Adalar vapuru ve iki dünya arasında kadınlar...

Adalarda oturmayı ilk kez, ünlü bir gazeteciyle sahilde sohbet ederken düşünmüştüm. Türkiye ve dünyada da tanınan bu kadın, kiraların hiç de pahalı olmadığını anlatmıştı. O Büyükada'da oturuyordu ve çok da memnundu. Asıl adı Prinkipos olan Büyükada'da, benim sevdiğim ve hiç sevmediğim çok sayıda gazeteci yaşıyor. Burada bakkallardan birine girip gazete almak isterseniz, hoş sürprizlerle karşılaşabilirsiniz. Apoyavmatini, Agos, Marmara, Jamanak gibi Rum ve Ermeni gazeteleri tezgahlarda durur. Hangi gazeteyi Vasillaki Bey'in veya Anahit hanımın alacağı bilinir...
Ben yağmurlu bir Şubat günü burada sokakta, iki kişilik kapalı bir fayton gördüm. Sağlıklı iki soylu at tarafından çekilen koyu yeşil kapalı faytonun küçük pencereleri vardı. Yağmurun altında benden başka kimse yoktu ve sade bir mücevher kutusu kadar güzel bu alet yanımdan geçti. Durup seyrettim. Arthur Conan Doyle'un hikayelerinden fırlamış gibiydi. Bir tek, Baskerwill Köpeği'nin ulumaları eksikti o gün. Sonra sordum soruşturdum, kimse böyle bir fayton görmemişti, kimse bilmiyordu. Açıkçası, hoşuma giden gizemli bir olaydı. Ama yazları Adalar tam bir azaba dönüşebiliyor. Turistlerin Çin ve İran orduları gibi Adaları işgal etmeye başlamasıyla birlikte burası bambaşka bir yer olup çıkıyor...
Buradan vazgeçmek moduna girişim, bir davetten sonra oldu...
Üzerinize fazla düşülürse, sizden sürekli "bu güzellikler"i övmeniz, kafa sallamanız beklenirse, boğulursunuz... Nasıl "akraba zehirlenmesi" diye birşey varsa, "aşırı iyilik" zahirlenmesi diye birşey daha var!..
Ünlü biri olan bu hanımın saray yavrusu üç katlı evi ve vahşi 1920'leri çağrıştıran ev/bahçe atmosferi, hizmetçileri, pahalı porselenlerden çay içmeler, üstünüze titreyen anaç iyiliği... Soğuttu açıkçası...  Küçük burjuva snobların (ve spiess'lerin) hatta dandy tipi hedonist entelektüellerin kendilerini Fitzgerald veya Hemingway gibi hissetmelerine müsait bir atmosfer olduğunu söylemeliyim!..
Adalar, arada uğramak ve belki butik otellerinden birinde biriki gece kalmak şartıyla oturmaya uygun bence, ama yazın turist işgali döneminde yaşamaya pek müsait olmasa gerek...
Hafta sonunda oraya giderken büyük beklentilerim yoktu. Yolculuğun beni ilgilendiren asıl kısmı vapur keyfiydi...
Martılar eşliğinde güzel bir yolculuktan sonra yaşadığım ilk şok, aralarından geçmek zorunda kaldığım yüzlerce başörtülü kadındı. Her biri ayrı renk ve desende yüzlerce başörtüsü!..
Başörtüsüne kesinlikle karşı değilim. Hatta bazı kadınlara yakışabiliyor da. Ama bu kadar zevksiz, alacabulaca ve acaip kumaş desenini bir arada görmemiştim. Aklıma çocukluğumdaki pazarlar, eski masa örtüleri, naylon muşamba desenleri ve bir zamanlar kahvelere takılan perdeler geldi. Ama beni şok eden, bu renk kakafonisi değildi; başörtülü kadınların gözlerindeki soruydu ve o soru şuydu:
"Biz DE güzel miyiz?"
