Memleket neresi?!..
Ben, bu sorunun beni hiç germediği bir çevrede büyüdüm…
Aynı memleketten olmanın ne kadar önemsendiğini askerlik yaparken öğrendim, -ama askerlerden değil…
Bitlis'in ücra bir köşesinde, insanların birbirlerini nasıl tuttuğunu, nasıl birbirlerini desteklediklerini gördükten sonra…
Şehirli insanlar, belli bir anonimite arıyor. Şehirde Beyoğlu'na inersiniz ve orada kimsenin birbirini tanımadığı kitle arasında yalnız ama kalabalığın arasında biri oluverirsiniz. Kimseye selam vermek, durup iki laf etmek zorunda kalmazsınız…
Ben hep şehirlerde ve şehirlerin kalabalık anonim yerlerinde sürterken, ailem her zaman küçük kasabalarda yaşadı. Bu sadece Türkiye'de değil, hayatımın beni belirleyen önemli yıllarının geçtiği Almanya'da da böyleydi…
Babamın Bulgaristan'daki köyüne, lise talebesi bir Solcuyken gitmiştim. (Köydeki Bulgar Komünist Partisi Fonksiyoneriyle -akrabam!- Sovyet Emperyalizmini tartışmaya bile kalktım -o derece tokatlanacak cinsten tartışma azmi yani!..)
İstanbul'da, Berlin'de falan yaşamaya teşne biri olarak, Bulgaristan'daki köy hayatını -birkaç günlüğüne olmak koşuluyla- "enteresan" bulmuştum, bize gösterilen ilgi ise olağanüstü boyuttaydı. Türkiye'den gelip Almanya'ya gitmekte olan Türk misafirler. Köyde herkes, aynı şiveyle Türkçe konuşuyordu ama bazılarının adı Halil, bazılarının da Vasil idi. Türk sandığım kişiler Bulgar, Bulgar sandığım kişiler de Türk çıkmıştı. İki dili de kullanıyorlardı aralarında ve en ufak bir ayrı-gayrılık yoktu…
Bu gece babamla demlenirken, köyünden bahsetti ve şimdiye kadar uyuduğum bir gerçeği farkettim ve bilmediğim bir sürü yenilikten haberim oldu. İnsan bazen, sadece duymak istediklerini dinliyor ve bu yüzden birçok şeyi anlamıyor -benimki bir "yeniden aymak" meselesi…
Köyünüzden biri büyük şehirde iyi bir göreve gelse, bununla övünüyorsunuz, çünkü "memleketliniz", "sizin köylü"nüz. Bitlis'de duymuştum. "Bizim köyden bilmemkim, İstanbul'da okudu, şimdi bilmemnerede bilmemne müdürü" deyip yüzüme bakmıştı adam. Anlamı, "Sen onu mutlaka tanırsındır canııım!" gibi birşeydi. İstanbul'un nüfusu o zaman on milyonu yeni geçmişti yanılmıyorsam. Adama hiç bir şey demeden bakmıştım. Babam konuştukça, Bulgaristan'daki bir köyün sakinlerinin, birbirini, sınırların da ötesine uzanan bir bağlılıkla nasıl koruduğunu, sevdiğini ve "aynı köyden olmak" duygusunu nasıl yaşattığını anladım ve anladıkça hem hayret ettim, hem de eksikliğime üzüldüm -çünkü benim böyle sağlam bir "aynı memleketlilik" duygum yok…
"Köyün alt kısmında dereden su birikirdi, göl gibi olurdu. Çingeneler orada kerpiç yapardı. Ben ve Vasil, oraya, gölde taş kaydırmaya giderdik. Bir gün attığım taş yanlışlıkla Vasil'in başına geldi, düşüp kaldı. Korkudan ne yapacağımı bilemedim, hemen birilerini çağırmaya gittim."
