Pixar, Ghibli ve duygular kokteyli


 Çocuktum, ilk kez açık hava sinemasında "esas film"den önce bir "Miki" seyrettiğimde resmen uçmuştum. O kadar hoşuma gitmişti ki, bir daha asla kopamadım animasyon filmlerden. Eskiden çizgi filmlere Türkiye'de "Miki" deniyordu ve bu ad altında sadece kısa Disney animasyonları anlaşılıyordu. 70'li yıllarda adına "Karton Film" denen çok ilkel bir animasyon türü televizyonlara dadandı, bereket çabuk kayboldu. Sonrasında animasyonun adı "Çizgi film" oldu ve ben bu sözcüğe sadık kalıyorum, çünkü türün klasikleri bu tarz iki boyutlu resimlerin çizilip fotoraflanmasıyla oluşturulmuş şeyler. Almanya'da özel bir okulda illustrasyonlarda Airbrush tekniği kullanmayı öğrenirken, bir taraftan da harıl harıl çizgifilm tekniği kitapları okumuştum, henüz bilgisayarlar grafik konusunda yetkin değildi ve benim ilk Apple'ımın ekranı da yeşil-siyahtı. Kasası taşınabilir büyüklükteydi ama monitör ufak bir televizyon küpü ayarındaydı. Çizgifilmin ve çizgiromanın küçümsenip yasaklandığı bir aileden gelmeme rağmen, bu şeyleri çok sevenlerdenim (Nuray Mert beni andı!)
   1980'lerden beri çizgi romanın en hasını okumaya özen gösteren biri olarak, çizgi filmin "Miki" versiyonunu, yani Disney yapımlarını çocukluğumun bir safhasında terkettim. Önyargım, animasyonun çocuklar için yapıldığı şeklinde "tecelli" etmişti. Gerçi Yüzüklerin Efendisi'nin ilk animasyonunu, Buz ve Ateş'i ve benzeri yetişkin çizgi filmlerini seyrettim, ama bu filmlerden hiçbiri, normal sinema filmleriyle boy ölçüşecek kalitede değillerdi.
    Ben animasyon filmleri, galiba Türkiye'ye döndükten sonra yeniden keşfettim, çünkü en kral sinema filmleriyle aşık atabilecek animasyonlar, 1990'lı yıllardan itibaren yeniden kapsama alanıma girdi. Japon Ghibli stüdyolarına hayrandım. Dünyanın en yaratıcı çizgifilm çizeri Hayao Miyazaki tarafından kurulmuş bir klasik çizgi film stüdyosu Ghibli. Bu muhteşem zat, Türkiye'de de gösterilen çizgifilm dizisi "Heidi"nin çizeri. Aslen Siyaset bilimi falan okumuş da olsa Miyazaki, 1984'de "Rüzgarlı vadi" (Kaze no Tani no Naustika) filmini yazıp çizen ve bu fantastik/epik çizgi film ile Japonya'da büyük bir başarı kazanmış bir sanatçı. Başarı, Japon tarihimnde bir ilk olduğundan, bir arkadaşıyla birlikte 1985'de "Ghibli Stüdyoları"nı kuruyor. Firmanın adı, İtalyanların Araplardan alıp kullandıkları "Çöl rüzgarı" anlamına geliyor. İtalyanlar II. Dünya Savaşı döneminde bu ad altında bir de uçak üretmişler.
    Ghibli stüdyoları bir zamandır sadece Miyazaki filmi yapmıyor, büyük usta da 2013'de emekliye ayrıldı, ama buna rağmen Ghibli'nin mübalaasız bütün filmlarini seyrettim ve bu müthiş yaratıcılığa gerçekten şapka çıkarmak gerekir. Stüdyonun iki filmi, 2003 ve 2006'da Oscar ödülüyle taltif edildi. Bunlardan ilki, 1995'de çizilmeye başlanıp 1997'de vizyona giren "Pranses Mononoke" idi (Hauru no Ugoku Shiro). Film, gösterildiği yıl en fazla seyredilen bir numaralı Japon film olmak rekoruna da sahip. Zaten bunu öğrendiğimde Japonlara olan sempatim iyice artmıştı. Kapalı gişe oynayan animasyon film... Bunun Türkiye'de de olmasını ne kadar isterdim! Animasyon, Türkiye'de hala küçümsenen bir alt tür seviyesinde. Halbuki kesinlikle sınır tanımayan, yaratıcılığını konuşturmak isteyenlere sonsuz olanaklar sunan bir alan, -özellikle günümüzde.
    İşte Pixar stüdyolarıyla, Ghibli filmlerinin çoğunu gördükten sonra "bu ahval ve şerait içinde" tanıştım. Galiba yabancı bir arkadaşımın önerisiydi. Pixar'ın kısa filmler kolleksiyonunu seyrettim. Firmanın sembolü olan masa lambası ve onun çocuğunun hikayelerini de içeren inanılmaz güzel ve yaratıcı değeri yüksek parçalardı. Tabii eski filmler de vardı aralarında, hepsi iyi değildi.
    Pixar 1979'da Kaliforniya'da Graphics Group adıyla bilgisayar grafikleri üretmek maksadıyla kurulmuş. Ghibli'nin kurulduğu yıllarda (1986'da) Apple kurucusu Steve Jobs tarafından 5 milyon Dolara satın alınıp, firmaya "Pixar" adı verilmiş. Pixar, "Pixel" ve "Art" kelimelerinin toplamından kurgulanmış bir ad. 20'inci yüzyıl sonunun mucize yaratıcısı Jobs, firmanın hem isim babası, hem de dünyanın en iyi animasyon stüdyosu olmasını sağlayan kişi. Firma başta Lucasfilm için birkaç detay üretmiş ve galiba esas olarak "Bilgisayar animasyonu" teknolojisi üzerinde çalışmış. Pixar'ın geliştirdiği ve bugün her bilgisayarın ve cep telefonunun kullandığı üç boyutlu bilgisayar grafiği endüstri normunun patent sahibi Pixar.
    Ben Pixar'ın sinama filmlerine, sekizinci filmleri "Ratatouille" ile giriş yaptım -ama hala çıkamadım! Bence bu film, şimdiye dek dünyada yapılmış en iyi sinema animasyonudur ve elbette önce yetişkinler için yapılmıştır, Oscar da aldı. Film, arşivimde var, üstelik müziği de arşivimde. Bu filmde ilk kez, animasyonun sonsuz ifade biçimlerinin resmen kalite edebiyata açılabileceği gibi olağanüstü bir duruma şahit oldum. Pixar'ın tipik Amerikan "şaheserlerini" seyredemedim tabii. Mesela ToyStory dizisi. Çok iyi yapılmış olmalarına rağmen oyuncakların oradan oraya koşuşturması pek bana göre değil. Bu film serisinin üçüncü filmi, açılış haftasında Amerika'da 360 milyon Dolar, dünyada da 831 milyon Dolar hasılat yapan en "başarılı" (çoksatan) Pixar filmi ama görmedim, görmeyi de düşünmüyorum. 2009'da vizyona giren ve baş kahramanını Türkçe, Erol Günaydın'ın seslendirdiği -nur içinde yatsın- "Up" filmi de, en az "Ratatouille" kadar başarılı bir film. (Bu film, benim tıfıl arkadaşlarıma en çok önerdiğim filmlerden biridir) Pixar'ın büyüklüğü şuradan geliyor:  çok ilginç orijinal karakterler çiziyorlar, karakterleri kesinlikle çizgi dışı. Her devirde seyredilebilecek evrensel hikayeler yaratıyorlar ve inanılmaz yaratıcılar. Ayrıca son bilgisayar animasyon yöntemlerini kullanarak muazzam detaylı görüntüler sunuyorlar ve çizgi filmin, figürlerin kenar çizgileri görünen versiyonuyla vedalaşıyorlar. Kesinlikle "animasyon" adını kullanmamamızı gerektiren bir yaratıcılık örneği. 2001'den beri "Cars 2" ve "Monsters University" filmleri hariç 7 Pixar filmi de Oscar aldı. Ve özellikle benim en beğendiğim iki filmlerinin -Ratatouille ve Up- Oscar alması gerçekten çok hoşuma giden bir şey.
    Steve Jobs Pixar'ı Disney'e tam 7.4 milyar Dolara sattı. (Aklı sadece asfalta/betona çalışan Türk "iş adamları"na duyrulur.) Bir avuç insanın işlettiği bu firma Disney'e, hem de Steve Jobs'la birlikte gitti. Jobs da Disney'in yönetim kurulunda bir koltuk sahibi oldu. Stüdyonun diğer filmlerinden ve rejisörlerinden, yazıcı-çizici personelinden, müzik yapımcılarından falan bahsetmeyeceğim ve hemen Pixar'ın son filmine dalacağım.
    Türkiye'de "Tersyüz" adıyla oynayan "Riley's First Date", görmeyi hiç düşünmediğim bir filmdi. Filmde, Sünger Bob gibi acaip tipler var, aşırı renk manyağı, biraz fazla çocuksu görünüyordu. Filmin Pixar yapımı olduğunu öğrendikten sonra içime bir kurt düştü, zira bu firma kötü film yapmıyor -kesinlikle böyle. Ve filmi iTunes'dan kiralayıp izledim.
    Evet film sahiden de aşırı renkli ama konusu, sembolizmi, deyme Hollywood filmlerine taş çıkartır. Ve konusu, animasyon türünde galiba bir ilk. İlk kez bir animasyon filminde negatif duyguların da gerekli olduğu, onların da önemli işlevleri olduğu gösteriliyor. 11 yaşındaki kız çocuğu Riley'in ilk anılarının nasıl oluştuğu, çekirdek anıların insanı nasıl etkilediği, çocuğun beş duygusu üzerinden anlatılıyor. Beş ayrı figür tarafından temsil edilen bu temel duygular: Neşe, Üzüntü, Tiksinti, Korku ve öfke. Bunlar herhangi bir paralel evrende yaşıyorlar ve çocuğun karakterinin oluşmasını sağlıyorlar. Sadece buradaki sembolizm değil, bu duyguların sembollerle anlatılması ve onların karmaşık etkisinin gösterilmesi bile çok değerli. Hikayede benim en çok hoşuma giden olay, çocuğun "Neşe'sini kaybetmesi" konusu oldu. Yani "Neşe"yi temsil eden figür, "Üzüntü"nün ortalığı karıştırmasını engellemeye çalışırken birden kendini duyguların yönetim kabinini dışında buluyor, Üzüntü de yanında. Olaylar (yani duygular) kontrolden çıkıyor. Filmin ikinci yarısında, Neşesi'ni yitiren kız çocuğunun keyfini yerine getirebilmek için üç duygunun nafile çabasına tanık oluyoruz: Tiksinti, Korku ve Öfke. Beceremiyorlar tabii.
    Filmi, yeniden seyretmeyeceğim, bence estetik değeri düşük, bana hitab etmiyor, ama konusu bir harika. En iyi Pixar yapımlarından biri bence. Nitekim 2015 Kasım ayı itibarıyla dünyanın en çok seyredilen 250 filmi sıralamasında 67'inci sırada, yani 61'inci sıradaki filozof robot WALL-E'den sonra dünyada en çok seyredilen Pixar filmi.
    Bu yazının sonuç paragrafı da şöyle birşey:
    Türkiye dünyanın en muazzam kültür hazinelerinin üzerinde otururken, artık sanat eseri satın almaya, toplamaya ve müzeler açmaya başlayan Türk "iş dünyası", animasyona neden yatırım yapmaz? İnsanların birbirini yemekten başka konulara da odaklanmalarını sağlamak için küçük, kendileri için büyük bir katkı yapabilirler. Japon Ghibli stüdyoları, Patagonya'da bile tanınıyor, üstelik ilk filmlerinde fazla Japon öğeleri kullanmamaya da dikkat ediyorlardı, sonra bunu değiştirdiler. Türkiye'de animasyonun mutlaka -hem de kararlı bir kültür politikası ile sadece muhalefet tarafından bile olsa- sahici yatırım alanı olarak görülüp desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum, çünkü sınırlı kardoyla kolayca dünyaya malolabilen çok önemli bir iş alanı aynı zamanda. Kültür endüstrisi denen şey ne zaman "keşfedilecek"? Endüstri demek sadece gökdelen dikmekten ibaret değil, bunun çok çevre dostu ve yaratıcı biçimleri var. Türkiye'nin dünyaya açılabileceği çok güzel bir alan. Ben yatılı lisedeyken birlikte okul gazetesini hazırladığımız resim öğretmenim de "karton film"in önemine birkaç kez dikkatimi çekmişti, -galiba sonra yapmayı da denedi. Onu buradan saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Aile boyu Türk ajanlar ve Rusya'dan sevgilerle

