi?" sorusuna gelince -mesela ben kendi adıma söyleyeyim: Burada yazdığım şeylerle ilgilenmek ve yazmak -sadece ilgilenmek bile- bir yaşam biçimidir. Büyük yazar Mario Vargas Llosa, "Edebiyatçılık bir yaşama biçimidir" der mesela. Sadece hergün oturup yazmak, (not almak bile) dünyanın en zevkli uğraşısıdır ve sanatla uğraşmak, bundan ille de bir ürün çıkmasa bile, başlı başına bir zevktir. Amy Winehouse'un bunu belki hiç düşünmede en derinlemesine yaşadığını düşünüyorum...
Mick Jagger'la yapılan bir söyleşide, "Mick Jaggar olmasaydınız ne olmak isterdiniz?" diye soran gazeteciye, ünlü sanatçı, "Herhangi biri" diye ceyap veriyor...
Herhangi biri olan gazetecinin bu yanıtı anladığını sanmıyorum, çünkü Mick Jagger'a trene bakar gibi bakmaya devam ediyor...
Hayat kısa. Sonsuzluğa açılan en kolay kapı sanat...
Mükemmelliği aramaya -her şart altında, kesinlikle değer. Ve bunu herkes anlamasa da olur!..

Üç kişilik devasa çizer Moebius

Bazı insanlar iki, üç kişidir...
Daha kalabalık olan insanlar da var elbette. Onları ayrı insanlar sanırsınız -uzun süre. benimki de öyle oldu...
Galiba lise yıllarımdan itibaren kovboy hikayeleri anlatan çizgi romanları okumamaya başladım. Morris'in Red Kit'ini bu genellemenin dışında tutmalıyım. Benim "Edelcomics" dediğim, soylu çizgi romanlar arasında kovboy yoktu ama biri, resimlerine bakmaya değecek bir şeydi: "Blueberry". Kirli sakallı mavi urbalı bir Kuzeylidir kendileri. Sadece güzel çizgilerine baktığımdan, konularını hiç hatırlamıyorum (bu yazı için de internetten sorup soruşturmadım)...
Blueberry'nin Belçika ekolünden gelen çizeri Jean Giraud, 1938 doğumlu, müthiş dinamik bir fırçaya sahip. Belçika ekolünün köşe taşlarından Jijé'nin asistanlığını yapmış ve kovboyunu da ünlü Pilot dergisi için hazırlıyormuş. Bu dergiyi gördüm, eski sayılarından da vardı bende, şimdi de var. Çizgi roman kolleksiyonumda Blueberry de bulunuyordu elbette, ama en önde, en başta, Hugo Pratt, Manara ve Bourgeon'ların yanında Moebius'un "Inkal" bandları dururdu. "Edelcomics" çizerlerinin bence dört kare asından biriydi Moebius. 1980'lerde bir kasırga gibi esti çizgi roman sanatında...
O dönemde çizerlerin kimlikleriyle ilgilenmeyen ben, Moebius'u bir Polonyalı veya Çek sanıyordum. Çizdiği "fantasy türünde" denebilecek eserlerinin yazarı Jodorowsky diye biriydi ve bu kadar muazzam bir hayal gücü, ancak Stanislaw Lem 'in, Jerzy Lec'in geldiği yerden gelebilirdi...
Alejandro Jodorowsky'nin Şilili, Moebius'un da Belçikalı ve Jean Giraud ile aynı kişi olduğunu (ve tabii Gir ile aynı kişi!) çok sonra öğrendim. Ben bu ikilinin 1980'lerde birlikte yayınladıkları John Difool hikayelerine tutkundum. "Inkal" başlığı altında yayınladıkları, hayali bir evrende geçen bu 6 fantastik hikaye albümünün beni çeken yanı, mistik ve ezoterik öğeler taşıması, sürrealizmi hiç yormadan mistik anlam arayışıyla birlikte gayet iyi kullanmasıydı. Moebius'un Türkçe yayınlanıp yayınlanmadığını bilmiyorum (yayınlansaydı bana bir şekilde ulaşırdı sanıyorum) ama toplu eserleri Almanca yayınlandı ve bu vesileyle ondan bahsetmek de şart oldu...
Dokuzuncu sanatın en soylu eserler veren maça ası Moebius'u, geçtiğimiz yılın baharında yitirdik -ama o ölümsüz. Eserlerinin değerinin ileride daha da artacağını sanıyorum...