Yeniden doğan bir kadın...

20 Ocak 1993 günü arabamın radyosundan duymuştum. Geceydi, soğuktu ve Audrey Hepburn ölmüştü. Bazı kişiler, figürler, hayatınızın belli bir dönemiyle özdeşleşir bir parçanız olurlar. Tüm film klasiklerini sistematik bir şekilde seyreden ben, bu kadının kuğu misali zarif, sevimli ve asil haline takılmıştım. O ne BB veya MM gibi seksi, ne de Ingrid Bergman gibi melankolikti, onlardan çok farklı bir pırıltısı vardı ve öldüğü gün onun farkını daha iyi anladığımı hatırlıyorum.
1929'da Belçika'da halivakti yerinde bir bankerin kızı olarak doğar doğmaz, babası Britanyalı olduğundan bu ülkenin vatandaşı olmuş ve daha altı haftalıkken ölmüş. Evet! Çocuğa bir feci öksürük musallat olmuş, nefesi durmuş ve doktorlar onu yeniden hayata döndürmüşler. Hangi dünyada yaşayacağına bir karar verememe hali veya Tanrı'yla pazarlıklar. -Kim bilir!..
Filmlerdeki Audrey'i, Humphrey Bogard'la dans eden Sabrina olarak zaten biliyoruz, muhteşem bir oyunculuk, muhteşem bir güzellik. Truman Capote'nin "Tiffany'de kahvaltı" romanından uyarlama filmine nasıl cuk oturur! O incecik romandan bu kadar güzel bir film çıkarmak, ancak Hepburn ile mümkün olmuştur. Ben onun son dönemlerini, Birleşmiş Milletler'in UNICEF elçisi dönemlerini de hatırlıyorum. 1980'li yılların sonlarıydı ve gene o incecik hali ve kocaman gülücüğüyle Afrika'da çocuklarla görünüyordu, demeçler veriyordu. Apartopar hastalandı ve benim Türkiye'ye yerleşmeye karar verip aynı gün havaalanının yolunu tuttuğum günden sadece beş gün önce öldü. Onun bu kez dünya değiştirmeye hemen karar vermediğini, bu konuda izin çıkmadığını ve iki ay yirmi gün kararsız kaldığını, ameliyatlar geçirip Göğün Kapılarında beklediğini biliyorum. Onun cenaze töreninin hemen akabinde, -aynı günlerdi- Uğur Mumcu öldürüldü. Berbat günlerdi.
Oğlu Sean Hepburn, 2010 yılında bir söyleşide, annesini ve onun giyim konusunda ne kadar tutucu olduğunu anlatırken, "annemin, baldırlarını belli edecek elbise giydiğini hiç hatırlamıyorum" diyor. Eski balet Audrey Hepburn'ün adeleli baldırları varmış. İşte böyle hep gözönünde olan insanların bakıp da asla göremediğiniz özellikleri vardır. Benim gözümden kaçmayan ve kaçması da asla mümkün olmayan, hep gözümün önünde olan, Hepburn'un saç stili. Başının üzerinde büyük topuzlar. Kızkardeşim saçlarını hep böyle yapar. Bu saç stilini kullanmaya ne zaman başladığını hatırlamıyorum ve o da baston yutmuş gibi dimdik yürür.
Audray Hepburn ilk eşinden ayrıldıktan sonra kendini çocuklarına adamak için film kariyerine ara verir ve bir zaman sonra sinemaya olan ilgisini bile yitirir. Sean'ın anlattıklarından, daha sonra bambaşka biri haline geldiğini, adeta yeniden doğduğunu öğreniyoruz. İkinci Dünya Savaşı sırasında ailesini terkeden babasını, Hepburn'un eşi yeniden buluyor ve Audrey ile buluşturuyor. Babasının hissizliğini, Sean unutamamış. Sinemayla ilgilenmeyen ve yeni bir hayata başlayan Hepburn, 1954'de "Roma Tatili" filmindeki rolüyle Oscar ödülü aldı. benim Türkiye'de yaşamaya başladığım 1993 yılında, bir şeref Oscar'ı aldı. Audrey hep yakınımda, filmleri iPad'imde ve tabii yarın Kızkardeşim geliyor!