İnsanın aklına önce, Birleşmiş Milletler'de konuşma yaparken ayakkabısını çıkarıp, sözlerine sert bir "anlam" yükleyebilmek için çekiç gibi kürsüye vuran kel kafalı antistalinist Rus lider Nikita Kruşçov geliyor!..
Bu o değil. Buradaki Nikita, yetenekli güzel bir kadın tarafından oynanan kurgu bir Nikita...
Sinema oyuncusu Anne Parillaud, aslında avukat olmak istemiş ama sinema oyuncusu olmuş (hem de ne oyuncu!)
Parillaud, Nikita rolüyle 1990'da César ödülü aldı. "En iyi kadın oyuncu." Filmin rejisörü Luc Besson'dan bir kızı var. Şimdi, ünlü müzisyen Jean Michel Jarre ile evli.
İnsan bir yere kadar kör bir mahluk. Birini bir filmde farkediyorsunuz -hem de o kendini sizin gözünüzün içine sokuyor. Kimmiş diye bir sorup soruşturuyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki sizin önünüzden birçok filmde arz-ı endam eylemiş ama siz onu değil bir başkasını -tabii başrol oyuncusunu- izlemişsiniz. Bazı önemli detayları iki kere bakmadan göremiyorsunuz. Bu görünmezlik büyüsünü sorgulamadan, daha büyük asıl büyüyü de gözden kaçırıyorsunuz: Asıl başrol oyuncularını...
Luc Besson'un hiçbir filmini kaçırmayan biri olarak, "Nikita"sını da gördüm elbette. Şimdi bir kaç gündür iPad'imde ve filmi yeniden seyrettikçe, başrolü oynayan Anne Parillaud'a yeniden hayran oluyorum ve filmdeki ayrıntıları seyrediyorum. Ruhen tamamen bitmiş vahşi bir genç kızın, devlet adına çalışan bir tetikçiye dönüştürülmesini anlatan film, Fransızların "Cinema du Look" tarzının bence en iyi temsilcisi Luc Besson'un Fransız-İtalyan ortak yapımı. "Nikita"yı (1990) yerden yere vurmak da mümkün. Çünkü bu filmi siyasi açıdan eleştirmemek hiç mümkün değil. Filmde devlet adına acımadan adam öldüren tipler bir yana (onlar çok filmde var zaten), mahkeme kararıyla resmen "öldü" gösterilen bir kadının yaşayıp yaşamayacağına karar veren bir "hakim" var mesela. Daha da derin ve pis bir devlet! Film, ahlaki/etik açıdan da sorunlu. Bu tür filmlerde görülen bir şey aslında, ama buradaki biraz daha "ileri" boyutlarda...
Filmde, bütün bunları gölgede bırakacak kadar güzel bir şey var: Nikita...
Hapse girdiğinde, evsizler gibi salaş, pis, pasaklı, erkek gibi hareket eden, gözünü kırpmadan laf olsun diye adam vuran, yarı-deli, beyni uyuşmuş bir kadın görüyorsunuz önce. Sonra bu yaratık, yavaş yavaş insanlık ve kadınlık öğreniyor.
(Kadınlığı da, bir zamanlar Fransız sinemasının en güzel kadınlarından güçlü oyuncu Jeanne Moreau'dan öğreniyor!)
Ona bu kapıyı açan kişi, "gereğinde" onu vurmaktan bile kaçınmayan Bob, üst düzey bir Fransız ajanı. Nikita'daki kaliteleri görebilen adamı oynayan Tchéky Karyo, son zamanda en dikkat çekici Fransız aktörlerden biri bence. Yılan gibi soğuk, gizemli tipleri iyi canlandırabiliyor. Nikita'nın "iflah olmaz" gibi görünen vahşi karakterindeki üstün yanları keşfedip/sezip, onun zorla da olsa eğittiriyor ve adam edilmesine (yani 'kadın edilmesine') çalışıyor. Bu yolda elinden geleni yapıyor, ölüm-kalıma karar veren hakime de Nikita için kefil oluyor.
Nikita, hayata tutunuyor. Hatta ajan olarak serbest bırakıldıktan sonra, alışveriş yaptığı market'in kasiyerine aşık olup onunla mutlu bir hayat da kuruyor kendine -ama her an operasyona hazır olmak koşuluyla.
Ben filmi yeniden seyrederken, bu kez bambaşka duygulara kapıldım ve bir benzerliğin farkına vardım...
