"Mu ni?!.."
Bu soruyu bu haliyle bir eski video komedisinden hatırlıyorum. Galiba bir Zeki Alasya ve Metin Akpınar parodisiydi. Çocuk bu soruyu, soran kişiyi isyan ettirinceye kadar soruyor -aslında o noktaya kadar asla gelmezler, çünkü çocuklar yetişkinlerden daha erken sıkılırlar…
Metrodayız, yanımda yabancı akademisyen bir dostum var ve aramızda Almanca konuştuğumuzu duyan genç, "Nerden geldin?" diye senli benli bir soru soruyor, ardından da "burada ne yapıyorsun?" diyor. Bana sorsa, Almanca "Polis misin?" diye bir karşı soru soracağım ama dostum kibarlığı elden bırakmayıp yirmi yaşlarındaki gence cevap veriyor -ki onun memleketinde bu olay tipik bir kabalık örneği. Yani 1970'lerde birinci vitesle katır kutur yokuş çıkan bir kasaba otobüsünde, yanınızda oturan kişi size "Hemşerim neri gidiyon?" formatında bir soru sorunca yanıtlanan cinsinden bir soru, ama biz İstanbul metrosundayız ve Almanca konuşmaya çalışan, Almanya'da babası dayısı dıdısının dıdısı yaşayan genç, aynı tonda sormaya devam ediyor. Araya girdim ve gence tanımadığı insana Almanca da olsa, bu tür senli benli sorular sormanın pek hoş kaçmadığını, artık böyle sorular da sorulmadığını, birisi Almanca konuşuyor diye ona eski Türk tipi sorular sormanın rahatsız edici olduğunu, bunu öğrenmesi gerektiğini falan kibarca anlattım. Genç bunların hiçbirini anlamadı ve aynı tonda sorup bazı sorularını bizzat yanıtlamaya devam etti…
Soru sormak, cevap vermekten çok daha önemlidir ve Karl Heinrich Waggerl'in deyimiyle "Deha soru sorar, yetenek soruyu yanıtlar." Ama bu ne sorduğunuza bağlıdır. Şimdi Rolf Dobelli'nin "Hayata Sorular" (Fragen an das Leben) adlı kitabıyla ilgilenirken o genç aklıma geldi. Benim mümkün olduğunca basit bir dille, yaptığının kabalık olduğunu -en incitmeyici şekliyle- anlatmama hiç bir reaksiyon göstermedi, tavrında da bir değişiklik olmadı, aynı tonda soru sormaya devam etti. Dostum, "O benim öğrencilerim yaşında" diye gencin tüm sorularını yanıtladı, ama rahatsız olduğumu söylemeliyim, çünkü bu oğlan İstanbul'da metroda gördüğüm 21'inci yüzyıl gençlerleriyle alakasız biriydi…
Dobelli'ye göre ne sorduğunuzdan çok, nasıl sorduğunuz önemlidir. İnce ve rafine bir yöntemle kişiye "Memleket nire" anlamına gelen bir sorunun cevabını kendiliğinden söylemeyi sağlayabilirsiniz, ama günümüzün nezaket kuralları eskisinden farklı. Dobelli, hayata yönelttiği sorular ile insanın kendi kendine sorduğu soruları gene dürüstçe yanıtlayıp kendisi hakkında düşünmesini kışkırtan iğneleyici, neşeli bir kitap yazmış. Mutluluğun ne demek olduğundan aşk ve sekse kadar rafine sorularla insanı düşünmeye sevk ediyor. Metrodaki genç Allahtan böyle konulara girmedi!..
Sen daha...