İstanbul'a dönmek için vapur bekleyen kökten-rüküş kadınların hepsi de aslında kendilerince özenerek giyinmişlerdi, ilikler gibi temizlerdi...
"Evet güzelsiniz..."
Ama burada bir kadın sorunu var, başörtüsü sorunu değil...
Daha önce çok yazdım ama tekrarlamaktan büyük bir zevk duyacağım:
Ördek cinsinin güzeli nasıl erkeği ise, insan cinsinin güzeli de kadınıdır. Kadınlar, güzel olmak ve güzelliği anlamak konusunda erkeklerden daha incedir. Detaylara erkeklerden daha çok önem verirler ve bu konularda daha dikkatlidirler. Kadınları kendi hallerine bırakırsanız, kendi içgüdülerine göre davranıp, mutlaka daha kadınsı ve daha güzel olacaklardır -ama kendi hallerine bırakırsanız!..
(Mesela topuklu ayakkabı giyerler, çünkü parmak uçlarında yürüyünce kendilerini daha çekici hissederler. Saçları çok önemlidir. Biçimini değiştirerek hayatlarını bile değiştirdikleri olur, vs.)
Kadınlara yapılabilecek en büyük kötülük, onları din ahlak falan diyerek, kadınsı karakterlerine ters bir şekilde -zayıf erkeklerin sahiplenici mantalitelerine göre- davranmaya ve giyinmeye zorlamaktır...
Başörtülü kadınlar elbette güzellerdi. Ama etraflarında dolaşan şortlu dekolteli başörtüsüz kadınlarla güzellik konusunda yarışmalarının imkansız olduğunu da biliyorlardı. Yani onlar kadar güzel değillerdi...
Bir kadına yapılabilecek en büyük kötülüklerden biri, onun kendini güzel hissetmesine engel olmaktır.
Güzelliğin cinsellikle ilgili birşey olduğunu, her kadın gibi başörtülü kadınlar de biliyorlardı. (Mesela doğanın en güzel yanı çiçekler de cinsiyetle ilgilidirler) Kadınlar böyle şeyleri hiç konuşmamış bile olsalar kendiliklerinden bilirler, o yüzden de genç ve çekici (doğurgan) görünmek isterler...
Bir kadın bu kadınsı özelliği bana şu sözlerle özetlemişti:
"Kadın beğenilmek, arzulanmak ister. Herkese gösterir. Ama sadece bir kişiye, sevdiği erkeğine verir."
Bu çok net bir ifadedir...
Adada, ilk kez dikkatimi çekecak kadar çok başörtülü kadın vardı. Ve bunların hepsi, turist toplulukları gibi birlikte geziyorlardı. Giydiğini yakıştırmış iki türbanlı genç kadınla tanıştım ve beni sevindirdiler, çünkü ikisi de sanatla ilgileniyordu...
(Karikatür kursuna gittiğini söyleyenin gösterdiği çizimler birer felaket olsa da!..)
Adada dikkatimi çeken diğer şey, minimini etekli kadın sayısındaki artıştı. Başörtüsüz kadınların çoğu şortlu veya miniliydi, kıvrımlarını da cesurca sergiliyorlardı. Onlar yalnız, küçük arkadaş grupları veya sevgilileriyle birlikte dolaşıyor, bisiklete biniyor, külotlarının görünmesine falan da aldırmıyorlardı...
Beni şaşırtan ve sevindiren asıl olayı, vapurla İstanbul'a dönerken yaşadım...
Geminin alt katında en arkada, pervanelerin köpürttüğü denizi seyrederken solumda yedi-sekiz çarşaflı kız belirdi. Hepsinin de sadece gözleri ve burunları görünüyordu, bazılarının ellerinde fotoraf makinası vardı. Kendi aralarında fısır fısır konuşuyorlardı. Derken çarşaflı başka biri geldi ve hemen yanımdaki kıza küçücük bir kağıt parçası gösterdi. Bu, cikletlerden çıkan mani veya fal gibi birşeydi. Kız onu fısır fısır okuyup yorumladı, yanımdaki kızın sevinip mutlu olduğunu gördüm. Aralarında erkek muhabbeti yaptıkları belliydi. Sustukları bir anda bodoslama sordum.