Gizli servislerin günümüzde nasıl çalıştıklarıyla ilgili birşeyler okurken gene dönüp dolaşıp en sevdiğim Bond filmine attım kapağı. "Rusya'dan Sevgilerle".
    Bu film beni Bond ile tanıştıran değil de sonradan seyrettiklerim arasında en sevdiklerimin başında geldiğinden, arada sırada belli sahneleri izlemek hoşuma gidiyor, ne de olsa tipik bir James Bond filmi. Protez göğüs kıllarıyla Sean Connery'in hayvani kabalığının erkeklik sayıldığı, kadın kıçına şaplağın kabalık değil marifet sayıldığı bir devrin ikonlarından. Bond filmlerini neden sevdiğimi düşündüğüm de oldu. Tanıdığım kadınların itici bulduğu Bond'u cazip kılan şey anı çok yoğun yaşamanın ve yaptığı her şeyin her cinayetin, yediği her haltın Kraliçe'nin dokunulmazlık garantisine sahip olmasının hafifliği değildi. Onca kitsch olayın içinde kullanılan sofistike erkek oyuncakları, gizlilik, şehir içi otobüsüne biner gibi dünyayı iki dakikada dolaşması falandı herhalde. Hayır!
    Bu filmde beni çeken şey, kesinlikle İstanbul'dur...
    "Rusya'dan Sevgilerle" filminde, harıl harıl Boğaz vapuru, Bond'un arkasında gördüğünüz Dolmabahçe Sarayı'nın 1963'deki hali, ara sokaklar, kuyruklu Chevrolet'lerin taksi ve dolmuş olarak çalıştığı İstanbul var.
    Gizli servisler bugün nasıl çalışıyor diye sorunca filmdeki Türk ajan Kerim Bey'i düşünmeden edemiyorsunuz. Sovyet tetikçilerinin Bulgar ajanlar olduğu, Kapalı Çarşı'dan zınk diye Yerebatan Sarayı'na inilen ve sütunlar arasından sandala binilip biyerlere gidilen bir film bu. Türk gizli servisinin filmdeki şefi eski bir sirk cambazı, Çingenelerle arası çok iyi ve en yakın ajanları kendi oğulları. Boş zamanlarında Kapalı Çarşı'daki odasında dar etekli genç kadınlarla gönül eğlendiriyor. Ian Fleming'in hayalindeki Türk figürü gerçekten ilginçmiş. Film günümüzde çekilmeye kalkılsaydı, değil İngiltere veya Amerika'da, Türkiye'de ve İran'da da bir finansman bulunamazdı. 1963'ün bakir ve cahil Dünyası bunun çekilmesine izin vermiş. Film, oda dolduran cartlak tablolar gibi orijinal, dikkat çekici, eski moda, hatta antika. O yüzden de oturma odasında değil, pek ziyaret edilmeyen bir müze salonunda asılı. Arada sırada şöyle bir bakmak için.

Patron gene mutlu son istiyor...

Her akşam bir film seyretmek adetini ilkgençliğinden beri sürdüren biri olarak, iPad'imde daima birden fazla film bulundururum ve bu filmlerin en az yarısı, daha önce seyrettiğim filmlerden oluşur. eyrettiğim komedilerden, Almanca repliklerini ezbere bildiğim "Some like it hot" ve benzerlerini saymıyorum. Ama son bir yıldır tekrar tekrar seyrettiğim bir Türk filmi var ve vizyona girdiğinden beri, çeşitli nedenlerden dolayı Türkiye'de tek favorim...
    Bir ara "gülmek" konusuna sarıp Frankfurt kitapçılarını hallaç pamuğu gibi atmış ama hiç kitap almamıştım. Eh gülmek hakkında o kadar ciddi kitabı görünce, "Konu neydi? Positronların enerji transferi mi, anarkosendikalizm miydi?" olabiliyorsunuz -ki,  bu yeterince komik zaten. Ben, Siegmund Freud'un bu konularda 1905'de yazdığı bir kitabın yirmi sayfasını kitapçıda okuyup almadan bıraktım. Filozof Nicolai Hartman'ın 1953 model "Ästhetik" kitabındaki "Estetikle ilgili sorun alanlarının en zoru 'Komik'le ilgili olandır" beylik lafına da çok gülmüştüm açıkcası. Evet "Mizah ciddi bir iştir" bunu Aziz Nesin'den de biliyoruz, ama o kadar da ciddi olmamalı. Mesela Yılmaz Erdoğan'ın Ezgi Mola için yazdığı düz mantık replikleri de, filmin takıldığım iki "sorunlu" konusundan biri. Faruk: "Soğuk". Eylül: "E buz." Yılmaz Erdoğan, bu düz mantık repliğini, Faruk'a gülelim diye yazmış olabilir, ama komik olan asıl Eylül'ün sözleri. Ve bu tarz, bi dönem Türkiye'de marifet sayılıyor, herkes böyle lise fizik öğretmeni gibi konuşup, karşısındakinin mantık hatalarıyla... Neyse! (Bir dönem benim de kapıldığım bir şey) Ama bu "tarz"ın hala sürdürülmesini "ilginç" bulmak dışında bu film, fikir olarak tek kelimeyle mükemmel. Senarist filmi yazarken, film bir taraftan da oynanıyor. İşte bunun için Yılmaz Erdoğan'ı sahiden kutlamak gerekiyor. Bazen işi filmden kopmaya kadar götüren bazı replikleri ve Sinan'ın (Tolga Çevik'in) arkaları kalkıp kendini ele veren peruğunu saymazsak (yani kötü makyaj), hemen filmin mucizelerine gelebiliriz. Burada İsfendiyar tipini yaratan da oynayan da çok başarılı. Buradaki muazzam makyajı yapanla peruk makyajını yapanın kesinlikle iki farklı kişi olduklarını iddia edebilirim sanıyorum, çünkü İsfendiyar şekli şemaline sokulan Tolga Çevik'in makyaj için beş saat gibi bir süre "berber koltuğu"nda oturduğuna dair bir kısa gazete haberi okudum.
    Charles Chaplin'den Buster Keaton, Harald Lloyd'a, oradan Jacques Tati'ye, Jerry Lewis'e ve Woody Allen'a kadar, sinema denen şeyin, kariyerine esasen komedi olarak başladığını söylersek pek de abartmış olmayız. Ve Türkiye, bir komedi filmleri cenneti. Evet "Ya komedi ya aşk filmi" diye bazen kızdığım da oluyor. Başka konular yok kadar az, varsa da kötü, ama komediler, Türkiye'nin film açığını en iyi kapatan seyirlikler. Vahi Öz'den Öztürk Serengil, Sadri Alışık'a kadar eski ölümsüzler var, ama nisbeten daha yeniler de Kemal Sunal, Şener Şen gibi dev oyuncular. Japon kültür ateşesinden yıllar önce duyduğum bir sözü de buraya yazmadan edemeyeceğim. Genç ateşe, özel hazırlanmış Japon çayından bir yudum alıp, "Eğer Kemal Sunal filmleri Japoncaya çevrilip orada oynatılsa, kesinlikle hit olur" demişti ve öyle heyecanlıydı ki bunları söylerken, Japonların pek yapmadığı gibi bardağını sehpanın üzerine bırakıp, sözlerini jestlerle destekledi. "Patron Mutlu Son İstiyor" filminin Meksika'da "En iyi romantik komedi" ödülü ve "Californiya Film Award" alması bir tesadüf değil tabii.    
    Yaklaşık on yıldan beri asla ve kat'a televizyon seyretmiyorum. Tolga Çevik ile Ezgi Mola'nın televizyonda iyi işler çıkarttıklarını duydum, okudum, ama bu filmde gösterdikleri performans hoşuma gitti. Ezgi Mola için yazılmış, "el değmemiş Türk kızı" rolü, 1950'li yılların Amerikan bakirelerinden bile daha tutucu olsa da ona yakışmış. Tolga Çevik ise gerçekten çok iyi. Zınk diye sarhoş olup dilinin dolaşmaya başlaması birz hızlı oluyor, ama sonunda bu, oynanırken yazılan bir film ve böyle şeyler hiç rahatsız etmiyor.
    Şimdi, asıl kutlanması gereken kişiye, senarist Yılmaz Erdoğan'a geliyorum. Bu film, Yılmaz Erdoğan'ın rüşdünü dünya aleme kanıtladığının resmidir. Rejisör Kıvanç Baruönü de hikayeyi çok iyi çekmiş. Fonda Kapadokya'nın güzelliği, filmi daha da çekivi kılıyor. Tüm tipler orijinal ve güzel. Hikaye harika. Görüntü çok iyi. Müzikler cuk oturmuş. Bilge Atçı Arif'i oynayan büyük aktör Erkan Can, Taksi şoförü Ersin Korkut, tamirci Mustafa Uzunyılmaz, resepsiyonist kız, çok iyiler. Ve şimdi sinema seyircisi bundan bir tane daha istiyor. Komik olacak, göbeğinde bir aşk hikayesi olacak ve sonu mutlu bitecek... İtiraz yok!

Hemingway'in 2B kurşun kalemi...