Ömrü boyunca banka memuru olarak çalışmaktan başka şeyler yapmanın hayaliyle yaşamış. Sonunda emekli olup mütevazi evine çekilince, canı birşey yapmak istememiş. Bir daha çalışmayı düşünmüyormuş elbette ama, hiç olmazsa bir sahil kasabasına yerleşmek veya uzak diyarlara gidip bol bol fotoraf çekmeyi hayal ediyormuş. Emekli maaşı yüksek olmadığından, bu hayallerinden de vaz geçmiş ve abone olduğu günlük gazetesini okuyup, seyahat ilanlarına ve dergilerdeki fotoraflara bakıp avunmuş. Günler su gibi akıp giderken, 77 yaşına yeni girdiği ayın üçüncü haftasında yıllık sağlık kontrolü için doktorun karşısına oturmuş. Olağan kontrollerden sonra doktor, MR çekilmesi gerektiğini ve diğer bil-umum araştırmanın yaptırılmasını talep etmiş. Kendini gayet iyi hisseden adam da doktorun tüm istediklerini yapmış…
Birkaç gün sonra doktor adamı evinden arayarak hastaneye gelmesini, konuşmaları gerektiğini söylemiş. Adamı bir korku almış tabii…
Doktor adama sadece onbeş dakikasını ayırarak, karaciğer kanseri olduğunu ve en fazla üç aylık ömrünün kaldığını söylemiş. Ameliyat'la kurtuluş çaresi de bulunmadığını, ilaç olarak da isterse ancak morfin yazabileceğini anlatmış…
Adam evine gelmiş ve üç gün evden çıkmadan düşüşünmüş ve bir karar vermiş. Hayır, Dünya seyahatine çıkmamış, fotosafari yapmamış, bir sahil kasabasına gitmemiş. Yakınlarındaki bir manastıra gidip durumunu anlatmış ve üç ay içinde ölünceye kadar manastırda kalmasına izin verilmesini istemiş. İzin vermişler. Bunun üzerine önce gazete aboneliğine son vermiş, üçbeş kuruş borcunu ödemiş, eski otomobilini, evini ve sahip olduğu herşeyi yakınlarına hediye etmiş. Hatta evinin anahtarını bir yakınına bırakmış ki, diğerleri de eve gelip girip baksınlar, istedikleri şeyleri alabilsinler diye…
Adam tabutunu satın alıp, küçük bir bavulla evini terketmiş. Manastırda sahip olduğu şeyler sadece iki kitap ve üzerindeki abaymış…
Yakınları onunla vedalaşmaya manastıra gelmişler, son kez onunla görüşmüşler, ağlayarak ayrılmışlar. Ve günler geçmeye başlamış. Bir ay sonra keşişlerden biri, "senin rengin yerinde, hasta birine benzemiyorsun" deyince, aynada kendine dikkatlice bakmış ve ne kadar uzun zamandır aynalara bakmadığını da hatırlamış bu arada. Evet ağrısı yokmuş, ama Avrupa'nın en ileri ülkesinin bütün MR'larının içinden geçirilip "ölecek" tanısı konan birinin doktorlara güvenmesi gerekiyormuş tabii…
Aradan üç ay geçmiş…
Adamın ne ağrısı ne sızısı varmış. Hayatını normal bir şekilde devam ettiriyor, hergün dua ediyormuş. Nihayet Başkeşiş kendisiyle konuşup, hasta olup olmadığını yeniden kontrol ettirmesini önermiş. Ayrıca manastırdan ölüm haberi gelmeyince, yakınları da arayıp sormuşlar elbette ve genç yeğeni adamı sağlıklı vaziyette görünce, "Aa! Sen daha…" deyip yarıda kesmiş cümlesini…
"Evet, ölemedim" demiş adam ve durumunun ne kadar garip, hatta utanç verici olduğunun da farkına varmış. Böyle bir durumda yalancı çıkmak, kimsenin istemeyeceği bir şey…
"Biraz daha bekleyelim" demiş ve manastır bunu kabul etmiş…
Adam yedi ay beklemiş. Ne bir ağrı ne bir sızı ve doktoruna gitmiş…
Doktor, "Siz ölmediniz mi?" diye karşıladığı hastasını yeniden kontrol etmiş ve bu kez, karaciğerindeki tümörün iyi huylu olabileceğini tesbit etmiş. "Ama her an kötü huylu tümöre dönüşebilir" demiş…
Bu gerçek hikayenin ilginç ve zor olan kısmını, varını yoğunu hediye ederek manastıra girmek değil, manastırdan çıkarak normal hayata dönmek oluşturuyor…
Adam eski hayatına dönememiş tabii, ama normal hayata yeniden adapte olması aylar değil yıllar sürmüş. Yakınları çok ısrar ettiği halde, hayatını tamamen değiştiren doktorunu dava etmemiş. Şimdi eski evinde oturmuyor, sahilde bir yere yerleşmiş ve hayalini kurduğu işleri yapıp, tümörünün kötü huyluya dönüşmesini bekliyor! -On yıldır...