"Siz neden böyle birörnek giyindiniz, okul gezisi falan mı."
(O anda aklıma gelen ilk laf buydu malesef -Sorry!..)
"Biz Kur'an kursu öğrencileriyiz, Sakarya'dan geldik."
Eskiden Kur'an kursuna giden kızların sadece bir başörtüsü olurdu. Şimdi çarşafla dolaşıyorlar demek. Kızla daha fazla konuşmak mümkün olmadı tabii. Hepsi Bayan Daltonlar gibi birörnek giyindiklerinden anlayamamışım, arkada çarşaflı orta yaşlı bir kadın bana çok fena baktı. Kendimi bir an tecavüzcü Coşkun gibi hissettim. Berbat bir şey. Ama kolay pes ettiğimi kim söylemiş. Ben kızlara, Heybeli Ada'nın yanından geçerken oradaki Ruhban Okulu'nu gösterdim, ne olduğunu anlattım ve beni hiç yadırgamadan dinlediler. Benim konuştuğum kız çarşafını düzeltirken, pembe camdan yüzüğü dikkatimi çekti. Açılan bileğinde papatyalardan örülmüş bir bilezik gördüm, neşem yerine geldi. Kadınları çarşafa da soksanız, onların kadın karakterini örtemezsiniz, bir yerden görünür...
Onlar kendi aralarında parmaklarıyla Heybeli'yi göstererek fısır fısır konuşadursunlar, sağ yanıma otuzlu yaşlarda üç adam geldi. Bira içmeye başladılar ve "'mına koyiym" lafının zırt-pırt kullanıldığı bir erkek muhabbeti başladı. Bana iyice sokulmuş olan çarşaflı kızlar, benden ve yanımdaki tiplerden uzaklaştılar. İşte o zaman ilginç bir hikayeye kulak misafiri oldum. İçlerinden en iriyarı olanı diğerlerine şöyle birşey anlattı:
"Ben askerden geleli üç gün olmuş. Motora bindik, bir dalga ki görme, kıyamet 'mına koyiym!.. Derken motordan bir kadın denize düştü. Ben bağırıyorum kaptana 'Dur lan' diye, bu devam ediyo... Adam, kadının düştüğünü duyunca, denize sanki elma düşmüş gibi, hiç tınmadı, 'Ha iyi' falan dedi. Sonra mecbur geri döndü. Ben motorda asılı can simitlerinden birini kaptığım gibi atladım..."
"Hadi lan!.. Vallaha mı?"
"Tabi lan. Motor bas geri yaptı. Ben atladım denize. Simit var. Yoksa karı beni dibe çekip boğar bakarsın..."
"Sonra?!.."
"Kadını çıkardık, baygın... Islak elbiselerle donuyodum. Kadın ayıldı, teşekkür etti..."
Bu yazıda kıssadan hisse şudur:
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir...
Ya da daha doğru bir Türkçeyle:
Görünüşe aldanma, önyargılı olma ve insanlara güven...
Vapurdan, kafamda bu son sözle indim. Beşiktaş sahilinde, yolculuğun üzerine birşeyler içmek için güzel bir birahanede durduğumda, tıklım tıklım dolu mekana türbanlı çok güzel bir kız girdi. Tırnakları yeşil ojeli hızmalı ve makyajlıydı. Erkek arkadaşıyla masaya oturduktan sonra iki hareketle türbanını çıkardı...
Kestane rengi saçlarını iki yana savurup düzeltirken, ben şaşkın şaşkın ona bakıyordum!..
Kendimi biriki dakika sonra ancak toparlayabildim...
Kadehimi kadınların şerefine kaldırıyorum!