Kırtasiyeci gördüm mü, mutlaka durup şöyle bir bakarım. Benim için artık bir tür refleks haline gelmiş bir şey. Dururum, kalemlere, defterlere bakarım, eviririm çeviririm ve bazen hangi kalemin hangi hangi fikirleri yazmakta kullanılabileceğini, hangileriyle hangi kağıdın üzerine nasıl resimlerin çizilebileceğini, hatta hangilerine aşk mektubu yazılabileceğini ve bunlara hangi kırmızı mührün yakışacağını falan düşünürüm. Ama yazmayı bir alışkanlık haline getirmiş olanlar bilirler, -sonunda bir dönem belli ürünleri kullanmaya başladığınızı farkedersiniz sonradan. Süregiden bir ruh hali, yeni tanışılmış bir kişi, yeni bir hikaye, bir anı veya bir savinç anını işaretleyen yerden başlar ve sıkılacağınız ana kadar sürer. Bir dönem Kore malı kalın kapaklı telli defterler kullanmışsam, sonra Roma'da keşfettiğim ve artık Türkiye'de de satılan başka bir markaya dönmüşümdür, kapakları lastikli defterler, sonra onların daha iyi modelini keşfedip bir daha dönmüşümdür. Ama bu arada hayatınızın bir parçası olan değişmezler de yavaş yavaş ortaya çıkarlar, balığın suyun farkında olmaması ama daima onunla birlikte yaşaması gibi. Kurşunkalem mesela…
Ben ne okursam okuyayım, mutlaka bir yerini çizdiğim, işaretlediğim kalem lise yıllarımdan beri daima kurşunkalem olduğundan, kurşunkalemsiz okuyamam, okuduğum içime sinmez. Bu yüzden de yanımda birden fazla kurşun kalem olur, ama yumuşak, 8B karalığında. Kalem açıla açıla kısalınca uzunlaştırmak için kullanılan adavattan tutun da metal kurşunkalem kapağına ve diğer alangirlerine kadar repertuvarımdan geçip bir köşede kaybolmuşlardır. Ama bütün bunlar, yazmanın zevki içindir…
Modern Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden Ernest Hemingway hakkında bir kitaba sarmışken, onun daima 2B kurşun kalem kullandığını okudum ve okuduğum sayfa aydınlandı. Spotlanınca böyle olur ve altını, çıra gibi kokan siyah cilalı Japon Malı 9B Tombo kurşun kalemimle çizdim...
Hemingway, son derece basit cümleler kuran ve pek sıfat kullanmayan, şu an Türkiye'de kullandığımız genel geçer bol sıfatlı zarflı dilden oldukça farklıdır. "A bu kolay" deyip Hemingway gibi yazmaya kalkan, onu taklit eden çoktur, hatta bunda başarılı olanlar arasında çok iyi yazarlar da vardır ve tam da bu nedenle, Hemingway'in sadece büyük değil, aynı zamanda örnek bir yazar olduğunu söylüyoruz. Eskiler buna, "O bir ekol" derlerdi…
Kurşun kalemim bu kez başka bir satıra yöneliyor. Hemingway, sadece Corona #3 model daktilo kullanırmış. Bugünün tabletleri ve dizüstüleri yanında damperli kamyon ağıtlığında kara kuru ama güzel bir alet. Şakırdatmaya başlamadan önce aklından geçen de, "En az dörtyüz sözcük yazmadan sakın içme". Zamanın alkolle sorunlu tüm yazarları gibi Hemingway'in de derdi…
Büyük yazar, 1961'de 2B kurşunkalemini masasının üzerine bırakıp, av tüfeğiyle hayatına son verdi...

Varlıklar ve yokluklar...

Okumamak üzere aldığınız, kütüphanenizde dikmedirek köşede cezalı duran, ama bunu haketmemiş kitaplar vardır. Varlıklarıyla yetinirsiniz. Orada bir tür nostalji olarak dururlar ve gözleriniz onun sırtında severek gezinir, ama kapağını açmaz, açsa da okumaz...
    Uzunca bir zaman önce, uzunca zamandır el sürülmemiş ve kitapların ellenmeden dura dura birbirine kaynayıp tek bir direniş kalıbı halinde -okurlarını değil tabii- okumayanlarını protesto ettiği bir kitaplık görmüştüm. Henüz "Sırtı yeşil kitaplar da satıyor musunuz" diye soran insanların kitapçılardan içeriye girmeye cesaret edemediği yıllardan kalma bir kitaplıktı ve evde ziyaret ettiğim kişileri unuttum ama o kitaplığı unutamadım, zira içinde bol miktarda varlığımız, yani Varlık yayını da vardi ve ölüme terkedilmişlerden beter görünüyorlardı...
    Bugün kütüphanemde, 1981 yılında yayınlanmış bir Panait Istrati romanı bulunca, Varlık yayınlarının eski küçük formatının, bildiğimden daha uzun süre ve malum zengin içeriğiyle çıktığını öğrendim. Günümüzde sahaflarda en aranan (ve bulunan) kitaplardan olan küçük Varlık cep kitaplarıyla ben, sayfalarını çakıyla açma şerefi babam tarafından bana verildiğinde tanışmıştım. Eve tomarla kitap gelirdi ve bunlar da alınıp sahilde gazinoya inildiğinde, henüz çocuk kitabı olarak resimli Lafonten'lerle meşgul ben, ucu zincirli kromlu ufak Bursa çakısıyla sayfaları açar, taze taze Babama servis ederdim. Varlık kitapları formatının Fransa'dan alınıp benimsendiğini, aradan on küsür sene geçtikten sonra Almanya'da öğrendim...
    Varlık yayınları formatıyla birlikte, sahici edebiyata olan ilgi, hatta kitaba olan ilgi, seksenli yıllarda bir zaman kaybolmuş olmalı ve bu "yeniliği", bir yakınımın telefonda, "sen hâlâ kitap okuyor musun" sorusuyla "idrak" edip hiç unutamadım. Evet ben hâlâ okuyordum, ama Türkiye'de kitap okuyanlara artık "enayi" veya "saf" muamelesi yapılıyordu -e kitap okuyanlar köşe falan dönemiyordu!
    Kütüphaneme sahaflardan düştüğü anlaşılan Panait Istrati, beni  tam da Bayram sabahı, kahvaltı masasında yakaladı. Bir köşeye dikilip gözlerden ırak uzunca bir ilgisizlik döneminden sonra, asla okunmamış -ama varlığıyla hoş- bir kitap olarak masanın kenarına ilişti. Ben Istrati'nin sadece "Baragan'ın Dikenleri"ni okumuş gibiyim ama çıkaramadım ve masada bu adamın Romen olduğunu, bu sabah babamdan öğrendim. Açıkcası bu yazarın hangi milletten olduğuyla hiç ilgilenmemiştim. Bence o, egzotik bir ada sahip, Avrupa-Batı kültürhavzasından gelen, her kütüphaneyi varlığıyla şereflendirmesi gereken, ama okunmasa da olan biriydi. Müthiş hayat hikayesini, Stalinizme karşı net tavrını nereden bilebilirdim, kendi kendine yeterliliğim içinde Istrati sadece koş bir sedadan ibaretti...
    Annesi temizlikçi kadın, babası kaçakçı, kendisi Romanya'nın gururu büyük yazar. Okulda başarısız bir öğrenci, iki kere sınıfta kalmış, garsonluk yapmış ve bir makarna imalatçısının yanında çalışmış ve bu sürede durmadan deli gibi okuyan, en derin fakirliği de yaşamış biri. Buna rağmen Bükreş'e, İstanbul'a, hatta İskenderiye ve Kahire'ye gitmiş. Gittiği yerlerde aynı getir-götür işleriyle hayatını kazanmış. 1921'de, 37 yaşındayken, beş parasız, çaresiz ve hasta, Napoli'den Nizza'ya giderken intihar teşebbüsünde bulunmuş ama onu ölümün elinden, insanlığın ruhu ve edebiyatın şerefi adına bilinmeyen birileri çekip almış. Hayat, ölmesine izin vermemiş. Onu kurtaranlar, Panait Istrati'nin cebinde Roman Rolland'a yazılmış bir mektup bulmuşlar. 1915 yılında Nobel ödülü almış olan Fransız yazar, on ciltlik "Jean-Christoph" romanıyla, bir roman türünün de mucidi sayılıyor (Roman-fleuve) ve ünlü eserinde kurguladığı Alman bir bestecinin Fransa'ya gelişini ve bir Fransız dostunun yardımıyla nasıl Fransızlara adapte oluşunu, Alman ile Fransız'ın "güçlü yanlarını" nasıl birleştirdiğini anlatıyor. Fransızcayı, eline geçen bir sözlükten öğrenip Fransızca yazan Panait Istrati'nin gönderemediği Fransızca mektubu, onu kurtaran isimsiz kişilerce Roman Roland'a gönderiliyor ve Fransız yazar Panait Istrati'yi böyle keşfediyor. Ve "Kyra Kyralina", Roland'ın önsözüyle 1923'de yayınlanıyor. Ona "Balkanların Gorki'si" adını takan da Roland.
    Tüm çağdaşları gibi Sol eğilimli Panait Istrati, 1927'de Nikos Kazancakis'le birlikte ilk kez Sovyetler Birliği'ne gidiyor, Moskova ve Kiev'i geziyor, iki yıl sonra yeniden gidiyor ve hemen teşhisini koyuyor: "Yanlış yolda". Son kitabının adı bu. Stalin diktatörlüğünü anlatan son bir eser. Ardından, Solcu arkadaşları tarafından bir faşist ilan edilmediği kalıyor, ama onun gibi bir hayat sürmüş birini kimse korkutamaz. Arkadaşları tarafından reddedilmek ona çok koyuyor, Romanya'ya dönüyor ve 1935'de "ince hastalık"dan hayata veda ediyor...
    Benim kütüphanemde onca yıl okunmayı bekleyen kısa romanı (Novela) "Kodin", kötü insanların arasında yaşamak zorunda kalan bir insanın hayatını anlatıyor ve kitapta Istrati'nin doğduğu İbrail'deki hayattan ilginç kesitler var. Kitap masamın üzerinde ve benden sonra başkaları tarafından okunmak üzere kütüphanemden çıkıp, bir vapurda özgürlüğüne kavuşacak. Ve ilk sayfasında kurşun kalemle şöyle bir yazı yazılmış olacak: "Bu kitap, bulan kişiye bir hediyedir."

André Gorz / Yazar ile gazetecinin farkı...

"Yazarlık veya filozofluk meslek değildir. İnsan yazar, çünkü kendini yazmak zorunda hisseder, yazmadan yaşayamaz, kendi kendine sorduğu sorular hakkında netlik kazanmadan yaşayamaz -yazmanın anlamı budur. İnsan, hayatını kazanmak için, el işi veya başka bir şey yapmaktansa yazı yazmayı tercih ettiği için gazeteci olur. Ama gazetecilik işinin sunduğu iki imkan var: İnsan hiç durmadan öğrenir, çünkü öğrenmek zorundadır ve en karmaşık konuları basit, herkesin anlayabileceği şekilde yansıtabilmek yeteneğini geliştirmek zorundadır -kişi için çok ilginç ve heyecan verici bir meydan okuma olabilir."
André Gorz 1958

Pergamon Blog'dan...

Yetenekli Bayan Patricia Highsmith...

