İnternet tarihi ve coğrafyası...

Amerikan iç savaşı başlamadan ve General Li kızılderilileri doğramadan önce ilk internet yasağı Afroamerikalı kölelere konmuş. Geçtiğimiz yüzyılda Salif Keita gibi bir müzik dahisi çıkartmış Afroamerikalıların davul ve benzeri vuruşlu müzik aletleri çalmaları yasakmış, zira kendi aralarında haberleşip isyan edilmesinden korkuluyormuş. Korku bâki, ama insan bu, haberleşmeden duramaz…
Çin'de Twitter, Facebook & Co yasak! Ama herkes VPN üzerinden dünyaya ulaşabiliyor. İran'da da öyle ve tabii Türkiye'de de, hem de gizli kapaklı cinsinden -yavaşlatarak- bir internet yasağı var ve burada VPN de pek işlemiyor…
Yenilikleri ya yapmak, ya da karşı çıkmamak gerekiyor, yoksa özgürlük sizi bir yerde aşıyor ve mecburen uymak zorunda kalıyorsunuz. Son Çin imparatoru Pu Yi'nin hayatını anlatan Bernardo Bertolucci filminde (ve tabii asıl Pu Yi'nin yazdığı kitapta) çok güzel anlatılır, genç imparatora gözlük bile taktırmak istemezler, saraylı kadınar bisiklete binmesine şaşırırlar falan. Osmanlı devrinde de, özellikle ilk meşrutiyet döneminde her yeniliğe "Gavur ivadı" ve "günah" diyen bir mollalar sınıfı olmuştur, ama sonra elektrik gelmiş önce Fındıklı'da ve Pera'da, derken istanbul'un diğer semtlerinde parlamıştır, tıpkı ankesörlü telefonun Pera Palas'ın süsü olması gibi…
İşte 1940'lı yıllarda Dünya savaş ateşiyle cayır cayır yanarken Advanced Study in Printon'da biraraya gelen birkaç dahi, yirmibirinci yüzyılın il muazzam fenomeni İnternet'in temellerini atmışlar…
Bilim tarihi, tarih kadar ilginç bir konu ve bugün olağan sandığımız bir çok önemli fikrin nasıl ve hangi atmosterde doğduğuyla ilgileniyor, eh ben de ilgileniyorum…
Bu bir avuç bilim adamı, dünyanın bu en cıvcıvlı döneminde bir köşeye çekilip beyin fırtınaları, beyin kasırgaları estirerek ilk bilgisayar fikrini ortaya attırmışlar ve tabii heyecanları doruktayken mesela John von Neumann, 1946'da, "Bombalardan daha önemli bir şey üzerinde düşünüyorum" diyor. Harıl harıl atom bombası üzerine çalışan bilim adamlarına söylenmiş bir söz ve bu ele avuca sığmaz bilimci dahilerden Alan Turing de bilgisayarın adını ilk kez kullanıyor, hem de bir makalesinin başlığı olarak, "On Computable Numbers". Bu süper matematikçi mantıkçı adam, benim bugün daha çok tercih edebileceğim, ama tutmamış bir de ad koymuş ilk bilgisayara: "Universal machine", evrensel makine. (Gerçi bu "makine" lafını eskiden Sol talebeler "tabanca" kodu olarak kullanırlardı ama olsun!)
Şimdi bu yazının neden yazıldığı konusuna geliyoruz: Bilgisayarı ve ilk internet fikrini konuşup durmadan sigara, pipo ve kahve içen bu akıllı adamların böyle bir fikre nereden ve nasıl vardıkları, işin bam teli oluyor tabii. Ve bunun için en başta, "Anlam" konusu geliyor…
Bazıları, masa başında oturan ve böyle fikirler yumurtlamanın "hiç yorucu olmayan bir iş" olduğunu sanır. Bunlara, "ortalama salaklar" diyoruz ki nüfusları oldukça kalabalıktır. Düşünmek, dünyanın en yorucu işlerinden biridir ve beyin de çok enerji harcar hani -hatta kafa emeği değil kol emeğiyle çalışanlarda bile beyin enerji harcamak konusunda çok bonkördür. İçte bu ahval ve şeraitin bilincinde olan cıva gibi haraketli konuşgan ve düşüngen genç adamlar, "dinlenirken düşünmek" nasıl mümkün olabilir diye düşünmüşler. Yani, "insan dinlenirken, konuları onun yerine düşünüp hatırlayacak bir alet"…
Kim söylemişti hatırlayamadım -ama iPad'im mutlaka hatırlayacaktır, "Doğru soruyu sormak, doğru yanıtın yarısıdır" diye bir laf var. İşte bugün, Kalübeladan beri bilgisayar kullanıldığını sananların çağı, dumanaltı bir odada böyle bir soruyla başlamış. Kitlesel internet anlayışının 1960'lı yıllarda bu fikrin ve birbirine bağlı bilgisayarların kapasitelerinin artacağı fikrinin üzerinde yükseldiğini biliyoruz. Günümüzde internetle de sorunluyuz elbette. Şimdi insanların interneti değil, internetin insanları şekillendirmesi türünden sosyal sorunlarla karşı karşıya olsak da, sorun, ilerlemek demek. Ve zaman, yeni sorular sormanın zamanı...