Diğer hikaye şöyle:
Gene böyle vahşi biri, Takezo adında bir Japon, ele avuca sığmaz bir genç. Arkadaşıyla gittiği bir savaştan sonra köyüne yalnız döner. Ama o savaşı kaybeden ordunun askeri olduğundan ve köyü de galiplerin kontrolüne geçtiğinden, saklanmak zorundadır. Savaşa birlikte gittiği arkadaşının annesine gizlice yaklaşıp, oğlunun ölmediğini söyler. Kadının diğer sorularını yanıtlamaz. Konuşmamasının nedeni, arkadaşının köye dönmek istemediğini annesine söyleyememesidir. Arkadaşı, köyde onu bekleyen nişanlısına dönmeyip, savaş bölgesinde sığındıkları bir evin yılışık kızıyla evlenmiştir ve korkağın tekidir. Takezo, arkadaşını korumak ve onun ailesini utandırmamak için, gerçeği gizler. Takezo'nun korkak arkadaşının annesi, bu vahşi genç adamın yalan söylediğini anlar ama nedenini bilmediği için onu evine çağırır. Ne zamandır doğru dürüst yemek yememiş ve yıkanmamış Takezo, daveti kabul eder ama bu bir tuzaktır. Kadın Takezo'yu ihbar eder. Ele avuca sığmayan çırılçıplak Takezo, onlarca askerin elinden kurtulur, birçoğunu yaralar, öldürür ve gerçeği de açıklar: Arkadaşı korkağın tekidir, nişanlısına dönmeyip başka bir kızla evlenmiştir. Takezo'nun arkadaşının annesi, bu kez intikam almak için elinden geleni yapar. Köyün Beyi de Takezo'yu yakalamak için büyük bir köylü birliği kurar, köylüler üzerinde baskı uygulayıp, Takezo'nun tez yakalanmasını emreder. Ama Takezo her seferinde köylülerin ve askerlerin elinden kurtulur, her seferinde ardında yaralılar ve ölüler bırakır.
İşte burada Takhuan devreye giriyor.
Bir Zen rahibi olan Takhuan, koca bir ordunun zaptedemediği Takezo'yla sadece konuşmak için ormana gidiyor, yanına da Takezo'nun arkadaşının eski nişanlısını alıyor. Bu bedbaht kız, sırf eski nişanlısının annesinin despotluğundan ve yalnızlıktan bunaldığı için rahibin yakınında. Nişanlısı hakkındaki gerçeği öğrendikten sonra Takezo'ya yakınlık duymaya başlıyor. Takhuan ve kız ormanda ateş yakıp yemek pişiriyorlar. Takhuan kızdan flüt çalmasını istiyor ve tabii Takezo, yemek kokusu ve müzik sesinin yanına kadar sokuluyor.
İşte beni en çok etkileyen, hikayenin bundan sonrası...
Takhuan, hırpani kılıklı öfkeli ve vahşi Takezo'yla bilgece bir tartışmaya girip onu teslim olmaya ikna ediyor ve bağlayıp paşa paşa köye getiriyor. Onu hemen öldürmek isteyen köyün Beyine de valiyi iyi tanıdığı "lafını" anlatıp, Takezo'nun öldürülmesini önlüyor, ama tutsağına, "Seni nasıl yakaladım ama" deyip onu feci halde kızdırıyor ve aşağılıyor. "Sakinleş, aklın başına gelsin" deyip, Takezo'yu, köyün mabedinin önündeki ulu bir ağaca sırtından asıyor ve Takezo asılıyken onunla konuşmaya, aşağılamaya devam ediyor. Takezo, "Beni öldür daha iyi, ama böyle aşağılama" diyor ve Takhuan'la son diyaloğunda "yaşamak isteğini" söylüyor. Takhuan'ın son sözü de şöyle oluyor: "Bak nasıl yumuşadın. Orada sallan, yarın seni indirip kafanı keseceğim."
Takezo o gece hayatın güzelliğini farkediyor ve Tanrı'ya serbest kalmak için dua ediyor. Hiç olmadık birşey oluyor ve arkadaşının eski nişanlısı onu ağaçtan (ellerinin parçalanması pahasına) indirip kurtarıyor, birlikte kaçıyorlar.
(Bu kaçıp kurtulma olayını Takhuan'ın "örgütlemediği" ne malum?!)
Takezo kıza aşık oluyor. Kız zaten onun yanından ayrılmamak için yalvarıp duruyor. Yakalanırsa köylüler onu mahvedebilirler. Takezo, kızdan ayrılmıyor ama ona doğru dürüst bir hayat sunamayacağı için ona dokunmuyor.
