"Shadows are falling and I've been here all day
It's too hot to sleep, time is running away (…)
There's not even room enough to be anywhere
It's not dark yet, but it's getting there."
Bob Dylan
"Film noir…"
Bir stil. Dünyaya karanlık ve kötümser yanından bakan sinema…
Açıkçası bu sinema türünün klasiklerini seyretmiş olmakla birlikte, adını çok sonra öğrendim ve severek telaffuz ettiğim bir ad da değil. Ama işte sokakta dolaşırken rastlayıveriyorsunuz ve cazibesine asla "Hayır" diyemiyorsunuz…
Frankfurt Nordend'de ulu ağaçların altından yürürken kaldırımın tam ortasında camekanlı ahşap bir kitap dolabı duruyordu! "Bu da ne ki böyle" derken kızkardeşim, "bu kitaplardan okumak istediğin varsa alabilirsin" dedi -mahallelinin düşündüğü bir hizmat- ve o anda benim gözüme Diogenes yayınlarının tipik sarı-siyah kapaklı Raymond Chandler kitabı ilişti. Yayınevinin bu ünlü kriminal roman dizisinden birkaç kitap okumuştum ama bu kitap bir roman değil, yazarın yazarlık hakkında yazdığı mektuplardan derlenmiş bir hazine. Alfred Andersch kitabı, "Yazı yazmak konusunda yazılmış en iyi kitaplardan biri" diye yorumlamış. Derhal el koydum!..
Kriminal romanla ilk Mayk Hammer romanlarının kötü Türkçe çevirileri vesilesiyle tanıştığımdan uzun süre sevemedim ve elbette tüm Agatha Christie'leri okudum -lise dönemimdi ve ikinci yarısını Almanca Goldmann yayınlarının kırmızı-siyah dizisinden okudum. Ve Christie dışında bu türden okuduğum kitap oldukça azdır. Chandler de Christie'leri okuyamadığını söylüyor -eh edebi değeri düşük tabii...
"Film noir'ın karasıyla kriminal romanların karası aynıdır. Hem karanın tonları da yoktur" gibi bir cümle kurmak zor. Elbette karanın da tonları vardır ve bunlar içinde en yeni keşfim de "Gilda" tonundaki güzel kara!..
Eskiden, "Sanat sanat için mi halk için mi olmalı" diye salak bir soru vardı! Bu lafı çok duyup çok pısmışımdır, çünkü sanat gibi bir şeyi böyle bir ikilemle sınırlayıp, kulağa "ya paranı ya canını" gibi gelen bir entelektüel haydutluk dayatmasıyla tartışmak zordu. Soranın duruşu, bıyığı, elinde tuttuğu Sol dergi, yanıtını haykırıyordu zaten. Ve açıkçası, "Sanat için sanat"ın ne demek olduğunu da hala anlamış değilim. Güzel şeylere sanat mı diyorduk?!..