"Yetenekli Bay Ripley" romanını okudunuz mu? Ben romanı değil de bu romanın filmini seyrettim. Orijinal adı "Plein soleil", benim seyrettiğim filmin Almanca adı "Nur die Sonne war Zeuge" idi ve orada hınzır Tom Ripley'i oynayan Alain Delon'un, gençliği ve masumiyetiyle birlikte taşıdığı kendiliğindenci kötülüğü beni büyülemişti. Filmin ikinci karakter oyuncusu Maurice Ronet de en az Delon kadar iyiydi ve bu ikili daha sonra başka filmlerde de dikkatimi çekti. Fransız sinemasının tartışmalı figürü rejisör René Clément'in eseri film, Patricia Highsmith romanlarına yumuşak iniş yapmamı sağladı. Gerçi filmi seyrettikten sonra filmin romanını sonuna kadar okuyamadım, ama yetenekli Highsmith'in başka Tom Ripley romanları da vardı bereket versin. Film 1960 yapımı, roman 1955'de yayımlanmış. Filmin ilk kez bir Fransız rejisörün aklına düşmesi, romanın prestijli Grad prix de littérature policière ödülü alması nedeniyle. Filmden bu blogda daha önce de bahsettiğimden, asıl konuma, Bayan Highsmith'e döneceğim.
    Sahici yazarların günlük yaşam tür ve tarzları sıradan insanlardan genellikle farklıdır. Merak edip bu insanların aslında nasıl tipler olduklarını, nasıl yaşadıklarını araştırırsanız şaşırabilirsiniz, eh ben de şaşırmayı seven biri olarak sevdiğim yazar Haruki Murakami'nin Hawai'deki büro gibi kullandığı beş metrekarelik odasnda yazı yazmasından değil, Patricia Highsmith'in yazı-çizi alışkanlıklarından bahsetmeyi tercih ederim. Murakami çok yaratıcıdır ama Highsmith insanların psikolojik derinliklerine balıklama dalar. Onca Agatha Christi romanından sonra Highsmith'in Tom Ripley tipi, tüm Agatha Christie tipinden daha ilginçti, çünkü Highsmith romanlarında kötü adam yakalanmaz. Yani bildik bir "Happy End"den ziyade, işlenen cinayetlerin nedeni/motifi ve sıradan insanları cinayete itebilecek durumlar işlenir. Tom Ripley'in ikinci macerası onbeş yıl sonra "Ripley Under Ground" adıyla yayımlanıyor, orada Ripley sahte sanat eserleri pazarlıyor ve sahteliği anlayan birinin fişini çekiyor. Dört yıl sonra "Ripley's Game" yayınlandığında Tom Ripley gene aynı Fransız kadınla evli. Yazarın böyle bir mutluluğu yakalayamadığını biliyoruz. O insanların yanında sıkılan, sıkıntıdan kurdeşenler döken, kedilerle çok iyi anlaşan ve yalnız biri -çoğu yazar gibi. Kitaplarındaki psikolojik derinliği de daha sekiz yaşındayken okuduğu "The Human Mind" adlı hiç kimsenin tanımadığı bir kitaba borçlu. Kleptomanlardan tutun da seri katillere kadar ne kadar bozuk insan tipi varsa, psikiyatr Karl A. Menninger'in bu kitabında mevcutmuş. Almanca Diogenes yayınlarının yayımladığı Highsmith romanları Agatha Christie'nin anlatıları gibi değildi, onlar sahici edebiyattı ve edebi cinayet romanlarına açılan kapım oldular. Highsmith'in kitaplarında sadece okuduğu psikolojik insan döküntülerinden esinlenmediğinden emindim ve bunda yanılmadım.
    Patricia Highsmith, bir çok yazar gibi sadece zevk için değil, biraz da mecburiyetten yazıyor. Yazıyla ve sanatla uğraşanlar bilirler: sanat, içten gelen bir mecburiyettir. Yani sahici/hakiki/gerçek sanatçının, yazdığı-çizdiği şeyden ne kazanacağı veya kazanıp kazanmayacağı umurunda değildir. O zayıp-çizer, çünkü onu yazıp-çizmeye iten bir iç "itki"si vardır. Highsmith de yazıp-çizmeyince darmadağın olan o gerçek sanatçılardan, yazıp rahatlayanlardan. Ne yazacağı konusunda kıvrananlardan da değil, ilham gani...
    Yazar nasıl çalışır? İşte bu beni oldukça ilgilendiren bir konu. Yazarların rutinlerini ilginç buluyorum. Murakami bunu konu edinip "Koşmasaydım yazamazdım" diye bir kitap yazdı, Türkiye'de Doğan kitap yayımladı. "Yazmanın ve hayal kurmanın dışında hiçbir gerçek hayat yok" diyerek gönlümü fetheden, katıldığım Patricia Highsmith, günde üç-dört saat yazıyor ve yazı için -o çok önemli- "havaya girmek için" yatağında çalışıyor. (Benim de iyi tanıdığım, yazılarını yatağında yazan Avrupalı bir yazar var!) Ama Highsmith'inki -şanına uygun olarak- "bir acaip."
    Yatağında kupa kahvesi, sigarası, küllüğü, kibritleri, çörek tabağı, üzerine serpmek için bir kase şeker, ayrıca sabah sabah bir duble votka yuvarlayıp gerginliği gidermeler falan. Highsmith, bir ara benim de deneyip tez zamanda bıraktığım sert Gauloises sigaralarından günde bir paket deviriyormuş, eh onları da yarım şişe votka sayabiliriz. Alkolik olmamak için votka şişesinde günlük istikakını kalemle işaretlermiş -işte bunu görmek isterdim!
    Patricia Highsmith'in en ilginç bulduğum yanlarından biri de İngiltere'deki evinin bahçesinde salyangoz beslemesi. Londra'daki bir kokteyle de "benimle beraberler" diyerek koca bir çantanın içinde yüz salyangozla gitmiş, salyangoz dostlarının kokteyl malzemesi olarak bol marulla. Yazarın balık pazarında dolaşırken birbirine dolaşmış iki mürekkep balığını alıp "bana huzur veriyorlar" gerekçesiyle evine götürdüğü de söyleniyor.
    Highsmith 1993'de Avrupa'ya göçmüş ve birkaçyıl dışında aynı yerde asla uzun süre kalmamış. Güney İtalya'nın balıkçı köylerinde, babamın da bir süre yaşadığı ve hâlâ anlattığı Locarno'da 1995 yılında hayata gözlerini yummuş.
    Onun kitapları ve ilginç karakterleri de edebiyat Dünyasında farklı farklı değerlendirilir. Bir Amerikalı olmasına rağmen, asıl Avrupa'da ünlenmiş ve André Gide, Albert Camus, hatta Josep Konrad gibi ölümsüz yazarlar sınıfından sayılır. Ama kendi memleketinin Amerikalıları onu pek önemsemeyip, fi tarihinde 1950'de yazdığı ilk romanı "Strangers on a Train" ile anarlar ama bu roman da az buz bir roman değildir ve Alfred Hitchcock tarafından hakları satın alınıp Raymond Chandler tarafından elden geçirilirek muazzam bir siyah-beyaz filme dönüştürülmüştür ki -görmeyen herkese öneririm. Gene bir bir psikolojik gerilim, gene bozuk bir tip ve bol sigara. Highsmith'in sadece bir küçük bardan votka içtiği yıllardan...

Miss Marple'ların hası, Margareth Rutherford...


Agatha Christie romanlarından en az birini okumuşsunuzdur. Ben bulabildiğim tüm romanlarını okudum, ama sadece baş kahramanı Hercule Poirot olanlarını. Yumurta şeklinde yuvarlak mükemmel bir kafaya ve Wilhelm tipi yukarıya kıvrık bıyıklara sahip, küçük gri hücrelerini iyi çalıştıran Belçikalı dedektif Hercule Poiro'nun "baş rol" oynadığı tam 33 roman yazmış Agatha Christie. Otobüs yolculuklarında, yatılı okul yatakhanesinde, tuvalette, ve tabii derste sıra altında Agatha Christi okuduğum bir dönem oldu. Ama Miss Jane Marple'lı olanlarını hiç okumadım. 
İleri yaşlardaki bir kadının hem de örgü örerken düşüne taşına karmaşık cinayetleri çözmesi olayı bana biraz yabancıydı. Açıkçası, böyle tip yaşlı kadınları tasavvur etmekte zorlanıyordum. Benim tanıdığım yaşlı kadınlardan hiç biri karmaşık problemlerle ilgilenmiyordu. Onlar kitap da okumayan, hele cinayetlere falan asla ilgi göstermeyen, gazetelerin üçüncü sayfasına da bakmayan, bakınca "körolasıcalar" gibi laflarla sayfayı çeviren kadınlardı. Miss Marple gibi özgüvenli, karmaşık problemler çözen, delil toplayan, hatta bunun için tehlikeye atılan yaşlı kadınları çok sonra tanıdım. Mesela Muazzez İlmiye Çığ, öyle bir kadındır, ama hareket sahası bambaşkadır tabii.
Christie'nin romanlarını Türkçe okuduğum dönemde, "İnşallah hepsini okumam da günün birinde Agatha Christie'siz kalmam" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonra okumadığım Türkçe çevirileri iyice azalınca ve ben okumadığım Agatha Christie romanlarını ha dedin mi bulamamaya başladığmda güzel bir mucize oldu ve Almanya'ya düşmüş bulundum. Böylece okuduğum kitaplarının bazılarını yeniden, bu kez Almanca okudum. Aynı kitabı farklı bir dilde okumak, bir yere kadar doyuruyor ama sonunu hatırlayınca, ilk okurken yaşadığınız gerilimin dozu düşüyor. Ben o 12 Miss Marple romanını hiç okumadım.
Tabii hayat, sadece cinayet romanlarıyla geçemiyor, bir gün ilgim kayboldu ve Agatha Christie de benim özel hayatım için kütüphanemdeki Goldmann serisi kırmızı sırtlı kitaplar dekorasyonu olarak kütüphanemdeki şerefli yerini aldı. Agatha Christi'ye ilgim, Agatha Christie romanlarının filmlerini görünceye kadar larva dönemindeydi. Birden muhteşem bir tropikal iklim kelebeği gibi kanatlanıverdi. Filmlerde Peter Ustinov'un oynadığı Hercule Poirot'nun oyunculuğuyla yaşattığı sanatsal zevkin tadı hala damağımda. Bu filmler, sinema sanatı açısından pek de önemli olmamakla birlikte, polüler kültürün -hem de globalleşmiş halinin- önemli unsurlarındandır. 
Agatha Christie filmlerinin en ünlüsü "Şark ekspresinde cinayet"in Poirot'su Albert Finney, bana kuş örümceği Tarantula kadar itici gelmişti. Ama filmde oynayan star oyuncular ve konu, filmi defalarca seyretmeme neden oldu. Finnley bir güldü mü, ısıracak sanıyorsunuz. Tutuk boynu ve garip konuşma stili ve garip histerik halleriyle, filmde asıl cinayete kurban gitmesi gereken kişi olarak arz-ı endam ediyor. Bu adam tutmadı elbette. Rolün hakkını Peter Ustinov verdi, hem de başka birini örnek alarak. 
İşte Poirot'lu bu filmleri yalayıp yuttuktan sonra Miss Marple, sinema dünyama, ağızda patlayan çilekli ciklet gibi beklenmeyen bir sürpriz olup düştüğünde, ona benzer zehir gibi Alman kadınları görmüştüm. Yaşlı ve akıllı. Komik ve ciddi. Mütevazi ve girişken. Bu kadınlar Miss Marple gibi bisiklete biniyor, düzenli kitap okuyor, hatta kendi aralarında roman tartışma günleri düzenleyip, afiyetle Karaormanlı vişneli pasta yiyorlardı kahve eşliğinde.
Daha sonra televizyon dizilerinde başkaları da oynadı elbette, ama benim bildiğim bir tek Miss Jane Marple vardır, o da Margareth Rutherford'un oynadığıdır. Bu aktrist, çevirdiği -sadece- dört Agatha Christie filmiyle kesinlikle (hem de araya kopya kağıdı kabul etmeden) sinema tarihine geçmiştir ve bir roman kahramanıyla bir filmin bu kadar özdeleştirilmesi sadece onun iyi bir öyuncu olmasıyla ilgili değildir, zira Agatha Christie 1961'de çevrilen ve Rutherford'un başrolü oynadığı "Murder She Said" filminden hiç memnun kamamışrır. Okumadım ama, romanlardaki Miss Marple, filmdekinden çok daha sakin, kuru, mütevazi biri, ve kesinlikle komik değil. Margareth Rutherford ise mimikleri ve hareketleriyle en olmadık zamanlarda komik olmayı başaran, komikliği meslekten benimsemiş birisi.
Rutherford'dan hazetmeyen Agatha Christie'nin daha sonra bu kadını tanıyıp ona hayran olduğunu, çok iyi arkadaş olduklarını ve hatta "The Mirror Crack'd" romanını filmlerin Miss Marple'ı Margareth Rutherford'a adadığını not edelim. Ünlü yazar, filmlerinin Miss Marple'ını sadece iyi ve cana yakın bir kadın olması nedeniyle mi bu kadar benimsemiş ve bu kadar yakın bir dostluk kurmuştur? Elbette, Hayır. 
Margareth Rutherford 1892 Mayıs'ında Londra'da bir aile trajedisinin içine doğmuş. Doğumundan on yıl önce evlenen annesi ve babası, daha balayındalarken babası derin bir depresyon geçirmiş ve zamanın psikiyatri klinikleri neyse, öyle bir yere kaldırılmış. Oradan çıktıktan sonra, karısıyla görüşmeye henüz müsait değil diyerek babasının yanına gönderilmiş. Orada, birini öldürmüş ve yeniden aynı kliniğe kaldırmış. 
Margareth Rutherford'un doğumundan bir yıl önce annesi, babasının onun gözetiminde yanında yaşayabileceği konusunda resmi makamları ikna ediyor. Margareth doğunca, o daha birkaç aylıkken aile hep birlikte Hindistan'a taşınıyor. Margareth'in babası orada gazetecilik yapıyor, derken asıl felaket gelip minik kızı buluyor. Margareth'in annesi ikinci çocuğuna hamileyken intihar ediyor. Babası da kızını alıp 1895'de İngiltere'ye dönüyor, onu yetiştirmesi için karısının kızkardeşine bırakıyor. Sonra yeniden psikiatri kliniği. Gene bir suç işlemiş olmalı, ama babasının nasıl bir olaya karıştığını, Rutherford otobiyografisinde bile yazmıyor. Aslında kopuk bir ilişki söz konusu. Teyzesi onu babasından özenle koruyor ve baba-kız bir daha birbirlerini asla görmüyorlar. 
Yatılı okulda büyüyen Margareth, orada müziğe ilgisini keşfediyor ama teyzesi kötü birkaç kalp krizi geçirince, teyzesinin bakımını üsleniyor. Kadıncağız vefat ettikten sonra Margareth, onun mirasının tamamını, içinde ukde kalan bir tek şeye harcıyor: Tiyatro eğitimine. Özel dersler alıyor...
Margareth Rutherford, azmin bedenlenmiş ifadesi olarak 33 yaşında hayatında ilk kez -bir yan rolde- sahneye çıkıyor ve sadece bir yıl kadar sahnede görünüyor işinden atılıyor. Margareth geçimini esasen piyano ve diksiyon dersleri vererek sağlıyor.
İlk sinema filmi rolü 1936'de, 44 yaşındayken. 1961'de ilk Miss Murple rolünü üslendiğinde 69 yaşında.
Oynadığı diğer üç Miss Marple filmi de şunlar:
1963 yapımı "Murder at the Gallop", 1964 yapımı "Murder Most Foul" ve gene 1964 yapımı "Murder Ahoy".
Beni bu filmlerde etkileyen diğer konu, Margareth Rutherford'un, Mr. Stringer gibi -romanlarda olmayan- bir karakteri (kocasını) filmlerde yardımcı oyuncu olarak sokmayı, hatta Agatha Christie'ye bile "Miss Marple'ın yardımcısı Mr. Stringer"i kabul ettirmiş olmasıdır. Rutherford, kendisi gibi bir oyuncu olan Stringer Davis ile 1945'de evlenmiş. "Mr. Stringer", Rutherford'dan 7 yaş daha genç ve eşinden bir yıl sonra 1973'de o da hayata gözlerini yummuş.
Son Agatha Christie filmi 1980'de çevrildiğinde ünlü yazar dört yıldır artık bu dünyada yaşamıyordu, sinema da tüm dünyada krizdeydi. Televizyon'un yaygınlaşması, star sinemasının da sonu olmuştu. İşte bu şartlar altında "The Mirror Crack'd" romanının filmi çekildi. Tam bir "yıldızlar geçidi" -yani yıldızların hayatta kalma çabası. Başrollerde Elisabeth Taylor, Tony Curtis, Rock Hudson, hatta Geraldine Chaplin bile vardı. Oldukça zayıf, görüntü ve kadrajıyla bir televizyon filmini andıran Guy Hamilton filmi, benim seyrettiğim son Agatha Christie filmi oldu. Christie'nin romanlarından esinlenerek çekilen 22 film arasında has Miss Marple Margareth Rutherford'un oynadığı dört filmin yeri müstesnadır. Ve gene bu nedenle, Miss Marple'lı Agatha Christie romanlarını okumayı asla düşünmüyorum, çünkü romanlarda başka bir Miss Marple bulmaya hazır değilim. Ben, bırakalım böyle dağınık kalsın diyorum ve Margareth Rutherford'u saygı ve sevgiyle anıyorum.