Babam, başını yardığı o Vasil'le altı yıl aynı sınıfa gitmiş. Bu olaya rağmen bozuşmamışlar, hatta Lise'ye gidecekleri yıl -bulundukları bölgede lise yokmuş o zaman- birlikte ev tutup bir yıl birlikte kalmışlar. Ben Bulgaristan'daki köye gittiğimizde gördüğüm, hepsi gelip gelip babama sarılan adamlardan hangisinin Vasil olduğunu hiç hatırlamıyorum.
Köyden biri önemli bir makama geldi mi, köylülerini kayırıyor tabii. Bu Bulgaristan'daki o köy için de geçerli. Mesela o zamanın Demir Perde gerisi Bulgaristan'ına girebilmek bir meseleydi, ama babamın bir "torpil"i vardı: Babama "abi" diyecek yaşta bir Bulgar memur. Aynı köyden, Türkler kadar Türkçe konuşan ve tabii Türkiye'deki Bulgar konsolosluklarından birinde çalışan biri. O zaman aklı bir karış havada ben, böyle şeylere pek dikkat etmiyordum, ben Mao'nun bilmemne teorisiyle meşguldüm! Babamın birlikte Sofya'da Mimarlık Fakültesine gittiği arkadaşı Gatu, okulu bitirip mimar olmuş. Babam, küçük Bulgaristan'dan Türkiye'ye kaçmayı planladığından babası, yani dedem, Türkiye'ye göçe karar vermiş, -zira köyden Türkiye'ye kaçmaya kalkarken sınırda yakalanan gençlerin nasıl dövüldüğünü biliyormuş. Gerçi köydeki Bulgar akrabalar -ben onlara "akraba" diyorum, zira akrabadan ileriler- duysalarmış, Sofya'daki tanıdıkları harekete geçirip çocukları sınır polisinin elinden kurtarırlarmış ama Türk çocuklar kimseye haber vermemişler ki kaçarken! O zaman köydeki arkadaş çevresinden biri de Ivan'mış ve Albay olmuş.
Komünistlerin efsanevi Cumhurbaşkanı Georgi Dimitrof'tan sonra başa gelen Kolarov zamanında Babam ve mimarlıkta beraber okuduğu köylüsü harçlık çıkarmak için bir tarım makinesini işleten elemanlar oluyorlar, bir ay kadar çalışıyorlar, onları çalıştıran zengin köylü, vaad ettiği ücreti gençlere vermek istemiyor. Gatu ne mi yapıyor? Zengin köylüye diyor ki, "bak seni Komünist Parti'nin köydeki birimine şikayet ederim." Babam Gatu'ya şöyle demiş: "Boşver, adamı cezalandırırlar falan şimdi, deymez, gel vaz geçelim." Zengin köylü -korktuğundan olacak- gençlerin harçlığını tıkır tıkır ödüyor, köydeki Komünist Parti komitesinde Türkler de var tabii o zaman…
Beni etkileyen, sınırların rahatlamasıyla birlikte köyden Bulgarların Türkiye'ye ziyarete gelmesi -aradan geçmiş elli yıl!.. Babam, "Donçu ölmüş" diyor, "daha gençti." Köyünde yaşananları biliyor. Donçu'nun kız kardeşi, o da amcamın sınıf arkadaşı, meğer amcama Bulgaristan'dan telefon edermiş. Arkadaşlık baki…
Babam ve ondan bir sonraki kuşak, "aynı köylü" olmak duygusunu ve bağlılığını aynen sürüdürüyorlar. Biz de, şehirli anonim yalnızlar ordusu olarak yaşıyoruz. Derin bir sohbet sonucu, benim yaşımdaki -hiç tanımadığım- köylülerimi görmeye Bulgaristan'a yeniden gitmeye karar verdim. Bu kez Solcu ukalalığının zerresini bile sergilemeyeceğimden eminim. İsmen tanıdığım onca insan ile ortak yanım yok gibi birşey. Ama galiba bir köyü olmak, aynı köyden olmak güzel… Ve ben o güzelliği keşfetmek istiyorum...