1980'lerden beri çizgi romanın en hasını okumaya özen gösteren biri olarak, çizgi filmin "Miki" versiyonunu, yani Disney yapımlarını çocukluğumun bir safhasında terkettim. Önyargım, animasyonun çocuklar için yapıldığı şeklinde "tecelli" etmişti. Gerçi Yüzüklerin Efendisi'nin ilk animasyonunu, Buz ve Ateş'i ve benzeri yetişkin çizgi filmlerini seyrettim, ama bu filmlerden hiçbiri, normal sinema filmleriyle boy ölçüşecek kalitede değillerdi.
Ben animasyon filmleri, galiba Türkiye'ye döndükten sonra yeniden keşfettim, çünkü en kral sinema filmleriyle aşık atabilecek animasyonlar, 1990'lı yıllardan itibaren yeniden kapsama alanıma girdi. Japon Ghibli stüdyolarına hayrandım. Dünyanın en yaratıcı çizgifilm çizeri Hayao Miyazaki tarafından kurulmuş bir klasik çizgi film stüdyosu Ghibli. Bu muhteşem zat, Türkiye'de de gösterilen çizgifilm dizisi "Heidi"nin çizeri. Aslen Siyaset bilimi falan okumuş da olsa Miyazaki, 1984'de "Rüzgarlı vadi" (Kaze no Tani no Naustika) filmini yazıp çizen ve bu fantastik/epik çizgi film ile Japonya'da büyük bir başarı kazanmış bir sanatçı. Başarı, Japon tarihimnde bir ilk olduğundan, bir arkadaşıyla birlikte 1985'de "Ghibli Stüdyoları"nı kuruyor. Firmanın adı, İtalyanların Araplardan alıp kullandıkları "Çöl rüzgarı" anlamına geliyor. İtalyanlar II. Dünya Savaşı döneminde bu ad altında bir de uçak üretmişler.
Ghibli stüdyoları bir zamandır sadece Miyazaki filmi yapmıyor, büyük usta da 2013'de emekliye ayrıldı, ama buna rağmen Ghibli'nin mübalaasız bütün filmlarini seyrettim ve bu müthiş yaratıcılığa gerçekten şapka çıkarmak gerekir. Stüdyonun iki filmi, 2003 ve 2006'da Oscar ödülüyle taltif edildi. Bunlardan ilki, 1995'de çizilmeye başlanıp 1997'de vizyona giren "Pranses Mononoke" idi (Hauru no Ugoku Shiro). Film, gösterildiği yıl en fazla seyredilen bir numaralı Japon film olmak rekoruna da sahip. Zaten bunu öğrendiğimde Japonlara olan sempatim iyice artmıştı. Kapalı gişe oynayan animasyon film... Bunun Türkiye'de de olmasını ne kadar isterdim! Animasyon, Türkiye'de hala küçümsenen bir alt tür seviyesinde. Halbuki kesinlikle sınır tanımayan, yaratıcılığını konuşturmak isteyenlere sonsuz olanaklar sunan bir alan, -özellikle günümüzde.
İşte Pixar stüdyolarıyla, Ghibli filmlerinin çoğunu gördükten sonra "bu ahval ve şerait içinde" tanıştım. Galiba yabancı bir arkadaşımın önerisiydi. Pixar'ın kısa filmler kolleksiyonunu seyrettim. Firmanın sembolü olan masa lambası ve onun çocuğunun hikayelerini de içeren inanılmaz güzel ve yaratıcı değeri yüksek parçalardı. Tabii eski filmler de vardı aralarında, hepsi iyi değildi.
Pixar 1979'da Kaliforniya'da Graphics Group adıyla bilgisayar grafikleri üretmek maksadıyla kurulmuş. Ghibli'nin kurulduğu yıllarda (1986'da) Apple kurucusu Steve Jobs tarafından 5 milyon Dolara satın alınıp, firmaya "Pixar" adı verilmiş. Pixar, "Pixel" ve "Art" kelimelerinin toplamından kurgulanmış bir ad. 20'inci yüzyıl sonunun mucize yaratıcısı Jobs, firmanın hem isim babası, hem de dünyanın en iyi animasyon stüdyosu olmasını sağlayan kişi. Firma başta Lucasfilm için birkaç detay üretmiş ve galiba esas olarak "Bilgisayar animasyonu" teknolojisi üzerinde çalışmış. Pixar'ın geliştirdiği ve bugün her bilgisayarın ve cep telefonunun kullandığı üç boyutlu bilgisayar grafiği endüstri normunun patent sahibi Pixar.
Ben Pixar'ın sinama filmlerine, sekizinci filmleri "Ratatouille" ile giriş yaptım -ama hala çıkamadım! Bence bu film, şimdiye dek dünyada yapılmış en iyi sinema animasyonudur ve elbette önce yetişkinler için yapılmıştır, Oscar da aldı. Film, arşivimde var, üstelik müziği de arşivimde. Bu filmde ilk kez, animasyonun sonsuz ifade biçimlerinin resmen kalite edebiyata açılabileceği gibi olağanüstü bir duruma şahit oldum. Pixar'ın tipik Amerikan "şaheserlerini" seyredemedim tabii. Mesela ToyStory dizisi. Çok iyi yapılmış olmalarına rağmen oyuncakların oradan oraya koşuşturması pek bana göre değil. Bu film serisinin üçüncü filmi, açılış haftasında Amerika'da 360 milyon Dolar, dünyada da 831 milyon Dolar hasılat yapan en "başarılı" (çoksatan) Pixar filmi ama görmedim, görmeyi de düşünmüyorum. 2009'da vizyona giren ve baş kahramanını Türkçe, Erol Günaydın'ın seslendirdiği -nur içinde yatsın- "Up" filmi de, en az "Ratatouille" kadar başarılı bir film. (Bu film, benim tıfıl arkadaşlarıma en çok önerdiğim filmlerden biridir) Pixar'ın büyüklüğü şuradan geliyor: çok ilginç orijinal karakterler çiziyorlar, karakterleri kesinlikle çizgi dışı. Her devirde seyredilebilecek evrensel hikayeler yaratıyorlar ve inanılmaz yaratıcılar. Ayrıca son bilgisayar animasyon yöntemlerini kullanarak muazzam detaylı görüntüler sunuyorlar ve çizgi filmin, figürlerin kenar çizgileri görünen versiyonuyla vedalaşıyorlar. Kesinlikle "animasyon" adını kullanmamamızı gerektiren bir yaratıcılık örneği. 2001'den beri "Cars 2" ve "Monsters University" filmleri hariç 7 Pixar filmi de Oscar aldı. Ve özellikle benim en beğendiğim iki filmlerinin -Ratatouille ve Up- Oscar alması gerçekten çok hoşuma giden bir şey.