Takhuan onu yeniden buluyor. Takezo, bir saldırıda sevdiği yakalandığı için berbat bir halde. Rahibe ikinci kez güveniyor. Takhuan, Takezo'yu bu kez, "saklanabileceği" bir yere götürüp bir odaya kitleyiveriyor. Takezo ancak o zaman bir kalenin kulesine kapatıldığını anlıyor. Yırtınıyor, çırpınıyor, sövüp sayıyor ama dışarıya çıkmasının mümkün olmadığını anlıyor. İşte o zaman etrafına bakınıyor ve odasının içinde bir yığın kitap olduğunu görüyor. Sonra dışarıdan, rahip Takuan'ın sesi geliyor:
"O kitapların hepsini okuyacaksın, hepsini öğreneceksin."
Şimdi sıkı durun.
Bu hikaye gerçek. Takezo, Japonların efsane savaşçısı Miyamoto Musashi'den başkası değil. Miyamoto köylülerinin yakalayamadığı deli oğlan!..
Yukarıdaki ayrıntılar, onun hakkında yazılmış biyografik bir romandan alınma. Eiji Yoshikawa'nın bin sayfalık dev eserini, bana yabancı bir arkadaşım hediye etmişti. Kitap yıllardır, elimin altında durur. Ayrıntılar şaşırtıcıdır ve tabii kurgu da vardır işin içinde.
Birçok romana ve filme konu olan Musashi'nin benim için en dikkat çekici yanı, Türklerin ünlü savaşçı dervişi Sarı Saltık gibi tahta kılıç kullanmasıdır ve ileri yaşlarında, ustura gibi keskin Japon kılıcı kullanan hasımlarının karşısına tahta kılıçla çıkıp, istisnasız hepsini gömmesidir.
Takhuan, Takezo'nun kibrini çatır çatır kırıp, o malzemeden nasıl bilge bir savaşçı yarattıysa, Bob da vahşi Nikita'dan savaşçı mükemmel bir kadın yaratıyor. Ne kadar kötü görünürse görünsün, ne kadar vahşi olursa olsun, her insanın iyi yanlarına hitab ederek ve iyinin gücüne güvenerek onu dönüştürmenin mümkün olduğunu gösteren iki güzel hikaye. Hele Takezo'nun hikayesinin gerçek olması çok önemli.
Bugün, gelişigüzel adam öldüren vahşi Takezo'yu değil, Miyamoto Musashi'yi ve onun kitabı "Gorin no Sho"yu (五輪書 / Beş Halka Kitabını) hatırlıyoruz.
Ben onun, iki kılıcı aynı anda kullanmak üzerine kurulu "NiTen İchiryu" / 二天一流 (Çifte Gökyüzü) tekniğini de unutmuyorum.
Nikita'nın Musashi'ye benzer savaşçı yanını, gene Musashi'nin sözlerinde bulabiliriz: "Düşmanına bütün imkanlarınla/herşeyinle saldır." İki kılcı birlikte kullanmanın mantığı da budur. Burada, sonuç almayı esas alan, kuralları takmayan bodoslama bir yan vardır. Nikita da kuralları takmayan, hınzır bir kadın. Gücü de, sonuca odaklanan yanından geliyor.
Bu iki örnekte de asıl gizli güç, asıl başrol, Takhuan tarafından temsil edilen, arka plandaki iyinin gücüdür (Bob da 'iyi' bir rol oynuyor ve Nikita'ya Takhuan gibi "ihanet" etmek pahasına, onu 'kadın ediyor'. Ama o, zen rahibi gibi temiz ve bilge biri değil).
Görünmeyen, arka planda duran, alçak gönüllü, akıllı, cesur ve kendinden umulmayan bir güçtür iyinin gücü ve önüne çıkan herşeyi dönüştürür. (Gereğinde dünyasını bile "değiştirerek!")
Musashi'nin muazzam kılıç ustalığı ve düellolarını herkes bilir, ama onu daha Takezo iken, -bir ordu askerin bile yakalayamadığı dokunamadığı vahşi Takezo iken- iple, sopayla, sözle terbiye edip aşağılayan rahip Takhuan'ı ve bu onun tarafından şıpınişi (hem de iki kere) yakaladığını kimse bilmez. Nikita filminde de, güzel Anne Parillaud ve onun muhteşem oyunculuğuna kapılırsanız, Bob'u göremezsiniz. O daima oradadır ve Nikita'nın ölümcül haşarılıklarına, kendini göstermeden gülümser ve sadece "gereğinde" müdahale eder.