Çorlulu Ali Paşa Medresesinde şamanlar...

Son zamanda yeni bir alışkanlık edindim. İstanbul'un bazı yerlerine ve mekanlarına Türkiye dışında yaşayan yabancı dostlar için gidiyorum. Fotoraf film falan da çekip Twitter üzerinden yayınlıyorum. Bu "eylemler"den ilkini Büyükada'da geçen hafta gerçekleştirdim, dün de tek başıma Çorlulu Ali Paşa kahvesindeydim. Başka nedenlerim de vardı elbette. Bir kere burası, benim bildiğim hem en ilginç hem de en garip mekanlardan biridir İstanbul'da. Buradaki Kahvede neden en iptidai sandalyeler kullanılır, orada satılan halıları nargileleri falan kim alır bilmiyorum. Dekorasyonu da oryentalist olmaktan ziyade üst üste bindirilmiş yılların "birikimiyle" oluşmuş bir kendiliğindenciliği sergiler. Ama buradaki atmosfer başka hiçbir yerde yoktur. Zaten burayı sevmemin nedeni de bu.
Çorlulu Ali Paşa'nın 1700'lü yılların başında yaptırdığı bina ve avlusu, benim bildiğim en huzurlu mekanlardandır. Mekana hakim olan huzur atmosferi, 1970'li yıllardan beri kesintisiz çalışan elemanları, havada uçuşan külü, kömür sıcağı, nargile fokurtuları ve kedi yavruları tarafından korunur. Kahveye girerken içinden geçtiğiniz eski mezarlık da buraya kasvet yerine ulvi bir derinlik katar. Üniversite de yakın olunca, etrafınızdaki sohbetler de ilginçleşir elbette. Ben burada, hal ve tavırlaından öğretim görevlileri olduğu anlaşılan dört kişinin sohbetine kulak misafiri oldum. Çayımı yudumlayıp etrafı keserken, onlar da Sibirya şamanlığını konuşmaya başladılar ve benim bütün kitaplarını okuduğum Mircae Eliade'den, Claude-Lévi Strauss'dan falan bahsettiler. Bu Strauss yüzünden bir kızla laf dalaşına girmiştim -unutmadığım bir anı (çünkü kız çok güzeldi!).
Ben Strauss denen adamın faşistin ırkçının teki olduğunu bilmiyordum. Ondan alıntı yapınca, iyi bir zılgıt yemiştim Frankfurt üniversitesinden uzun saçlı bir kız "yoldaş"tan!
Adamların sohbetinde beni en heyecanlandıran olay, bir zamanlar dünyanın dört bir yanından getirtip okuduğum kitaplardan hatırladığım anektodları anlatmalarıydı. Zaman yolculuğu gibi oldu birden. Benim okuduğum eski kitaplar, Birinci Dünya Savaşı sırasında veya hemen sonrasında özellikle Sibirya'da dolaşıp göçebe halklardaki şamanî/Toyonist pratikleri ve anlatılan söylenceleri vs. yazan Rus ve Avrupalı Antropologların veya Etnologların notlarından derlenmiş kitaplardı. Mesela bir Buryat şamanının, yeteneklerini göstermek için, Avrupai genç bilimcilerden birinin gözü önünde, fokur fokur kaynayan bir kazana nasıl girdiği ve birşey olmadan nasıl çıktığı gibi ayrıntılar hâlâ aklımda. Sohbet, şaman davulunun neden genellikle sedir ağacından yapıldığına falan gelince heyecanlandım açıkcası. Bu konuların Türkiye'de pek konuşulmadığını, ilgilenilmediğini, son İslamcılaşmadan sonra da belki tamamen unutulduğunu düşünmüştüm. Gerçi anlatan kişi bunlara kendi yorumunu da kattı ama kimse itiraz etmedi.
Şaman davulu, çalan tarafından bir tür at veya geyik olarak düşünülür. Üzerine binildiği farzedilir (vizyonuyla) ve ruh yolculuklarına çıkılır. Anadolu'daki Geyikli Baba gibi erenler de bu geleneğe yaslanırlar mesela. Burada trans olan ve davul çalan şamanların benzerini, benim Urfa'da iki yabancı dostumla katıldığım Rufai ayininde görmüştüm. Dostlarımın deyimiyle, bizim emrivakî yapıp katıldığımız gizli ayinden sağ çıkmamızı, şeyhin ayin sırasında (dürüstlüğümüz konusunda?) "ikna" olmasına borçluyduk! Yoksa adamın tutumu, bizim oradan çıkmamamız yönündeydi, çünkü ayin gizliydi ve bizi oraya sokan Naqşi'yi de doğduğuna pişman etmişti. Şeyh, bizim boş turist tipler olmadığımızı, ayin sırasında bir şekilde "anlamış" olmalı! (Sonra iyi davrandı)
Şamanlarınkine benzer bir davulu birlikte çalıp, ekstaz durumuna ulaşıyorlardı ve o zaman "Hay hay hay hay" diye çığlıklar atıp kendilerinden geçiyorlardı. Bu dervişlere Almanca "Heulenden Derwische" diyorlar -19'uncu yüzyıldan kalma eski bir terimdir ve "uluyan derviş" demektir.
Hiç beklemediğim bir anda eski Toyonist Kültür hakkında iyi bir sohbet dinlemek beni hem şaşırttı hem de Çorlulu Ali Paşa kahvesini neden sevdiğimi hatırlattı. Burada, her zaman böyle şaşırtıcı sohbetlere tanık olmuşumdur. Sohbete katılıp, kurdukları atmosferi bozmak istemedim. "Nasılsın iyi misin muhabbeti" saçmalığıyla konuyu ve ortamı dağıtmak istemedm. Bu tip derin Sibirya sohbetlerine Türkiye'de, bir de Beyoğlu'ndaki Simurg'da şahit olmuştum. Orada da birilerinden Tunguzları dinleyip, "Şaman" sözcüğünun aslında Tunguzca olduğunu öğrenebilirsiniz. Kitapçı Simurg'un kedilerini dünyaya tanıtmak benim için nasıl bir küçük şerefse, dün Çorlulu Ali Paşa'nın tıfıl kedilerini -bu kez sadece tanıdığım yabancı dostlarıma- tanıtmak da minik ve sevimli bir şeref oldu.
Şimdi birkaç dost, çok uzaklardan Çorlulu'ya gelip oradaki havayı teneffüs etmek istiyorlar -hem de o bıdıklar büyümeden!

(Not: Rufai ayininin yaşandığı şehrin adı, cemaate ve şeyhine saygı, gizlilik nedeniyle bu yazıda değiştirilmiş olabilir)