Steve Jobs Pixar'ı Disney'e tam 7.4 milyar Dolara sattı. (Aklı sadece asfalta/betona çalışan Türk "iş adamları"na duyrulur.) Bir avuç insanın işlettiği bu firma Disney'e, hem de Steve Jobs'la birlikte gitti. Jobs da Disney'in yönetim kurulunda bir koltuk sahibi oldu. Stüdyonun diğer filmlerinden ve rejisörlerinden, yazıcı-çizici personelinden, müzik yapımcılarından falan bahsetmeyeceğim ve hemen Pixar'ın son filmine dalacağım.
Türkiye'de "Tersyüz" adıyla oynayan "Riley's First Date", görmeyi hiç düşünmediğim bir filmdi. Filmde, Sünger Bob gibi acaip tipler var, aşırı renk manyağı, biraz fazla çocuksu görünüyordu. Filmin Pixar yapımı olduğunu öğrendikten sonra içime bir kurt düştü, zira bu firma kötü film yapmıyor -kesinlikle böyle. Ve filmi iTunes'dan kiralayıp izledim.
Evet film sahiden de aşırı renkli ama konusu, sembolizmi, deyme Hollywood filmlerine taş çıkartır. Ve konusu, animasyon türünde galiba bir ilk. İlk kez bir animasyon filminde negatif duyguların da gerekli olduğu, onların da önemli işlevleri olduğu gösteriliyor. 11 yaşındaki kız çocuğu Riley'in ilk anılarının nasıl oluştuğu, çekirdek anıların insanı nasıl etkilediği, çocuğun beş duygusu üzerinden anlatılıyor. Beş ayrı figür tarafından temsil edilen bu temel duygular: Neşe, Üzüntü, Tiksinti, Korku ve öfke. Bunlar herhangi bir paralel evrende yaşıyorlar ve çocuğun karakterinin oluşmasını sağlıyorlar. Sadece buradaki sembolizm değil, bu duyguların sembollerle anlatılması ve onların karmaşık etkisinin gösterilmesi bile çok değerli. Hikayede benim en çok hoşuma giden olay, çocuğun "Neşe'sini kaybetmesi" konusu oldu. Yani "Neşe"yi temsil eden figür, "Üzüntü"nün ortalığı karıştırmasını engellemeye çalışırken birden kendini duyguların yönetim kabinini dışında buluyor, Üzüntü de yanında. Olaylar (yani duygular) kontrolden çıkıyor. Filmin ikinci yarısında, Neşesi'ni yitiren kız çocuğunun keyfini yerine getirebilmek için üç duygunun nafile çabasına tanık oluyoruz: Tiksinti, Korku ve Öfke. Beceremiyorlar tabii.
Filmi, yeniden seyretmeyeceğim, bence estetik değeri düşük, bana hitab etmiyor, ama konusu bir harika. En iyi Pixar yapımlarından biri bence. Nitekim 2015 Kasım ayı itibarıyla dünyanın en çok seyredilen 250 filmi sıralamasında 67'inci sırada, yani 61'inci sıradaki filozof robot WALL-E'den sonra dünyada en çok seyredilen Pixar filmi.
Bu yazının sonuç paragrafı da şöyle birşey:
Türkiye dünyanın en muazzam kültür hazinelerinin üzerinde otururken, artık sanat eseri satın almaya, toplamaya ve müzeler açmaya başlayan Türk "iş dünyası", animasyona neden yatırım yapmaz? İnsanların birbirini yemekten başka konulara da odaklanmalarını sağlamak için küçük, kendileri için büyük bir katkı yapabilirler. Japon Ghibli stüdyoları, Patagonya'da bile tanınıyor, üstelik ilk filmlerinde fazla Japon öğeleri kullanmamaya da dikkat ediyorlardı, sonra bunu değiştirdiler. Türkiye'de animasyonun mutlaka -hem de kararlı bir kültür politikası ile sadece muhalefet tarafından bile olsa- sahici yatırım alanı olarak görülüp desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum, çünkü sınırlı kardoyla kolayca dünyaya malolabilen çok önemli bir iş alanı aynı zamanda. Kültür endüstrisi denen şey ne zaman "keşfedilecek"? Endüstri demek sadece gökdelen dikmekten ibaret değil, bunun çok çevre dostu ve yaratıcı biçimleri var. Türkiye'nin dünyaya açılabileceği çok güzel bir alan. Ben yatılı lisedeyken birlikte okul gazetesini hazırladığımız resim öğretmenim de "karton film"in önemine birkaç kez dikkatimi çekmişti, -galiba sonra yapmayı da denedi. Onu buradan saygı ve sevgiyle selamlıyorum.