Unutulmaya mahkum bir yazardan "Franz Kafka" çıkaran adam...

Eskiden bar işletmiş olmanın avantajıyla müzikten iyi anlayan Murakami Haruki, dev romanı 1Q84'ün daha birinci bölümünde, bizi minietekli sihirli tetikçisi Aomame ile birlikte, Çek besteci Leoš Janáček'le de tanıştırır. Prag'dan çıkan ve Dünya kültür hazinesine katkıda bulunan incilerden biridir Janáček. Benim adını bildiğim ama müziğini pek bilmediğim bir sanatçı. Ama "Aslan asker Schwejk"i herkes bilir -yazarı Jaroslav Hašek bile, o romanı kadar ünlü değildir...
Önemli yazarların eşfedilme hikayeleri, her zaman heyecan vericidir. Bir sanatçının keşfedilmesi ve Dünyaya takdimi, her zaman enteresan hikaye örneklerindendir. Adını şimdi burada -ondan izinsiz- anmak istemediğim ünlü bir Türk yazarının açık yüreklilikle anlattığı kendi keşfedilme hikayesini ve o dönemdeki ruh halini ürpererek hatırlıyorum. Basit ama çarpıcı hikayelerdir. Tabii böyle bir şeyin olabilmesi ve keşfedilebilmesi için önce sahici bir yeteneğinin olması gerekir, yoksa varolmayan bir yetenekten "sahici sanatçı" çıkaramazsınız. Gerçek sanatçılar genellikle aşırı mütevazi, sıkılgan ve yalnız tiplerdir. Onlarla dostluk kurmak, onlara yaklaşmak kolay değildir. Ama kendilerine ördükleri surları aşıp onlara erişebilirseniz, muazzam bir hazine bulabilirsiniz. Bu durumu en iyi, gene yazarlar anlar. Mesela Anton Çehov, yazarlığını pek ciddiye almayan ve bu yüzden kendini paralarcasına gezici köy doktorluğu yapmayı sürdüren biridir. Ölümünden hemen önce tüm mütevaziliğiyle, "Görürsünüz bak. Yazdığım her şey, ben öldükten birkaç yıl sonra unutulacak" gibi cümleler sarfetmiştir. Günümüzde Çehov, 80 dile çevrilmiş, kitapları en az 70 milyon adet basılmış, yazdığı oyunları hala kapalı gişe oynayan, kısa öyküleri -teknik itibariyle- hâlâ aşılamamış biridir. Dramaları, Shakespeare'inkiler işe birlikte Dünyanın en iyilerinden sayılır. İşte onun gibiler, zamanın ruhuna uygun olarak "keşfedilirler."
1884'de Prag'da doğan Max Brod, zamanının tanınmış yazarlarından. 1915'de "Tycho Brache'nin Tanrı'ya giden yolu" romanını yazdıktan sonra üne kavuşmuş. Max Brod, sadece bir yazar değil, bir "kaşif" aynı zamanda. Janáček'i keşfeden ve onun Dünya tarafından tanınmasını sağlayan kişi Brod, ve en az o kadar önemli olan, aslan asker Schwejk'ın savaşa karşı duruşunu Almanca'ya çevirip Dünya'ya tanıtmış olması...
Brod, ünlü bir yazarken 1902'de tanıştığı Franz Kafka ise, o zaman tanınmayan bir yazar. 1924'de Kafka'nın ölümüne kadar onun en yakın arkadaşı olan Brod, Kafka ölüm döşeğindeyken onun son isteğini de dinlemek gibi bir eziyet yaşıyor. "Sevgili dostum" diyor Kafka, "ben öldükten sonra tüm yazdıklarımı ve roman taslaklarımı yakmanı istiyorum senden."
Max Brod, sevgili arkadaşının cenaze merasiminden sonra onun kitap taslaklarını ve el yazmalarını inceleyip, bu eserleri yakmanın Dünya edebiyatına büyük bir kötülük yapmak anlamına geleceğine hükmediyor ve oturup, Kafka'nın bütün eserlerini bir editör titizliğiyle yayıma hazırlıyor. Almanca dilinin bu bir numaralı Çek yazarının kitapları önce Amerika, Fransa, İtalya ve İngi,ltere'de dikkat çekiyor. Almanlar Kafka'yı anca 1945 sonrasında yeniden keşfediyorlar. Ve bu öykünün kahramanı Max Brod, kendi romanları artık bilinmeyen ve okunmayan bi yazari olarak 1968'de Tel Aviv'de hayata gözlerini yumarken, ardında bir edebiyat fenomenini bırakıyor: Franz Kafka...
Bana keşfedilme hikayesini anlatan ünlü Türk yazarının döne döne okuduğu yazar da işte o Kafka. Çünkü yazanlar bilir, her yazarın okuduğu ve hatta bir yerde örnek aldığı dev yazarlar, yani ustalar vardır. Kafka, o ustalardandır ve onun kitaplarını, yukarıda resmini gördüğünüz Max Brod'a borçluyuz...

Filmi sollayan müzik...

Flash Gordon, Amerikan çağının ilk süper kahramanlarındandır. Oldukça ilkel bulduğum bu çizgi bantlar dizisinin kitap halinde Türkiye'de de yayımlandığını görüp de şaşırmamak elde değil. Amerika'da "Aya gitmek" olayının bir büyüklük ölçütü haline geldiği, Türkiye'de "Eller Ay'a biz yaya" tekerlemesinin seçim nutuklarında mutlaka kullanıldığı 1970'li yıllarda modası çoktan geçmiş demode bir kahramandı Flash Gordon. İlk defa yayınlandığı 1937'den sonra önce Süpermen, sonra Batman ortalığı kasıp kavurmuştu ve bu iki "kahraman"ın filmleri haala çevriliyor, Batman'ın son filmi daha geçtiğimiz yıllarda vizyondaydı. Ama ne Süpermen'e ne de Batman'e, nasip olmayan birşeye sahipti Flash Gordon: Müziğe…
Alex Raymond'un çizdiği bu kahraman için 1980 yılında çekilen film, bana göre, "Dünyayı kurtaran adam" tadında, ama filmin müziğini yapan: Queen, şu bildiğiniz, Fredy Mercury'li ünlü Rock grubu…
Daha önce üç Flash Gordon filmi çevrilmiş, hiç biri tutmamış. Televizyon dizileri, radyo programları, çizgi dizi ve süper tip hepsi tarih, ama Queen'in Flash Gordon plağı haala kült eserlerinden biri. Plakta filmden dialoglar ve o zamanın ses efektleri falan var, ama filmin müziği, filmi ve Flash Gordon'u kesinlikle sollamış vaziyette. Aynı şey "Alexis Zorbas" için geçerli değil midir? Nikos Kazancakis'in bu ölümsüz romanının filmine Mikis Theodorakis bir müzik yapıp dünyayı fethetti. Roman kuşkusuz unutulmayacak, ama filmin müziğini herkes bilir. Yunanistan dendi mi, Theodorakis'in bu filme yaptığı müzikler çalınır önce. Filmini sollayan müziklere son örnek, geçen gün yeniden seyrettiğim Oscarlı "Kwai Köprüsü" filmi. İkinci Dünya savaşından hemen sonra çekilmiş en güzel savaş filmlerinden ve orada da film müziği, muhteşem Alec Guinness'in bir ıslık önünde...

Teğet geçen klasikler...

