Masum bir yalanın üzerine yeni hayat inşa etmek

Almanya'da yaşarken en büyük derdim, sürekli karanlık bulutlu havalar ve çipil çipil sokaklardı. Göğün mavisine alışmış İstanbul ahalisi için pek de kolay bir durum değil, ama alışılıyor. Güzel kaçışlar örgütleyebiliyorsunuz. Çok daha zor zamanlarda, savaşın acıtıcı gerçeklerinden kaçış yolu bulmak hiç de kolay olmuyor. Gerçi hayat dolu biri olmak, hayatın size iyi ve cömert davranması için gizli kapaklı bir nedendir. Hani ne derler, ölü ölüyü diri diriyi sever. Hayata pozitif bir yerden bakmayı her şart altında kolay olmasa da, bunu başaranları hayat ödüllendirir.
    Orta Almanya'nın karanlık yağmurlu havasını solurken bir taraftan da yıl 1940 yılı falan gibi bir dönemde yaşıyor, savaşın kısa zamanda biteceği ve karabasandan kurtulanacağı ham hayaliyle avunmaya çalışıyorsanız, beklemenin ve sabrın her zaman iyi bir şey olmadığı fikrini atlayabilirsiniz. Hayat, yaşayabileceğe yere gitmeyi seçer. Hareketsiz sanılan bitki örtüsü bile yapar bunu. Bir yerde yaşaması güçleşirse başka yerde yeşerir, insan neden bir yere saplanıp kaldın. Kütü bir duruma, ancak düzeleceği konusunda somut beklentiler varsa katlanılabilir, sadece belirsizlik ve bol boş umut varsa katlanılamaz.
    İşte yirmi yaşındaki Erhart da karanlık havalara dayanamamış ve aydınlık bir yerlere gitmek adına askerlik dairesine gidip, kuyruklu bir yalan atmış:
    "Ben Rumca tercümanım, beni Yunanistan'a, askerlerimize tercüman plarak gönderin, gönüllüyüm."
    Yunanistan'ı işgal eden Alman ordusu Wehrmacht'ın nitelikli personele ihtiyacı var, tercüman da ihtiyaç duyulanlardan, o zaman Rumca bileni ara ki bulasın. Tek kelime bile Rumca bilmeyen Erhart'ı önce Viyana'ya göndermişler. Yolda onu almış mı bir telaş, "yalan söylediğim anlaşılırsa beni oyarlar" diye. Herşeyi göze alıp gerçeği söylemeye karar vermiş. Viyana'daki üs bölgesinde, "Benim Rumcam tercümanlık yapmaya yetmez komutanım" demiş ve şu cevabı almış:
    "Bana seni Selanik'e gönderme emri verildi, emir emirdir!"
    Erhart, nazi Almanya'sının hiç olmazsa kasvetli havasından kurtulmuş olmanın sevinciyle trene binmiş, ama içini kemiren kurt yol boyunca onu rahat bırakmamış. "Rumca tercüman olmadığım ortaya çıkarsa beni n'aaparlar?"
    Tren Selanik'de denizi görünce, Erhart, Yunanistan'a gitmenin herşeye deyeceğini düşünmüş ve içindeki kurtu öldürmüş. Ege mavisi, pırıl pırıl deniz, eşeklerin üzerinde kiliseye giden Ortodoks papazları, balıkçılar, aheste çekilen kürekler...
    "Komutanım, ben Rumca tercüman değilim, bu dili de hiç bilmem."
    "Bana da zaten tercüman mercüman gibi hep abuk sabuk adamları gönderiyorlar. Normal bir asker olduğuna sevindim!"
    Atina'ya sivil bir göreve verilen Erhart Kästner şöyle yazıyor:
    "Mutluluğun çekim alanına girmiştim. Atina'ya mı gidecektim? Atina, bütün hayallerimin hedefiydi. Bu macera bir kaç gün sürer belki diye düşünmüştüm, en azından şehri bir kerecik olsun görebilecektim. O gün, bu ülkede dört yıl kalacağım söylenseydi, sevinçten herhalde paramparça olurdum."
    Savaştan sonra Kästner iki yıl savaş esiri olarak Kuzey Afrika'da kaldı ve Yunanistan hakkında şiirsel güzel kitaplar yazdı. Ama bu güzellikleri yaşayabilmek için yapmak zorunda kaldığı şeylerden burada bahsetmek istemiyorum, zira yazdığı kitapların şiirsel güzelliği bana mani oluyor.