Friedenauer Presse adında bir kitap formatı...

Taş baskı. Veya litografi...
Bilmem hiç gördünüz mü. Kireç taşı üzerine özel bir tip yağlı mürekkeple çizilmiş şeylerin basılma tekniğidir. Bu teknikle basılanlar bence sanat eseri kategorisine girer. Türkiye'ye 1831'de giren bu teknik, 19'uncu yüzyılın en yaygın baskı tekniğiymiş. Bunun iyi tarafı, inanılamayacak kadar ince işlerin çıkarılabilmesi ve bu teknikle basılan -mesela- resimlerin, bugünün sanat camiasında "orijinal" sayılmasıdır. 1798'de Avusturyalı Alois Senefelder tarafından icad olunmuş. Basılı eserlerin iyice yaygınlaşıp günlük hayata derinlemesine nüfuz etmesi olayının başlangıcıdır taş baskı. 
Sanatçıların atölyeler kurup resimlerini taş baskıyla çoğalttıkları 1980'lerin Berlin'inde, bu baskılardan her biri bir orijinal muamelesi görüyordu ve galerilerde satılıyordu. Bir zamanlar piyasada bu kalitede kitapların dolaştığını bir düşünün. İstanbul'un sahaflarında da, eski zamanlarda basılan ve inanılamayacak kadar güzel görünen eski sayfalı böyle kitapları bulabilirsiniz -ama satın alamazsınız! (çünkü çok pahalıdır) Yüklü miktarda paraya kıymanız gerekir.
Taş baskı tekniğinden çok daha eski olan, Avrupa'da bilinen adıyla Chalkographie/Engraving, yani "Bakır üzerine iğneyle resim yapmak ve basmak" tekniğidir ve bu teknikle çizilen ilk karikatür örneklerinin, 19'uncu yüzyılın dergilerinde gazetelerinde boy gösterdiklerini biliyoruz.
"Bu tekniklerle basılan kitaplarda can vardır!"
(Galiba en iyi bu sözlerle ifade edebilirim)
Bugün bu tekniklerle basılıp çoğaltılan her eserin her nüshasının 'orijinal' sayılmasınnın nedeni de bu olmalı. Bu tekniklerin kullanıldığı eski eserleri, resimleri, haritaları elinize aldığınızda, bunların ne kadar özene bezene yapılmış ne kadar özel şeyler olduklarını, seri prodüksiyon ve sadece kâr amacından uzak olduklarını hissedersiniz. Günümüzün ofset tekniğiyle basılan piksel bazlı kitaplar anonimdirler ve bir obje olarak her bir kitabın kendine has karakteri yoktur, onlar birer ürün, birer metadır sadece. Eski zamanların kitapları gibi canlı, ölümsüz değildirler. 
Sahaf müdavimlerini oralara çeken, sadece kitap kokusu, merak ve taş baskının özgün kalitesi değildir elbette. Sahafta duran kitap, tarihin çemberinden geçmiş ve elenerek günümüze kalmış bir öz, bir tortudur. Sadece içeriği ve kokusu şekli değil, ruhu da önemlidir bu nedenle...
Sahaflardaki o pahalı muhteşem kitapları karıştırırken, estetiklerine de çok önem veren biri olarak, kitapların kağıtlarına, kağıdın o sepya rengine, sayfa numaraları yanında yer alan minik forma sayılarına, kitaba düşülmüş gizli notlara, arasına konmuş eski ayraçlara, ayrıntılara, ciltlenme tekniklerine, kitapların dışına kaplanan bezin kalitesine falan da bakardım.
Sonra birden bir gün...
Berlin'in tarihi semtinden birinde, yeşillikler içinde küçük bir butik kitapçıya düştm v orada birşey keşfettim.
İncecik tahtadan yapılmış özel bir kitap rafçığında, eski kitapların optik ve içerik özelliklerinin çoğuna sahip, incecik yeni kitaplar duruyordu. Birileri üşenmeyip, eski zamanların ruhunu yeniden üretmişti.
Normal kitaplardan daha büyük boyutlarda, ciltsiz, en fazla otuz-kırk sayfalık kitaplardı bunlar ve her biri bir sanat eseri kadar güzeldi. 19'uncu yüzyıl sonu ile 20'inci yüzyıl başında bir zamanda basılmış gibi duran, son derece zevkli kapak tasarımları olan, eski kitaplar gibi kalın sepya parşömen kağıda basılı, içinde taş baskı gibi illüstrasyonları falan olabilen, kenarları kesilmemiş kitaplardı. Bunun anlamı, çocukluğumda Türkiye'de gördüğüm, sayfalarını çakıyla keserek açmak gerektiren kitaplardı. Kısacası, okumak için satın almanız gerekiyordu (-yoksa ben bunları daha kitapçıda, ayaküstü okurdum mesela).
Kitapları keşfedebilmiştim, çünkü Berlin kitçılarına benimle eşzamanlı olarak, 1983'te düşmüşlerdi!
Friedenauer Presse yayınlarının kitaplarıyla, kiremit taşından yapılmış eski bir binanın zamin katındaki o şahane kitapçda tanıştım ve Freidenauer Presse'nin bazı kitapları, uzun süre kütüphanemin süsü olarak kapakları görünür vaziyette en güzel köşelerde sergilediler.
Yayınevi 1963'de kurulmuş ve 1971'e kadar otuzaltı kitap yayınlamış. Ben o kitaplarn hiçbirini görmedim. Ama 1983'den sonra yayımladıkları tüm kitaplarını takip ettim. Bir ara, kitapçıların kalitesini ölçmek için Friedenauer Presse kitapları satıp satmadıklarına baktığım, satmayan kitapçılara uğramadığım bir dönem de oldu! Yayınevinin 2002'de "Antiquaria, kitap kültürü ödülü", 2006'da da "Kurt-Wolff" ödülü aldığını belirteyim. Gerçi ödüller o kadar da önemli değillerdir bu alanda, ama Kurt-Wolff ödülünün verilme nedeni, burada anılmayı gerektiriyor: "Yayınevi, kitaplarına bir Fisiyonomi (Physiognomie) kazandırdığı için bu ödüle layık görülmüştür." -yani bir karakter yüzü kazandırdığı için...
Bu çok önemli bir gerekçedir.
Yayınevinin aynı seriden hangi yazarları yayınladığıyla -açıkçası ilk başta hiç ilgilenmemiştim. Kitapları da okumak için değil, seyretmek için alıyordum. Ama yayınevinin yazarları genellikle hiç tanınmayan ve satış riski içeren eski (ve nisbeten yeni) yazarlardı. Ödülün gerekçesinde yayınevinin bu cesareti de övülüyor elbette. Şimdi yayinladıkları son kitaplarından birine bakınca, gene sayfa sayısı dikkatimi çekti. August Strindberg'in "Vom Meer" adlı otuziki sayfalık kitabında üç kısa öykü yer alıyor. İsveçli yazar 1912'de hayata veda etmiş. Sandhamn'da telgraf memur yardımcısıyken yazdığı seyahat notları, zamanın dergilerinin ilgisini çekmiş. Strindberg, doğaya yeni bir bakış tarzı geliştiren biri ve kitaptaki öyküler de bu özelliğini yansıtıyorlar. Telgraf memuruyken yazar oluşunun öyküsü, bu öykülerle başlamış.
Yayınevi bu incecik muhteşem kitaplar serisini sürdürüyor ve bildik usulde kitaplar da basıyor elbette. Eskiden basardı ve ben onları özellikle görmezdim, -şimdi de görmeyelim ve o incecik kitaplarını bağrımıza basalım...