Ama sanat sayılan birçok şey güzel değil. Hatta eski zaman şiirlerinden bazıları iğrenç bile olabiliyorlar. Bu konularla ilgilenen (Yeni Alman edebiyatı konusunda ordinaryus profesör) Peter von Matt'ın çok sevdiğim bir sözü var: "Günümüzde 'Güzel' topyekün, kitsch olmak kuşkusu altında." Her haltın kestirmeden "güzel" diye sıfatlandırıldığı, araziye uymak için olmadık şeylere "güzel" dendiği bir devirde, bu sözcükle ifade edilenin rüküş/kitsch olma ihtimali yüksek. Çin'de gördüğüm neon pembesi süpertopuklu ayakkabıların tepesinde tay tay durmaya çalışan neon yeşili tişörtlü kadınların da güzel sayılma çabalarını hesaba katarsanız, ne demek istediğim daha bir anlaşılır gibi olabilir. Eh sanat ille de güzel değil, ama gene de sanat, halkımız için sanat da olamıyor çünkü yumruk havada insanlar yok resimlerde sanat için falan da değil, insan için…
"Halk için yazıyorum" diye düşünmek, sadece "profesyonellerin" işi olabilir. Chandler profesyonelleri, "durmadan yazanlar" diye tanımlıyor ve "ilhamla yazanlar"dan ayırıyor. Kendisi de bir profesyonel olduğundan ve "ben aslında fantastik kitaplar yazmak isterdim, kriminal romanlar değil" derken, doğrudan söylemediği şu: Sanat, içten geldiği için yapılan bir şeydir ve içten geldiği gibi yapılmalıdır. Chandler, pek ünlü olmayan, ama istediğini yazan sanatçıların daha mutlu olduğunu söylemeden de edemiyor. Mesela roman yazmayı herhangi bir fakültede, kursta, veya özel olarak başka bir romancıdan ders alarak öğrenemezseniz -tabii gerçekten orijinal bir sanatçı olmaktan bahsediyor isek. Sanatçı, bu işi kendi kendine öğrenmek zorundadır ve içinden geldiği gibi yapmak zorundadır. Bunu Chandler'den de duymak serinletici, ferahlatıcı, soğuk nar suyu, şarap falan gibi birşey, ama güzel değil…
Sanatın güzellikle ilişkisi de burada başlıyor zaten…
Güzel olan kadının adı Margarita Carmen Cansino. İlk filmlerini Rita Cansino adıyla çevirmiş ve Columbia Pictures'ın şefi adını beğenmeyince, babasının soyadını bırakıp annesinin soyadını almış: Hayworth. Bu muhteşem kadını, iTunes üzerinden aldığım "Gilda" filminde seyrettim, tam bir Film noir örneği ve bir aşk-nefret ilişkisi. Başrollerde birbirini çok iyi tanıyan ve arkadaş olan iki oyuncu var: Glenn Ford ve tabii Rita Hayworth, bu muhteşem kadının "The Love Godess" lakabını alıp Türkçeye "Aşk Tanrıçası" diye çevrildiği film. Basit sahneler, siyah-beyaz, 1946 yapımı. Başrol Humphray Bogard'a teklif edilmiş ve ünlü aktör rolü, "Seyirci Rita'ya bakmaktan beni göremez, o kadar güzel bir kadının yanında oynamak istemem" diye reddetmiş ve işte o güzellik de, "Gilda"da kara sinemanın dehlizlerini aydınlatmış. Filmde "çok ünlü" bir striptiz sahnesi var ki, Hayworth sadece uzun eldivenini çıkarıp dans ediyor -o kadar!
David Hume, daha 18. Yüzyılda, "Güzellik şeylerin kendilerinde değil, onlara bakanların ruhunda olan bir şeydir" demiş. Aşık Veysel de bunu, "Güzelliğin on para etmez, şu bendeki aşk olmasa" diye -muhteşem tarafından- ifade etmiş, ama bu kadın sadece fiziğiyle değil, yaptığı rolle de eşsiz. Sanatçılar güzeli severler (ben bayılırım mesela!) ama işleri sadece güzellik üretmek değildir. Güzellik, sanatın kullandığı önemli faktörlerden sadece biridir. Sanat, insana, hayata farklı bakışlar sunar ve asıl işlevi budur. Hayat, "Sinnfeld" dediğimiz anlam bütünleri katmanları halinde bir varoluş biçimidir ve sanat, bu katmanlar arasında zıplayabilen, insanlara bir anlığına da olsa farklı perspektifler sunabilen ve onların kendi varoluş duygularını genişletmelerine yardımcı olan bir şeydir ve bu anlamda insanın insan olma macerasının vazgeçilmez koşullarındandır. Yani sanat ne ahlakçı kriterlere uyar ne dine saygı duymak zorundadır, ne de gerçeğin korkunç yanlarından kaçar. Bu konu hakkında diğer blogumda birşeyler yazmaya hazırlanırken karşıma Raymond Chandler ve Rita Hayworth çıkmasaydı, bu yazının seyri de belki daha farklı olacaktı. Sanat-manat falan tamam da, güzellik, dünyanın en güzel sorunu! Rita'yı seyredin, mutlaka anlayacaksınız...