Birkaç gün sonra doktor adamı evinden arayarak hastaneye gelmesini, konuşmaları gerektiğini söylemiş. Adamı bir korku almış tabii…
Doktor adama sadece onbeş dakikasını ayırarak, karaciğer kanseri olduğunu ve en fazla üç aylık ömrünün kaldığını söylemiş. Ameliyat'la kurtuluş çaresi de bulunmadığını, ilaç olarak da isterse ancak morfin yazabileceğini anlatmış…
Adam evine gelmiş ve üç gün evden çıkmadan düşüşünmüş ve bir karar vermiş. Hayır, Dünya seyahatine çıkmamış, fotosafari yapmamış, bir sahil kasabasına gitmemiş. Yakınlarındaki bir manastıra gidip durumunu anlatmış ve üç ay içinde ölünceye kadar manastırda kalmasına izin verilmesini istemiş. İzin vermişler. Bunun üzerine önce gazete aboneliğine son vermiş, üçbeş kuruş borcunu ödemiş, eski otomobilini, evini ve sahip olduğu herşeyi yakınlarına hediye etmiş. Hatta evinin anahtarını bir yakınına bırakmış ki, diğerleri de eve gelip girip baksınlar, istedikleri şeyleri alabilsinler diye…
Adam tabutunu satın alıp, küçük bir bavulla evini terketmiş. Manastırda sahip olduğu şeyler sadece iki kitap ve üzerindeki abaymış…
Yakınları onunla vedalaşmaya manastıra gelmişler, son kez onunla görüşmüşler, ağlayarak ayrılmışlar. Ve günler geçmeye başlamış. Bir ay sonra keşişlerden biri, "senin rengin yerinde, hasta birine benzemiyorsun" deyince, aynada kendine dikkatlice bakmış ve ne kadar uzun zamandır aynalara bakmadığını da hatırlamış bu arada. Evet ağrısı yokmuş, ama Avrupa'nın en ileri ülkesinin bütün MR'larının içinden geçirilip "ölecek" tanısı konan birinin doktorlara güvenmesi gerekiyormuş tabii…
Aradan üç ay geçmiş…
Adamın ne ağrısı ne sızısı varmış. Hayatını normal bir şekilde devam ettiriyor, hergün dua ediyormuş. Nihayet Başkeşiş kendisiyle konuşup, hasta olup olmadığını yeniden kontrol ettirmesini önermiş. Ayrıca manastırdan ölüm haberi gelmeyince, yakınları da arayıp sormuşlar elbette ve genç yeğeni adamı sağlıklı vaziyette görünce, "Aa! Sen daha…" deyip yarıda kesmiş cümlesini…
"Evet, ölemedim" demiş adam ve durumunun ne kadar garip, hatta utanç verici olduğunun da farkına varmış. Böyle bir durumda yalancı çıkmak, kimsenin istemeyeceği bir şey…
"Biraz daha bekleyelim" demiş ve manastır bunu kabul etmiş…
Adam yedi ay beklemiş. Ne bir ağrı ne bir sızı ve doktoruna gitmiş…
Doktor, "Siz ölmediniz mi?" diye karşıladığı hastasını yeniden kontrol etmiş ve bu kez, karaciğerindeki tümörün iyi huylu olabileceğini tesbit etmiş. "Ama her an kötü huylu tümöre dönüşebilir" demiş…
Bu gerçek hikayenin ilginç ve zor olan kısmını, varını yoğunu hediye ederek manastıra girmek değil, manastırdan çıkarak normal hayata dönmek oluşturuyor…
Adam eski hayatına dönememiş tabii, ama normal hayata yeniden adapte olması aylar değil yıllar sürmüş. Yakınları çok ısrar ettiği halde, hayatını tamamen değiştiren doktorunu dava etmemiş. Şimdi eski evinde oturmuyor, sahilde bir yere yerleşmiş ve hayalini kurduğu işleri yapıp, tümörünün kötü huyluya dönüşmesini bekliyor! -On yıldır...
Abonnieren
Posts (Atom)