Galiba 2000'li yılların başındaydı, Beyoğlu'nda büyük bir yayınevinin kendi kitaplarını sattığı bir binada, "Klasikler nerede" soruma yanıt olarak gösterilen köşede, sadece Batı edebiyatının kitapları vardı ve Rus edebiyatı da Batı edebiyatına dahildir elbette. Doğu klasiklerinden bir tane bile kitap göremeyince, oradaki yetkiliye, o köşeye neden "Batı klasikleri" değil de "Dünya klasikleri" dediklerini sormuştum, o da "ileride onları da düşünüyoruz" gibi akla sakat bir yanıt vermişti. Yani "teyzem ileride amcam olacak" gibi bir laf ve günümüzde de olmadı. Birkaç istisna dışında "Doğu klasikleri" ya yok ya da bir elin parmakları kadar az. Mesela Türkiye'de -anlayarak yapılmış- bir tek Yi Ching çevirisi yok. Her Çinli'nin bugün de okuduğu, hatta bugünkü hayatında kullandığı bilmemkaç bin yıllık bu kitabın Türkçesini okurken, kuru bilimsel metin okuyormuş gibi oluyorsunuz. Bu ülkeye gene birşeyler teğet geçiyor gibi. Mesela Çin almış başını giderken, Türkiye'de Çin'e ve Çin kültürüne ilginin sıfıra yakın olması gibi, bugün -özellikle- Türkiye'de çok okunan Tolstoy, Dickens ve diğer "Klasikler" devrinde de Türkiye'de kimse onlarla ilgilenmemiş...
Türkiye'de Süveyş kanalının yapılması ve İngilizlerle al takke ver küllah anlaşma denemeli yıllarında Tolstoy, ilk romanı "Çocukluğum"u yazmış (1860). Bundan iki yıl sonra da Victor Hugo "Sefiller"i yazmış, hani en son opera/müzikal versiyonunu sinemalarda izlediğimiz "Sefiller" yazıldığı yıllarda İstanbul'da Şinasi, eski Doğu usulü sahne sanatı ile Batı usulü tiyatroyu birleştirerek yazdığı "Şair evlenmesini" sahneye koymuş -bugün kimsenin ilgilenmediği bir olay. Lise'de mecburi edebiyat dersinde bir pasaj sadece, hiç bir tiyatroda oynamaz, gidip göremezsiniz...
Charles Dickens "İki Şehrin Hikayesi"ni yazarken, Ziya Paşa da "Tecr-i Bend" adlı ünlü uzun şiirini yayınlamıştı. Edebiyat tarihçileri dışında, bugün pek ilgilenilmeyen bir şey...
Fakat galiba en acı olanı, bugünün evrensel Dünya kültürünü belirlemiş Tolstoy, Dostoyevski, Dickens, Stevenson gibi ilk önemli klasikler, Türkiye'ye tam anlamıyla teğet geçmiş görünüyor. Tolstoy'un "Çocukluk" romanı daha 1860'da İngilizceye çevrilmiş ve Tolstoy daha o zaman bir dünya yazarı olmuş. Bütün Rusya, Tolstoy'un 80 yaşına basışını şenliklerle kutlarken yıl 1908 ve Türkiye'de tek konu Abdülhamit İstibdadı ve İttihatçı İhtilali. Bulgaristan falan bağımsızlığını ilan edip oradan Anadolu'ya göç başladığında, Enver Paşa yere göğe konulamazken, Louis Bleriot uçakla Manş denizini  geçiyor, Jack London da ünlü romanı "Martin Eden"i yazıyordu. Jack London, John Steinbeck ve benzerleri klasikler Türkiye'de asıl 1960'larda, yani yazılışlarından uzunca bir süre sonra okundular. Tolstoy ve Dickens gibiler ise, Hasan Ali Yücel tarafından sistemli bir çeviri çabası sayesinde ancak 1930'lar sonrası Türkiye vatandaşlarının raflarında yerlerini aldılar ve okundular…
Tarihin internet nedeniyle tüm Dünya'da eşzamanlı yaşandığı günümüzde, gene bir çok konu gibi edebiyatın ve sanatın da Türkiye'ye teğet geçmesi acı. Her insan gibi toplumlar da algılayabildiği kadarını görüyor. Sanat ve edebiyatı bir aydın gevezeliği biçimi, lüks bir lüzumsuzluk sayarsanız, 19'uncu yüzyıl edebiyatını ve Dünyasını ıskaladığınız gibi şimdi de 21'inci yüzyıl Dünyasını ıskalayabilirsiniz. Ama Türkiye'nin herşeye rağmen gene de bugünü yakalayan insanlara sahip olduğunu ve Dünya kültürüne yeni değerler kazandırdığını söylemeden noktalamayalım...

Kendi arabanda misafir, veya Silikon Valley tipi ulaşım...

Son yirmi yıldır sadece kiralık otomobil kullanmış bir şoför olarak, yurt dışında tuvalete bile otomobille gittiğim günleri hiç aramıyorum. Ama modern hayatın insan hayatına soktuğu "Bireysel Ulaşım" anlayışı, yani "herkesin kendi arabası" meselesine kayıtsız kaldığım söylenemez -diye bir cümle kurmak isterdim...
Ben otomobillerle sadece Matchbox (çocuklara mini otomobiller hediye etmeyi severim) ve estetik açısından ilgilenirim, mesela Bugatti'nin efsane modellerini severim, çünkü sanat eseridirler. Ama "Apple bir otomobil üzerinde çalışıyor" diye bir haber duyunca buna kulak kabartırım, zira Apple, telefonu yeniden icad eden ve bir yaşam stilinin sembolü olmuş önemli bir markadır ve dört ürünü her an ya cebimde ya sırt çantamda ya da çalışma masamın üzerinde durmaktadır. Bu markanın yeni bir tür elitizmi temsil ettiğine istemeyerek "Evet" diyebilirim, gene de Apple otomobilinin ne olduğuna şöyle bir bakmak önemli...
Öyle çok hız meraklısı biri değilim. Otomobil kullanmama nedenim de İstanbul'da onca Taksi, Otobüs, Metro varken ve Dünya'ya kıyasla ucuzken, zamanımın bir kısmını araba kullanmaya harcamamak, yoksa kitabımı nerede okuyacağım? Benim sadece Metro'da okuduğum bir kitabım var yanımda...
Silikon Valley'in bilgisayar ve internet üzerinden Dünya'da sergilediği yeni üstperdeden çokbilmişlik havası son zamanda daha çok dikkat çekmekle birlikte, kendi arabanda misafir olmak fikri gayet güzel. Bir çeşit görünmez özel şoföre sahip olmak cazip ve yeni ulaşım mantığı da tam bu noktaya odaklanıyor...
2003'de kurulup, özellikle İskandinav ülkelerinde çok tutulan elektromotorlu Tesla otomobilleri, modern ulaşım anlayışının evrilmesinde ilk önemli taşı gediğe koymuş görünüyor. Bu otomobillerden kullanan yabancı bir dostum, arabanın Porsche'den bile çok daha çabuk hızlandığını, şimdilik tek dezavantajının, bir aküyle en fazla 480 kilometre gidebildiğini söylüyor, ama bu da büyük kusur değil, çünkü yedek aküyü takıp yolunuza devam edebiliyorsunuz...
Google ve Apple'ın hedefi ise, kendi müşterilerine sunabileceği kadar düşük fiyat kategorisinde (yani yaklaşık 15 bin Euro'ya alınabilen), kendi kendine giden otomobiller. Ana fikir, otomobilde giderken yola bakmak yerine iPad'e bakmak, Tweet yazmak ve müzik dinlemek gibi faaliyetlere alan açmak. Sadece Apple ve Google değil, Mercedes'den BMW'ye kadar birçok otomobil firmasının da giderek bu alana yoğunlaşıyor. Amaç, bir yolcu gibi kendi arabanıza binip, gideceğiniz yerin adını söylemek ve otomobil sizi oraya götürürken kitap okumak, yani benim metroda veya otobüste yaptığımı yapmak, kısacası otomobil kullanmak dışında konularla ilgilenmek...
Otomobiller pek sorun değil. Aynen Apple'ın üretilmesi gibi her bir parçası ayrı ülkede yapılıp Çin'de monte edilecek, bu yöntem benimsenmiş görünüyor, ama test aşaması oldukça yeni ve güvenlik -Apple'ın temel politikalarından- çok önemseniyor, bu nedenle otomobillerde aynı sistemden iki tane birden bulunacağı şimdiden kesin...
Tesla otomobillerini yeni duydum. Çin'de üretilen yeni Qoros otomobillerinin sağlamlık testinde dünya ikincisi olduğunu da ve Google-otomobili konusunda bir Türk'ün önemli bir rol üslendiğini de yeni öğrendim: Adı, Seval Oz...
Konunun uzmanları, 2020 yılında otomobillerin otomotik pilotlar tarafından kullanılır hale geleceğini, çevreye sıfır atık bırakan elektrikli otomobillerin sayısının önemli artış kaydedeceğini söylüyorlar. Trafik kazalarının yüzde 90'ının sürücü hatası, yüzde 10'unun teknik hata olduğunu düşünecek olursak, hiç de olağandışı bir tahmin gibi görünmüyor. Ve Apple otomobilini merak ediyorum. Ama şekli şemali yukarıdaki otomobil gibiyse, hayatta almam!..

Sanatözürlüler ülkesi Türkiye ve uçan kazlar...

Bir arkadaşımın Güzel Sanatlar akademisinde okuyan kızının hocaları hakkında anlattıkları beni çok şaşırtmıştı, çünkü adı profesör falan olan bu tiplerin, -sanatı biryana- sanatın ruhuyla alakaları olmadığı anlaşılıyordu. Nihayet ben de bu ülkede doğup büyüdüm. Müzisyenin "çalgıcı", ressam ve heykeltraşın "kasıntı özenti" falan sayıldığı, yaptıklarının hiç beğenilmediği, Monna Lisa'dan başka resmin, Michelangelo'dan başka heykeltraşın tanınmadığı, sanat duygusunun ne nasıl nereden geldiği ile pek ilgilenilmediği aşağılıkkompleksli bir şablonlar ülkesi burası. Burada çocuklar ya doktor ya mühendis olması için okula gönderilir, asfalt ve beton, "eser" sayılır. Sanatın Lübnan'dan, Kıbrıs'dan, hatta Afrika ülkelerinden bile daha hafife alındığı bir yerdir. Türkün varlıklısı Mercedes SLK'ya biner, ama bu arabanın dizaynını yapanın da bir insanoğlu olduğunu, hatta bir Türk olduğunu (Murat Günak) falan bilmez. Türkün gözünde sanatla ilgili alanlar ciddiye alınmaz, ama ev önemlidir! Betona gelesice Türk milleti, ev biriktirir. Tatile Antalya'ya mı gidilecek? Hemen oradan bir ev alır, tatilini kendi evinde yapar ve iki sene sonra da satar, ama çocuğunun herhangi bir sanat alanının eğitimini görmesini hayalinde bile göremez, ne yani çocuk çalgıcı mı olacaktır?!..
İşte bu nedenle, değerlerin betonla değil yaratıcı zekayla ve sanayla/estetikle ölçüldüğü günümüzde Türklerin dünya starı yok denecek kadar azdır, çünkü çocuğunun/yakınının sanatsal yeteneğinin hakkını verip onu cesaretlendirecek kimsecikler yoktur…
Ama günümüzde bu nato-kafa-nato-mermer kırılıyor ve gençler sanat alanlarına yönlenmek konusunda cesaretlendiriliyor, ancak o temel sorun, Çin seddi gibi yerli yerinde duruyor: Zevksizlik, kabalık ve sanattan anlamaz şabloncu snobluk…
Sanatın bu kadar küçümsendiği, sanatın sadece "güzel şeyler yapmak ve kapalı salonlarda sergilemek" sanıldığı Türkiye gibi ülkelerin sanatçıları da hep başka ülkelerde yetişir, tanınır ve değeri bilinir. Şimdilerde Almanya, Türk sanatçıların özgür ortam bularak ve değerleri verilerek boy attıkları bir Türk sanat diyasporası görünümünde. Türkiye'de destek bir yana, köstek olunuyor. Sanata değer verilmeyen, anlaşılmayan bir yerde sanat da olmaz elbette. Mısır'ın, Yunanistan'ın, Lübnan'ın dünya sinemalarından tanıdığımız dünya starları vardır, Türkiye'nin yok. Muzaffer Tema'nın çabalarını falan saymazsak…
Nüfusu İstanbul'un köylerinden küçük Karadağ, Slovenya gibi ülkelerin bile dünyaca ünlü sanatçıları var, ama Türkiye gibi 75 milyonluk bir ülke, bu konuda Mısır'la bile boy ölçüşecek durumda değil...
Bugün Cumhuriyet gazetesinde bu çarpıklığın "dört dörtlük" bir örneğini okuyunca, bu yazıyı yazmaya karar verdim. Mehmet Ali Uysan, tıpkı Fazıl Say, Nuri Bilge Ceylan, Orhan Pamuk gibi bir dünya sanatçısıdır, 2010'da yaptığı ve yukarıda gördüğünüz "Skin" (Ten) adlı eseri, The Independent gazetesi tarafından, New York'daki Özgürlük Anıtı ve Michelangelo'nun "Davud" heykelinden sonra dünyanın en önemli üçüncü önemli "Kamusal alan yapıtı" sayılıyor, ama Uysan, Hacettepe Güzel Sanatlar Akademisi'nden atılmış! Ankara'lı sanatçılar listesinde hala adı yok. Dünyanın belli başlı kentlerinde sergileri açılmış, Ankara'da açılmamış. Hocaları onun yaptıklarını "heykel" saymamışlar (Heykel denince akıllarındaki o şablonu merak ediyorum), anlaşılan o fikirlerini değiştirmemişler de…
Ve en kötüsü, o üniversiteli kızın bana anlattığı gibi "Hocalar", yaptıklarının heykel olmadığına -bir süre- Uysan'ı da inandırmışlar. Ama gerçek sanatçıyı bağlasan durmaz, çünkü sanat yapmak, sanatçı için doğal bir dürtüdür, istediğiniz kadar bastırın mutlaka dışarı çıkar, yani bir şekilde ifadesini bulur. Eh o da gerçek sanatçıymış, isteyen "yapamazsız" desin, yapmış. Ama yukarıda resmini gördüğünüz dünya üçüncüsü eserini Trabzon'a da koymuşlar, "alay konusu" olmuş ve yerinden kaldırılmış…
Türkler kamusal sanat adına Horoz, zerdali, domates heykeli falan dikerek dünyaya rezil olmayı tercih ediyorlar. Şimdi Uysan'ın Ten heykelinin yerine bir kaz heykeli dikilirse kimse şaşırmaz ve yabancı basın da "Ten yerine kaz heykeli" haberini de mutlaka yapar -emin olun...

