Elektrik...

Hayatımda duyduğum ilk elektrik çarpması olayı, çocukken bizim mahallede bir elektrik işçisinin direklerin tepesinde arayıp bulduğu, kaderiyle ilgili bir olaydı. Adam resmen öldü. Sonra olayın ille de ölümcül olmadığını amcamdan öğrendim. O, elinden her iş gelen, İngiliz anahtarı ve kontak anahtarı sahibi, elektrikle bu tip oyunlar oynayabilen tek kişiydi ailede. Açıkçası elektrik hakkında cidden düşündüğümü hiç hatırlamıyorum, elektrik mühendislerine falan da bir tür, tımarhane şaltercisi gözüyle baktığım oldu. Filmlerde delileri yatağa bağlarlar ve verirler elektriği, mesela Milos Forman'ın muazzam filmi "Guguk Kuşu"nda (One Flew Ower the Cuckoo's Nest) böyledir. Jack Nicholson'a şalteri indiren -bence olsa olsa elektrik mühendisi olabilirdi. Elektronik mühendisi ise, elektriğin sofistike, led ışıklı yanar-döner cinsiyle ilgilenen tiplere deniyordu.
Elektriğin bugün ne ifade ettiğini, yanılmıyorsam Nürnberg'de Avrupalı entelektüel dostlarla bir sohbet sırasında farkına vardım. Konumuz kapitalist yaşam biçiminin nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğuydu ve bugün insanlığın yüzde 60'dan fazlasını barındıran şehirlerde hayatın, elektriksiz mümkün olmadığını orada ilk kez derinlemesine anladım sanıyorum. Teorik olarak birçok şeyi biliyorsunuzdur, ama birşeyi anlayıp kişisel bilginiz haline getirmeniz her zaman mümkün olmaz. Hayatınızda teorik kalan şeylerin çoğu da unutulmak üzere aklınızın tozlu raflarına konur ve bir gün oradan uçar. Bizim konuştuğumuz konu, en önemli yeme/içme/barınma ve şehirli hayat kalitesinin elektriksiz olamayacağıydı. Bugün temel ihtiyaç malzemelerini satan ve depolayan alışveriş merkezi gibi yerler, sadece iki maddeyle işliyor: Her sokak arasına kadar girebilen araçların kullandığı benzin ve buzdolaplarını çalıştıran elektrik. Biz bunları konuşurken, -açıkçası internet daha pek önemli değildi, iPad icad edilmemişti, blogum ve twitter hesabım da yoktu. Şimdi elektrik, tabletlerden cep telefonlarına kadar kişiselleşmiş aletler de değildi, elektrik üzerinden Twitter'dan yeni dostlar edinmemiştim, elektrik günlük hayatımıza bu kadar derinlemesine girmemişti...
Geçen yıl Güneş'teki patlamaların dünyada elektrik kesintilerine neden olabildiği konusunu araştırıp dünyadan örnekler bulurken, kimsenin önemsemedği ve ilelebet kesintisiz sürecek sandığı elektriğin, sahiden gitmesi halinde, insanları sadece günlük yaşamları bakımından değil, duygusal açıdan da fena etkileyebileceğini düşündüm. Mesela benim hiç görmediğim, ama her gün Twittlerini okuduğum çok sayıda dostum var. Yalnız yaşamanın, giderek daha geniş kitleleri kapsadığı, milli sınırların anlamsızlaştığı, Almanya'dan İtalya'dan Japonya'ya bir dakikada sohbet kurup haberleşebildiğiniz bir dünyada, elektriğin çok daha önemli hale geldiğini, aynı ölçüde dünyanın da çok kırılgan bir yer haline geldiğini anladıkça, şalterlerle ilgilenen uzmanları önemsiyorsunuz. İşte bu ahval ve şerait dairesinde, konuya kafa yormayı da sürdürüyorsunuz. Bu konuda kapı gibi bir roman yazılmamış olsaydı, konuya hiç girmeyecektim. Hannah Dübgen'in dtv yayınlarından çıkan "Strom" (Elektrik) adlı, yaklaşık üçyüz sayfalık romanı çıkmasaydı, daha önce bu kunuda yazdığım bir yazıyla yetinecektim, ama kitap harika. Bu kadar önemli bir konuyu roman formatında bu kadar iyi işlemek, elektriğin anlamını kafalara çivi gibi çakıyor. Elektrikler kesilirse, bir anda hemen yanınızdaki insanla tanışmak ve ona güvenmek zorunda kalabilirsiniz, zira sosyalliğin zirvelerinde dolaşırken tüm ilişkileriniz bir anda sıfırlanabilir. Ve inanın oluverir! Hayat bazen, filmlerden çok daha absürd...