Bu yıl seyrettiğim en iyi film, "The Grand Budapest Hotel", detayları iğne oyası gibi işlenmiş tam bir grotesk komedi, -trajikomedi de diyebiliriz. "Büyük Budapeşte Oteli"ni önce müziği üzerinden tanıdım. Dünya basınında, hakkında iyi eleştiriler okuduğum filmlerin müziğini mutlaka bulup dinlerim, bazıları hayal kırıklığı da olabiliyor, ama bu filmin Alexandre Desplat tarafından yapılmış müziğini "çalışırken dinlenen müzikler" listeme hemen ekledim ve filmi görmek için bir fırsat kolladım...
O fırsatı dün Beyoğlu Fitaş'da yakaladım, hem de önce Pera Palas otelin lobisinde çay eşliğinde filmin müziğini dinledikten sonra! Bence bu filmin en güzel yanı, kurduğu fantastik atmosferi ve en küçük rolleri bile yetenekli aktörlere-aktristlere bırakılmış detay zenginliği, konunun öngörülemez bir yol haritasına sahip olması ve Anglosakson piyasa sinemasından öğeler de kullanmasına rağmen, ona aykırı yanlarının kesinlikle ağır basması...
Rejisör Wes Anderson, favori rejisörlerimden değil, absürd yanını sevdiğim bir sanatçı, bu filmi de diğerlerinden çok farklı değil, ama filmde küçücük bir rolü olan aktör Bill Muray'ın deyimiyle "Şimdiye dek çevirdiği en iyi film..."
Beni bu yazıyı yazmaya iten iki konu var. Birincisi, rejisörün filmi çekme nedeni...
Wes Anderson, Stefan Zweig'ın üç romanını okuduktan sonra bu filmi çekmeyi düşünmüş. Burada konunun bam teli, Anderson'un Stefan Zweig'ın hangi romanlarını okuduğundan çok, yazarı daha önce hiç duymamış olması! Halbuki Türkiye'de azıcık kitap mürekkebi yalamış herkes, "Yıldızın Parladığı Anlar"ı (yani onun sadece İstanbul'un alınışıyla ilgili bölümü) mutlaka okumuştur, çünkü bu kitap, öğretmenlerin sağcı-solcu diye birbirinden sentezle ayrılmadan önce ve sonra, talebelere önerilen az sayıda "yabancı kitap"tan biridir. Stefan Zweig, çağdaşları arasında da özel bir yere sahiptir. Nazilerden kaçıp sığındığı ABD'de savaşın ortasında karısıyla birlikte hayatına son vermesi sansasyonu bir yana, oldukça basit bir dil kullanan, iyi bir anlatıcıdır, biyografi kitapları da bugün bile popüler olmayı sürdürür falan. Anlaşılan bu gerçek, rejisörümüzün çeperine, ancak 45 yaşındayken uğramış...
Filmi yazı konusu yapan ikinci konu, atmosferi...
Bu fenomeni gözüme sokan büyük Japon filmci Hayao Miyazaki'yi anmadan edemeyeceğim. Filmlerinde Japonca konuşup birbirini Japon geleneğinde olduğu gibi eğilerek selamlayan tiplerini Bavyera veya İsviçre kırsalı gibi yerlerde yaşatıyordu. "Mutlu taşra" atmosferi kurmak için o bölgelerdeki mimariye benzer evler çiziyor, oradaki nehirleri, dükkanları, o örneğe göre çiziyordu ve zaman olarak da 1950'li yılların başından esinleniyordu. Bu filmin tarihi kısmı 1930'lu yılların başı ile 1945 arası bir dönemde, Alp Dağlarındaki "Zubrovka Cumhuriyeti" adlı hayali bir ülkede geçiyor, elbette ana dili Almanca olan bir yer. Burada, artık uzatmaları oynayan bir masal dünyasını otelinde yaşatmak için "elinden ve belinden geleni ardına komayan" otel müdürü Gustave H. (Ralph Fiennes) ve otelin Müslüman komisi Zero'nun (Tony Revolori)'nin hikayesi hızlı geri dünüşlerle ve zaman içinde sıçramalarla anlatılıyor. Bu sıçramaları en abartılı biçimde filmin başında görüyoruz ve absürd komedi tadını da daha filmin başında alıyoruz. Rejisör bu tadı pekiştirmek istediğinden olacak, türün en iyi örneği "The Fearless Vampire Killers" (Roman Polanski, 1967) filmini çağrıştıracak sahneler koymuş filme, mesela karda kayakla kötü adam kovalama sahnesi ve orada kullanılan abartı, aynen Polanski!..
Film dünyada film eleştirmenlerinin haklı olarak göklere çıkardığı bir Britanya-Almanya ortak yapımı. 2013'ün Ocak-Mart aralığında çeşitli yerlerde çekilmiş, ama optik bu kadar güzelliği bir arada görünce, elbette görüntülere takıyorsunuz. Mesela filmdeki otel bir tasarım -hem de gerçek görünmesi için orijinal bina boyutuna yakın ebadlarda üretilmiş bir maket. Filmde daima, Mustafa Kemal ve Enver Paşa'nın da Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında birkaç kez kura gittikleri Karlsbad'dan örnek alınmış. Filmde dağbaşındaki geyik heykeli de Karlsbad'da. Buradaki "Palace Bristol Hotel", Budapeşte Oteli'ne benziyor. İç mekan tasarımı için, "Jugend Stil" ornamentlerden ve eski "Görlitz Alışveriş Merkezi" dekorasyonu, estetiği kullanılmış. Filmde kullanılan dağların bile örneklere bakıp yeniden tasarlanması falan elbette etkileyici ve rejisörün nasıl ince bir iş ürettiğini gösterir, ama bir detay, benim rejisöre saygımda tavan yaptırdı...
Filmi gördüyseniz mutlaka dikkatinizi çekmiştir: "Elmalı Genç." Wes Anderson, bu tabloyu, Michael Taylor'a gerçekten sipariş vermiş ve ressam da oturup bu resmi yapmış, hem de -istek üzerine- 16'ıncı yüzyılın Floransalı fresk ressamı Agnolo Bronzino'nun tarzına uygun şekilde....
Gelelim filmin atmosferine. Bence filmin en hoş yanı da, kayıp Avusturya-Macaristan kültürünü popüler ve komik bir sosla seyirciye sunması. Filmdeki masal dünyasına bir kabus gibi düşen Nazi kopyası faşistler ve onlarla işbirliği yapan tamahkar katiller olmasaydı, günümüzün popüler sinemasında sıklıkla "kötü adam" rollerini üslenmeye devam eden Alman kültürü bambaşka bir yerde olurdu, -şimdi heryer Anglosakson kültürü olmazdı. Hatta şunu da yazmadan edemeyeceğim: Eğer o Nazi devri ve iki Dünya Savaşı yenilgisi yaşanmasaydı, bugün Charlie Chaplin yerine Karl Valentin diye birinden bahsediyor olacaktık. Ama bu başka bir yazı konusu...