Sabah şenlikleri kutlu olsun!..

Sabahı "şenlendiren" olaylar, erken başladı...
Sabah kalktığımda Boğaz öyle bir ışığa bürünmüştü ki, karşı kıyı ancak aydınger kağıdının altından görünen resimlere benziyordu -hayal meyal...
Son günlerin iç bayan karanlık havasından sonra insan hemen inanamıyor. Eşşek kadar bir tankerin fotorafını çektim ve evden uça uça çıktım...
Dün gece erik çiçeklerinin kokusu başımı döndürmüştü, bu kez pür ışık, Güneşin yakmayan aydınlığı başımı döndürmeye devam etti. Gazetelerimi, sadece masa süsü olarak kullanmaya başladım (süs mü?!) yani alışkanlık işte, hemen kurtulmak zor oluyor. İnsan gazete okumadan kahvaltı edemediği yılları ardında bırakmaya başladıysa, bir hayattan diğerine yumuşak geçiş yapmayı tercih ediyor...
"Aaah hoşgeldiniz efendim. O masa sizsiz boş kalıyor..."
(Hayırdır işşşallah!)
Sık sık kahvaltı ettiğim restoransı Café'nin sahibesi, masamın üzerindeki kitaplara eğilip bakarken, bir taraftan konuşmaya devam ediyor...
"Sizin gibi entelektüel insanları burada görmek..."
(Ne entelektüeli kardeşim, şimdiye dek iki saniyeyi aşan diyaloğumuz olmamış, iki kitap gördüğün için mi!..)
O zaman saçlarını farkediyorum. Renkleri değişmiş, tırnaklar özenle ojelenmiş, elbisesi de saçlarına uygun, bal rengi. Hafif makyaj...
Karşımda iltifat bekleyen bir kadın var, ama sorun şu. Ettiği bunca laftan sonra iltifat edersem, beni kimbilir kimlerle kıyaslar!. Olayı birkaç "Teşekkür ederim"le atlatmaya çalışıyorum. Ama hemen benim "sevdiğim" laflardan birini ediyor:
"Ben de okumayı çok severim!"
("Yemek yemeyi çok severim" gibi bişiy! Ne seversin? Portakallı ördek mi, sushi mi, hünkar beğendi mi,  kapuska mı -ne?!)
Sonra kitaplarımı mıncıklıyor...
"Türkçe değiller galiba."
(Gözlerine inanamıyor mudur nedir!)
Kahvaltıdaki bu hoşluktan ve kapıya kadar uğurlanmaktan sonra, bu havadan kurtulmak için önüme gelen ilk Süpermarkete dalıyorum. Şimdi birşey almak lazım. Meyva-sebze reyonuna dalıyorum.
"Abla sen şimdi Tokatlı olduğun için benim yengem oluyon. Ahmet Abi bizim oralı biliyon mu."
Ben sıradayım ve adam meyve-sebze tarttırmak isteyen herkesle şu muhabbeti yapıyor:
"Teyze sizde Sivaslılık var mı?", "Abim kesin Rize". Bana:
"Siz Trabzonlu musunuz?"
"Hayır Wertheim'lı."
"Nereli?"
"Wertheim'lı."
Orada durdu... Allahtan!..
Bu badireyi de atlattıktan sonra gazetelerim ve kitaplarımla güle oynaya yürürken, karamel renkli giysileriyle -zengin olduğu her "halinden" belli altmış yaşlarında biri, şoförü olduğu anlaşılan bir adamla konuşuyordu. Böyle bir "sohbet"e, tanıdık bir profesörün kendi şoförüyle yaptığı başka bir zaman da tanık olmuştum. Adam şoförüne kendini anlatıyordu! Evet! Böyle bir şeye ihtiyacı olan bir insan türü mevcut...
"Ben şunu şunu yapmış adamım. Orada ne hakla bana..." gibi bir cümle kurarken, -daha lafı bitmeden- şoförü de başını sallayarak, "Evet, tabii" gibi şeyler söylüyordu. Yanlarından geçerken farkettim, adam alenen karemel kokuyordu. Parfüm falan tamam da bu da fazla! Saçıyla birörnek elbiseden sonra, elbisesiyle birörnek parfüm kullanan birini görmek, Türklerin "uyum" konusundaki anlayışlarını düşünmeye gark etti bendenizi!..
(Sizi etmedi mi?!..)
Bu acaipliğe teğet geçerek ilerlerken, on adım kadar sonra uzuuun bir limuzin gördüm. İnanmayacaksınız, adamın elbisesi ve parfümü gibi "paramel" rengindeydi. Evet adamın arabasıydı. Bir Chevrolet. Ama kaldırıma çıkarak parketmişini görünce, daha bi yadırgıyorsunuz. Arabanın kuyruğuna yakın yerde durup arabayı süzen yaşlı bir adam bana bodoslama sordu:
"Bu nasıl araba ya? Sen böyle bişey gördün mü 'mına koyiym?!.."
Ne dediğimi hatırlamıyorum, "Haa", "Hıı" gibi birşeydi galiba, ama gülmeye başladım. Adam da güldü ve arabaya bakıp küfre devam etti.
"Ulan hangi ibne gavur yapmış bunu bu kadar uzun?!"
Karamelli adam kafasını çevirip baktı, ama adamı görmedi. Öyle insanları hiç görmediği belliydi. Ben yoluma devam ettim. Gün çok güzel başladı yani -anlayacağınız!..