Yetenekli Bayan Patricia Highsmith...

"Yetenekli Bay Ripley" romanını okudunuz mu? Ben romanı değil de bu romanın filmini seyrettim. Orijinal adı "Plein soleil", benim seyrettiğim filmin Almanca adı "Nur die Sonne war Zeuge" idi ve orada hınzır Tom Ripley'i oynayan Alain Delon'un, gençliği ve masumiyetiyle birlikte taşıdığı kendiliğindenci kötülüğü beni büyülemişti. Filmin ikinci karakter oyuncusu Maurice Ronet de en az Delon kadar iyiydi ve bu ikili daha sonra başka filmlerde de dikkatimi çekti. Fransız sinemasının tartışmalı figürü rejisör René Clément'in eseri film, Patricia Highsmith romanlarına yumuşak iniş yapmamı sağladı. Gerçi filmi seyrettikten sonra filmin romanını sonuna kadar okuyamadım, ama yetenekli Highsmith'in başka Tom Ripley romanları da vardı bereket versin. Film 1960 yapımı, roman 1955'de yayımlanmış. Filmin ilk kez bir Fransız rejisörün aklına düşmesi, romanın prestijli Grad prix de littérature policière ödülü alması nedeniyle. Filmden bu blogda daha önce de bahsettiğimden, asıl konuma, Bayan Highsmith'e döneceğim.
    Sahici yazarların günlük yaşam tür ve tarzları sıradan insanlardan genellikle farklıdır. Merak edip bu insanların aslında nasıl tipler olduklarını, nasıl yaşadıklarını araştırırsanız şaşırabilirsiniz, eh ben de şaşırmayı seven biri olarak sevdiğim yazar Haruki Murakami'nin Hawai'deki büro gibi kullandığı beş metrekarelik odasnda yazı yazmasından değil, Patricia Highsmith'in yazı-çizi alışkanlıklarından bahsetmeyi tercih ederim. Murakami çok yaratıcıdır ama Highsmith insanların psikolojik derinliklerine balıklama dalar. Onca Agatha Christi romanından sonra Highsmith'in Tom Ripley tipi, tüm Agatha Christie tipinden daha ilginçti, çünkü Highsmith romanlarında kötü adam yakalanmaz. Yani bildik bir "Happy End"den ziyade, işlenen cinayetlerin nedeni/motifi ve sıradan insanları cinayete itebilecek durumlar işlenir. Tom Ripley'in ikinci macerası onbeş yıl sonra "Ripley Under Ground" adıyla yayımlanıyor, orada Ripley sahte sanat eserleri pazarlıyor ve sahteliği anlayan birinin fişini çekiyor. Dört yıl sonra "Ripley's Game" yayınlandığında Tom Ripley gene aynı Fransız kadınla evli. Yazarın böyle bir mutluluğu yakalayamadığını biliyoruz. O insanların yanında sıkılan, sıkıntıdan kurdeşenler döken, kedilerle çok iyi anlaşan ve yalnız biri -çoğu yazar gibi. Kitaplarındaki psikolojik derinliği de daha sekiz yaşındayken okuduğu "The Human Mind" adlı hiç kimsenin tanımadığı bir kitaba borçlu. Kleptomanlardan tutun da seri katillere kadar ne kadar bozuk insan tipi varsa, psikiyatr Karl A. Menninger'in bu kitabında mevcutmuş. Almanca Diogenes yayınlarının yayımladığı Highsmith romanları Agatha Christie'nin anlatıları gibi değildi, onlar sahici edebiyattı ve edebi cinayet romanlarına açılan kapım oldular. Highsmith'in kitaplarında sadece okuduğu psikolojik insan döküntülerinden esinlenmediğinden emindim ve bunda yanılmadım.
    Patricia Highsmith, bir çok yazar gibi sadece zevk için değil, biraz da mecburiyetten yazıyor. Yazıyla ve sanatla uğraşanlar bilirler: sanat, içten gelen bir mecburiyettir. Yani sahici/hakiki/gerçek sanatçının, yazdığı-çizdiği şeyden ne kazanacağı veya kazanıp kazanmayacağı umurunda değildir. O zayıp-çizer, çünkü onu yazıp-çizmeye iten bir iç "itki"si vardır. Highsmith de yazıp-çizmeyince darmadağın olan o gerçek sanatçılardan, yazıp rahatlayanlardan. Ne yazacağı konusunda kıvrananlardan da değil, ilham gani...
    Yazar nasıl çalışır? İşte bu beni oldukça ilgilendiren bir konu. Yazarların rutinlerini ilginç buluyorum. Murakami bunu konu edinip "Koşmasaydım yazamazdım" diye bir kitap yazdı, Türkiye'de Doğan kitap yayımladı. "Yazmanın ve hayal kurmanın dışında hiçbir gerçek hayat yok" diyerek gönlümü fetheden, katıldığım Patricia Highsmith, günde üç-dört saat yazıyor ve yazı için -o çok önemli- "havaya girmek için" yatağında çalışıyor. (Benim de iyi tanıdığım, yazılarını yatağında yazan Avrupalı bir yazar var!) Ama Highsmith'inki -şanına uygun olarak- "bir acaip."
    Yatağında kupa kahvesi, sigarası, küllüğü, kibritleri, çörek tabağı, üzerine serpmek için bir kase şeker, ayrıca sabah sabah bir duble votka yuvarlayıp gerginliği gidermeler falan. Highsmith, bir ara benim de deneyip tez zamanda bıraktığım sert Gauloises sigaralarından günde bir paket deviriyormuş, eh onları da yarım şişe votka sayabiliriz. Alkolik olmamak için votka şişesinde günlük istikakını kalemle işaretlermiş -işte bunu görmek isterdim!
    Patricia Highsmith'in en ilginç bulduğum yanlarından biri de İngiltere'deki evinin bahçesinde salyangoz beslemesi. Londra'daki bir kokteyle de "benimle beraberler" diyerek koca bir çantanın içinde yüz salyangozla gitmiş, salyangoz dostlarının kokteyl malzemesi olarak bol marulla. Yazarın balık pazarında dolaşırken birbirine dolaşmış iki mürekkep balığını alıp "bana huzur veriyorlar" gerekçesiyle evine götürdüğü de söyleniyor.
    Highsmith 1993'de Avrupa'ya göçmüş ve birkaçyıl dışında aynı yerde asla uzun süre kalmamış. Güney İtalya'nın balıkçı köylerinde, babamın da bir süre yaşadığı ve hâlâ anlattığı Locarno'da 1995 yılında hayata gözlerini yummuş.
    Onun kitapları ve ilginç karakterleri de edebiyat Dünyasında farklı farklı değerlendirilir. Bir Amerikalı olmasına rağmen, asıl Avrupa'da ünlenmiş ve André Gide, Albert Camus, hatta Josep Konrad gibi ölümsüz yazarlar sınıfından sayılır. Ama kendi memleketinin Amerikalıları onu pek önemsemeyip, fi tarihinde 1950'de yazdığı ilk romanı "Strangers on a Train" ile anarlar ama bu roman da az buz bir roman değildir ve Alfred Hitchcock tarafından hakları satın alınıp Raymond Chandler tarafından elden geçirilirek muazzam bir siyah-beyaz filme dönüştürülmüştür ki -görmeyen herkese öneririm. Gene bir bir psikolojik gerilim, gene bozuk bir tip ve bol sigara. Highsmith'in sadece bir küçük bardan votka içtiği yıllardan...