Kurtlar...

Bu hayvana ne zaman ilgi duymaya başladığımı hatırlamıyorum, ama nisbeten yeni bir tarih sayılır, çünkü bir "Devrdimci"nin Ülkücülerin sembol hayvanını sevemeyeceği devirleri atlattıktan sonraydı…
Kurtla ilk tanışmam, masallarda oldu. Babaannemin masallarındaki kurt siyasi olmadığından başka bir kategoriye giriyordu ve başka bir ad taşıyordu: "Canavar". Balkanlardan gelenlerin kurda "Canavar" demeleri, bana her zaman çok sonra duyduğum "Kurt adam" efsanesini ve "Drakula" falan gibi irkiltici fantastik kötülükleri çağrıştırırdı. İlkokuldaki "Yavrukurt"luğum, kurt gibi acıktığımda anneannemin yaptığı ve adına "kurt" dediği basit hamur kızartmaları, kırmızıbaşlıklı kızı yiyen kurt falan hepsi, "faşist kurt"la birlikte uzunca bir süre hayal dünyamdan çıktı…
İnsan gerçekten daha bir olgunlaşıyor mu, yoksa hayatı daha iyi anladıkça daha az mı korkuyor veya temkinli biri oluyor bilemem, ama siyasi bagajlardan kurdulunca oldukça hafifleyip her konuya daha tarafsız bir yerden yaklaşabildiğini söyleyebilirim. Ben de hafifledim ve göçebelerin dinlerini araştırırken bu hayvan yoluma çıktı. Kuzey Asyalı göçebeler ona Börü veya Böri diyorlar ve birçok göçebe boy'un Ongon'u, yani totemi kurt. Kırgızlarınkinden tutun da Çingis Han hakkında anlatılanlara kadar bazen abuk sayılabilecek kurt hikayeleri, söylenceleri vardır. Masallardaki gibi havvan donuna bürünen Kamların, Amerikalı rejisörlerin "kurtadam" denen tipler olmaları da mümkündü, hem de çeşit çeşit hayvan donuna girip, koruyucu hayvan ruhlarına dönüşen cinsinden. Yakutlar bu hayvanlara Ije-kil diyorlardı ve tabii Kurt da onlardan biriydi…
Sadece göçebelerin değil, Doğu Asyalıların da Kurdu önemsediklerini sonraki yıllarda öğrendim. Kurtları örnek alan Çingis Han'ın kurduğu Moğol soylular sınıfının Anadolu'dan Ortadoğuya, oradan Çin'e ve Hindistan'a kadar o zaman bilinen dünyanın büyük bir bölümüne hükmetmesinden önce uzunca bir süre Aşina hanedanının aynı rolü üslendiğini öğrendiğimde, bu Kurt hikayesi gene önüme çıktı. Kimilerinin "yol gösterici", kimilerinin "Soyu devam ettirici" diye adlandırdığı o kurt, bu kurttu ve adına da Aşina deniyordu. Kurtların bu kadar uzun süre bu kadar popüler olabilmeleri ise, galiba sürü örgütlenmelerinde gizli…
Böceklerin bile düşünebildiği, duygularının olduğu, abstrakt düşünmeyi bile başardıkları, planlar yapabildikleri kanıtlanmışken, kurt gibi mistik bir hayvanın insanları nasıl etkilemiş olduğunu tahmin etmek artık zor değil. Kurtlar, küçük aşiretler gibi davranıyorlar ve çok örgütlü akıllı avcılar. Ülkücüler devrinden kalma çok kurt efsanesi dinledim. Bunlar, kitap niyetine okunmayacak ilkellikte, hamaset ürünü faşizan ve aptalcaydılar. Tarihlerine ilham olmuş Kurt gibi bir hayvan hakkında ciddiye alınabilecek bir tek adam gibi hikaye yazmamış Türklere karşılık, Çinlilerin böyle bir Bestseller'e sahip olduğunu öğrendikten sonra gardım iyice düştü ve siyasi saçmalıkları bırakıp bu hayvana karşı sempati duymaya başladım. Jiang Rong takma adıyla "Kurt totemi" diye bir roman yazıp, Çin'in tüm zamanlar için satış rekorunu kıran Lü Jiamin, kitabına eklediği bir makaleyle Çinlilere bir de koyunluktan vaz geçip kurtlar gibi olmalarını öneriyordu. Avni Pardo'nun Türkçeye çevirdiği kitap, berbat bir kitap kapağıyla piyasaya düştü ve pek de ilgi görmedi. Çin'de 25 milyon adet satılan bir kitaptan bahsediyoruz. Kurtların sofistike hayatları, örgütlenme biçimleri, avlanma ve savaş usulleri, insanlarla kurdukları iletişim biçimleri, bu hayvanları ilginç kılıyor -en azından benim için...

Rüya gören arılar...

"Arı gibi çalışkan olma"yı mutlaka duymuşsunuzdur, ama "Arı gibi akıllı olmayı" henüz duymadığınızdan eminim, -ben de yeni duydum...
Hayvanlar duygulu yaratıklardır. Çocukluğumda hayvanlara uzak bir yaşam sürmemin sonucu olarak böyle şeyleri hiç düşünmemiştim, hatta -galiba- "ısırdı" diye bir köpek korkusuyla kuduz aşısı bile oldum, hem de o zamanlar karnınızdan yediğiniz ve insanı allak bullak eden iğnelerdendi. Artık çocuk değilim, özellikle kedileri çok severim, ve bu hayvanların her birinin ayan-beyan özgün karakterleri olduğunu, insanlarda olduğu gibi iki kardeş kedinin bile birbirine zıt karakterleri olabildiği, insanlarla iletişim kurduklarını falan bilirim. Köpekler için de durum pek farklı değildir. Kızkardeşimin Tibet cinsi köpeği konusunda anlattıkları da hep kulağımdadır...
Geçtiğimiz yıllarda -2013'den itibaren- hayvanların insanlara daha çok benzeyeceğini ve daha akıllanacaklarını anlatan ilginç makaleler okudum ve bunlardan hiçbiri de beni şaşırtmadı. Çin'deyken beyaz bir yunus cinsiyle hayatımda ilk kez iki ahbap gibi gözgöze geldim ve insana umulmadık kadar yakın olduğunu hissettim. Gerçi biz insanlar, hayvanların aklı konusunda konuşurken aslen onların bize ne kadar benzedikleri üzerinden değerlendirmeler yapıyor, böyle kriterler koyuyoruz, ama hayvanların aklı hiç de bizim umduğumuz ölçülerle değerlendirilebilecek gibi değil, bu yüzden de yarım yüzyıldır arı beyni üzerine çalışan bilim adamıRandolf Menzel'in söylediklerine kulak kabartıyorum...
Ana fikir her zaman, hayvanların düşünüp düşünemedikleri olmuştur. Eskinin bilim adamlarını geren en büyük konudur. Yunus düşünebilir mi? Evet. Bunu artık net söyleyebiliyoruz. Kediler ve köpekler için de yanıt aynı. Hayvanların ruhsuz birer biyolojik robot olduğunu düşünen René Descartes'ın üzerinden nice hayvanlar geçti, nice sürüler, nice kedi patileri, ama arılar?!..
İşte konu da bu zaten. Bir susam tohumundan daha küçük beyne sahip olan bal arısı, sadece düşünmekle kalmıyor, abstrakt da düşünebiliyor, yani biz nasıl harflere bakıp okuyarak, o işaretlerden aklımızda hikayeler kurgululayabiliyorsak, arılar da bunu yapabiliyorlar ve böceklerin kuru biyolojik otomatlar oldukları teorisi de çökmüş durumda. Acaba bu oldukça yeni bir gelişme mi, yoksa eskiden beri böyle mi? Menzel'in Die Zeit gazetesine Ocak ayında verdiği mülakata göre hiç de yeni değil, yani kendini bir halt sanan insanoğlunun kibrine inat arılar, hem düşünebiliyorlar hem de duygulara, hatta bir "ben" duygusuna bile sahipler. Arılar, inanılmayacak kadar hızlı öğrenebiliyorlarmış ve insan gözünden on kat hızlı bir algılama düzeyine sahipler...
İnsanlar rüya görürken gözleri göz kapakları altında hızlı hızlı sağa-sola hareket eder. Uyurken arıların da duyargalarını hızlı hızlı hareket ettirdikleri bir mod varmış ve buradan, bu üretken böceklerin de rüya gördüğünü söylüyorlar. Arıların mutluluk halini ve öfkelenmelerini, nefretlerini bilim adamları anlayabiliyorlar ve onları köpekler gibi eğitebiliyorlar. Biliyorum, kulağa garip geliyor ama gerçek, aklınıza gelen her canlının kendine özgü bir düşünce biçimine, akla, ve belki "ben" duygusuna sahip olması, hatta tek hücreli canlıların. Menzel bunu anladığında, hocası profesör tarafından hemen arılara yönlendirilmiş. Profesör inanamamış, talebesi "kafayı bozmasın" diye onu arılara yönlendirmiş. Yarım asır sonra bilinen konu şu: Arının bir iç dünyası var, içinden düşünebiliyor, karmaşık planlar yapıyor, hemcinsleriyle özgün bir dans aracılığıyla konuşuyor, rüya görüyor, duygulanıyor...
Tüm canlılar, çimdiye kadar onlara hiç bakmadığımız ölçülerde kişilikli şeyler. Eski Kam'ların hayvanlara çok önem vermesi ve av öncesi uzun törenler yapmaları, öldürülen hayvanların ruhlarının yüksek bir mertebeye (Cennete) gitmesi için özel ritüeller yönetmeleri vs. hiç de boşuna değilmiş...
Modern insanın hayvanları birer ruhsuz otomat olarak görüp, ruh denen şeyi sadece kendine bahşetmesi kabalığı gün itibariyle bilimsel açıdan da tamamen çürütülmüş bulunuyor. Asıl ilginç olan, tüm canlıların kendine özgü bilinçli varlıklar olarak yaşadıkları gerçeği. Sadece yunus değil, arı da...
Çinli genç bir sanatçı, arıların abstrakt düşünme biçimini bir sanat haline getirmiş. Onlara kovan kurmaları için değişik geometrik alanlar kuruyor ve arıların kovanlarını sonra meraklılara sergiliyor. Kısacası olay hayvanların sanat/estetik duygularına kadar varmış durumda. Ressam filler falan derken, heykeltraş arılara kadar gelmiş bulunmaktayız. Hayvan haklarıyla ilgilenen hayvanseverlerin, arılara daha dikkatli bakmalarında fayda var. Hem Einstein bile, dünyadaki insan hayatının arılarla doğrudan ilişkisini göstermiş, bu küçük hayvanların önemine dikkat çekmişti. Bir de sokmasalar, kesinlikle çok şekerler! Ama kızdırırsanız kediler de tırnaklarını fena geçirir, hatta fena dişler. Arılarınki kadarı kadı kızında da olur!..

İnsanlardan geriye kalan...

Film arşivimde yeniden keşfettiğim bir film, "Life After People". Yıllar önce seyretmiştim. "İnsanlar birden ortadan kaybolsa, ardlarında bıraktıkları ne olur?" sorusuna yanıt arayan bir belgesel. Sonuç çok çarpıcı, çünkü birçok şeyin insanların ilgisi sayesinde varolabildiğini anlıyorsunuz, -mesela eski kitaplar…
Şehir atmosferinin birkaç on yılda doğa tarafından nasıl yutulacağını, tüm beton binaların ve gökdelenlerin de en fazla iki yüz yıl sonra tamen hak ile yeksan olabileceğini, görüntüler eşliğinde yeniden anlıyorsunuz. Bu filmi yeniden keşfetmemin asıl nedeni, bir süredir beni meşgul eden bir kitap aslında…
Kitabın konusu şu: Dünyada sistem bir vesileyle tamamen çökse, insanlar yeni bir uygarlığı nasıl ve hangi enstrümanlarla kurabilirler ve ortaya çıkacak en aküt sorunlar neler olabilir, nasıl bir yol izleyebilirler. Türk politikacıları ve düşünürlerin böyle "önemsiz" konulardan ziyade "seçimleri kim kazanır" gibi sorunlarla ilgilendiğini biliyorum -eh ben de ilgileniyorum- ama artık azıcık da böyle konulara kafa yorsak, sanki dünyada herşey aynen bu günkü gibi devam edecekmiş hayalciliğini yavaş yavaş terkedip biraz daha -başka türlü- gerçekçi olsak nasıl olur diyorum!..
Dünya böyle konularla daha fazla ilgilenmeye başladı ve bu hiç de hayra alamet değil...

Soru sormanın halleri!..

"Mu ni?!.."
Bu soruyu bu haliyle bir eski video komedisinden hatırlıyorum. Galiba bir Zeki Alasya ve Metin Akpınar parodisiydi. Çocuk bu soruyu, soran kişiyi isyan ettirinceye kadar soruyor -aslında o noktaya kadar asla gelmezler, çünkü çocuklar yetişkinlerden daha erken sıkılırlar…
Metrodayız, yanımda yabancı akademisyen bir dostum var ve aramızda Almanca konuştuğumuzu duyan genç, "Nerden geldin?" diye senli benli bir soru soruyor, ardından da "burada ne yapıyorsun?" diyor. Bana sorsa, Almanca "Polis misin?" diye bir karşı soru soracağım ama dostum kibarlığı elden bırakmayıp yirmi yaşlarındaki gence cevap veriyor -ki onun memleketinde bu olay tipik bir kabalık örneği. Yani 1970'lerde birinci vitesle katır kutur yokuş çıkan bir kasaba otobüsünde, yanınızda oturan kişi size "Hemşerim neri gidiyon?" formatında bir soru sorunca yanıtlanan cinsinden bir soru, ama biz İstanbul metrosundayız ve Almanca konuşmaya çalışan, Almanya'da babası dayısı dıdısının dıdısı yaşayan genç, aynı tonda sormaya devam ediyor. Araya girdim ve gence tanımadığı insana Almanca da olsa, bu tür senli benli sorular sormanın pek hoş kaçmadığını, artık böyle sorular da sorulmadığını, birisi Almanca konuşuyor diye ona eski Türk tipi sorular sormanın rahatsız edici olduğunu, bunu öğrenmesi gerektiğini falan kibarca anlattım. Genç bunların hiçbirini anlamadı ve aynı tonda sorup bazı sorularını bizzat yanıtlamaya devam etti…
Soru sormak, cevap vermekten çok daha önemlidir ve Karl Heinrich Waggerl'in deyimiyle "Deha soru sorar, yetenek soruyu yanıtlar." Ama bu ne sorduğunuza bağlıdır. Şimdi Rolf Dobelli'nin "Hayata Sorular" (Fragen an das Leben) adlı kitabıyla ilgilenirken o genç aklıma geldi. Benim mümkün olduğunca basit bir dille, yaptığının kabalık olduğunu -en incitmeyici şekliyle- anlatmama hiç bir reaksiyon göstermedi, tavrında da bir değişiklik olmadı, aynı tonda soru sormaya devam etti. Dostum, "O benim öğrencilerim yaşında" diye gencin tüm sorularını yanıtladı, ama rahatsız olduğumu söylemeliyim, çünkü bu oğlan İstanbul'da metroda gördüğüm 21'inci yüzyıl gençlerleriyle alakasız biriydi…
Dobelli'ye göre ne sorduğunuzdan çok, nasıl sorduğunuz önemlidir. İnce ve rafine bir yöntemle kişiye "Memleket nire" anlamına gelen bir sorunun cevabını kendiliğinden söylemeyi sağlayabilirsiniz, ama günümüzün nezaket kuralları eskisinden farklı. Dobelli, hayata yönelttiği sorular ile insanın kendi kendine sorduğu soruları gene dürüstçe yanıtlayıp kendisi hakkında düşünmesini kışkırtan iğneleyici, neşeli bir kitap yazmış. Mutluluğun ne demek olduğundan aşk ve sekse kadar rafine sorularla insanı düşünmeye sevk ediyor. Metrodaki genç Allahtan böyle konulara girmedi!..

Sen daha...

Ömrü boyunca banka memuru olarak çalışmaktan başka şeyler yapmanın hayaliyle yaşamış. Sonunda emekli olup mütevazi evine çekilince, canı birşey yapmak istememiş. Bir daha çalışmayı düşünmüyormuş elbette ama, hiç olmazsa bir sahil kasabasına yerleşmek veya uzak diyarlara gidip bol bol fotoraf çekmeyi hayal ediyormuş. Emekli maaşı yüksek olmadığından, bu hayallerinden de vaz geçmiş ve abone olduğu günlük gazetesini okuyup, seyahat ilanlarına ve dergilerdeki fotoraflara bakıp avunmuş. Günler su gibi akıp giderken, 77 yaşına yeni girdiği ayın üçüncü haftasında yıllık sağlık kontrolü için doktorun karşısına oturmuş. Olağan kontrollerden sonra doktor, MR çekilmesi gerektiğini ve diğer bil-umum araştırmanın yaptırılmasını talep etmiş. Kendini gayet iyi hisseden adam da doktorun tüm istediklerini yapmış…
Birkaç gün sonra doktor adamı evinden arayarak hastaneye gelmesini, konuşmaları gerektiğini söylemiş. Adamı bir korku almış tabii…
Doktor adama sadece onbeş dakikasını ayırarak, karaciğer kanseri olduğunu ve en fazla üç aylık ömrünün kaldığını söylemiş. Ameliyat'la kurtuluş çaresi de bulunmadığını, ilaç olarak da isterse ancak morfin yazabileceğini anlatmış…
Adam evine gelmiş ve üç gün evden çıkmadan düşüşünmüş ve bir karar vermiş. Hayır, Dünya seyahatine çıkmamış, fotosafari yapmamış, bir sahil kasabasına gitmemiş. Yakınlarındaki bir manastıra gidip durumunu anlatmış ve üç ay içinde ölünceye kadar manastırda kalmasına izin verilmesini istemiş. İzin vermişler. Bunun üzerine önce gazete aboneliğine son vermiş, üçbeş kuruş borcunu ödemiş, eski otomobilini, evini ve sahip olduğu herşeyi yakınlarına hediye etmiş. Hatta evinin anahtarını bir yakınına bırakmış ki, diğerleri de eve gelip girip baksınlar, istedikleri şeyleri alabilsinler diye…
Adam tabutunu satın alıp, küçük bir bavulla evini terketmiş. Manastırda sahip olduğu şeyler sadece iki kitap ve üzerindeki abaymış…
Yakınları onunla vedalaşmaya manastıra gelmişler, son kez onunla görüşmüşler, ağlayarak ayrılmışlar. Ve günler geçmeye başlamış. Bir ay sonra keşişlerden biri, "senin rengin yerinde, hasta birine benzemiyorsun" deyince, aynada kendine dikkatlice bakmış ve ne kadar uzun zamandır aynalara bakmadığını da hatırlamış bu arada. Evet ağrısı yokmuş, ama Avrupa'nın en ileri ülkesinin bütün MR'larının içinden geçirilip "ölecek" tanısı konan birinin doktorlara güvenmesi gerekiyormuş tabii…
Aradan üç ay geçmiş…
Adamın ne ağrısı ne sızısı varmış. Hayatını normal bir şekilde devam ettiriyor, hergün dua ediyormuş. Nihayet Başkeşiş kendisiyle konuşup, hasta olup olmadığını yeniden kontrol ettirmesini önermiş. Ayrıca manastırdan ölüm haberi gelmeyince, yakınları da arayıp sormuşlar elbette ve genç yeğeni adamı sağlıklı vaziyette görünce, "Aa! Sen daha…" deyip yarıda kesmiş cümlesini…
"Evet, ölemedim" demiş adam ve durumunun ne kadar garip, hatta utanç verici olduğunun da farkına varmış. Böyle bir durumda yalancı çıkmak, kimsenin istemeyeceği bir şey…
"Biraz daha bekleyelim" demiş ve manastır bunu kabul etmiş…
Adam yedi ay beklemiş. Ne bir ağrı ne bir sızı ve doktoruna gitmiş…
Doktor, "Siz ölmediniz mi?" diye karşıladığı hastasını yeniden kontrol etmiş ve bu kez, karaciğerindeki tümörün iyi huylu olabileceğini tesbit etmiş. "Ama her an kötü huylu tümöre dönüşebilir" demiş…
Bu gerçek hikayenin ilginç ve zor olan kısmını, varını yoğunu hediye ederek manastıra girmek değil, manastırdan çıkarak normal hayata dönmek oluşturuyor…
Adam eski hayatına dönememiş tabii, ama normal hayata yeniden adapte olması aylar değil yıllar sürmüş. Yakınları çok ısrar ettiği halde, hayatını tamamen değiştiren doktorunu dava etmemiş. Şimdi eski evinde oturmuyor, sahilde bir yere yerleşmiş ve hayalini kurduğu işleri yapıp, tümörünün kötü huyluya dönüşmesini bekliyor! -On yıldır...