Edebiyat eleştirisinin ölümsüz devi Marcel Reich-Ranicki...

Canlı yayında yanına oturmak isteyen yazara şöyle bağırıyordu:
"Benim yanıma oturarak meşhur olamayacaksın, yıkıl! Senin vasat zerzevatını kimse okumak istemiyor."
Kim olduğunu hala bilmediğim ve bilmek de istemediğim o yazar, Marcel Reich-Ranicki'nin bu tondaki yıkıcı, hatta parçalayıcı sözlerine sadece onbeş saniye dayanabildi -ki kayda değerdir! Ve adam, üç kişilik edebiyat eleştirmenleri programını terketmek zorunda kaldı.
Alman yazarlarının kabusu ve koruyucu meleği eleştirmen Marcel Reich-Ranicki, 93 yaşında bugün hayata veda etti. Onun büyüklüğünü bu vesileyle kemiklerime kadar yeniden hissettim. Anlatmak da kolay değil tabii...
Gencecik biriyken Almanya'dan toplanıp gönderilen Yahudilerden. Hem kendi ailesinden, hem de karısının ailesinden sayısız insan kaybetmesine rağmen İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Almanya'ya geri gönüp, asla aksatmadan edebiyat eleştirisi yapıyor. Ranichki, tüm varlığıyla sanat tutkunu biri. Şimdi bu yazdıklarımı görse, mesela "Geç kardeşim bunları, adam neden, hangi hasletleri nedeniyle önemliymiş onları anlat" diye küstah ve saygısız bir ses tonuyla çıkışırdı. Evet. Bu adamın konuşmalarını, Marcel Proust hastası kızkardeşim mükemmel taklit ederdi. "R"lerin üzerine basan, bazı sözleri uzatan, aksanlı sert bir Almancası vardır ve her lafı olaydır. Derinliği konusunda söyleyecek söz bulmak zor. Şu anda iPad'imdeki bir kitabına göz gezdirdim. Kitap, Türkiye'de de bir ara çok yapılan söyleşi kitaplarından. Ranicki'ye sorular soruyorlar, o da yanıtlıyor, ama her satırı şu kalitede:
"Gustave Flaubert ve Madame Bovary'ye ne diyeceksiniz?"
"Gustave Flaubert her ikisi de; hem şair hem protokolcü. Bir romantik ve bir realist. Bir vizyoner ve bir haberci. İhtiraslı ve aşırı titiz. O Fransa'nın en nesnel şairi ve en şevkatli kronisti. Rus Tolstoi ve Dostoyevski'yle birlikte, 19'uncu yüzyılın belki de en büyük roman yazarı. Asıl eseri, 'Madame Bovary' romanı tüm sınırları patlatmıştır: Uygar dünyanın bütün dillerine çevrilmiştir..." Bu şekilde devam ediyor ve onu okurken yazarlar ve eserler hakkında mutlaka hiç duymadığınız ayrıntılar ve çarpıcı keskin yorumlar görüyorsunuz. Sohbet esnasında Ranicki 151 yazardan bahsedip, 155 romanı eleştiriyor. Konuştukları, elbette daha çok sevdiği ve değer verdiği eserler ve yazarlar.
Ranicki, Alman gazetelerindeki "Edebiyat sayfası"nın mucidi. Frankfurter Allgemeine Gazetesinde başlattığı bu geleneği, sonra diğer büyük gazeteler de devralmış. Ranicki son nefesine kadar gazetenin, sadece edebiyat eleştirisi yayınlayan sayfasının da başeditörüydü.
Marcel Reich-Ranicki'nin stilini en iyi ifade edebilecek sözler galiba şunlar olabilir: Vasata ve sıkıcı olana asla müsamaha göstermeyen, bunlara karşı çok acımasız biri ve özgün kaliteyi yüceltiyor. Tarzını da, galiba en iyi Can Baba'nın o meşhur söyleşisindeki kesici laflarıyla tarif edebilirim.
Yanılmıyorsam 1980'li yılların sonu. Can Yücel, yeni yetme boş televizyon muhabirinin karşısında. Kadın soruyor:
"Kartpostal şairi Nazım Hikmet hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Can Yücel:
"Kart sensin, postal da sana girsin."
Program kesiliyor, -Reklamlar!
Cehalet ve vasatlık karşısında büyük şair Can Baba'nın fütursuz acımasız saygısız ve hatta kaba tavrı, aynen Ranicki'de de var. O, yazarların kişiliğine fena bindiriyor. Ve bu adamın parlak zekasının, keskin dilinin ünü, pek edebiyat okumayan sıradan Almanları da kavramıştı. Onun makineli tüfek veya tereyağı fabrikası gibi işleyen dili, Orta Avrupa'da bir fenomen olmuştu. Sokağa çıktığı zaman herkes onu tanıyordu. Bu kadar ünlü bir edebiyat eleştirmeni daha yoktu.
Marcel Reich-Ranicki, 20'inci Yüzyıl edebiyatını en derinlemesine bilen, eleştiren ve hakkını veren, ona değer kazandıran, değersiz olanları acımadan ezen, yazarları kaliteli olmaya zorlayan bir doğal afet, bir çığ, bir tayfundu ve edebiyat dünyasını da muazzam etkiliyordu. 15 metrekarelik çalışma odasından, tüm Almanca edebiyatı yönlendirdiğini söyleyenler, hiç de abartmıyorlar.
Ranicki çok dürüsttü. "Türk edebiyatını nasıl buluyorsunuz" sorusuna kameralar karşısında kısaca "ilgilenmiyorum" demekle yetindiğini iyi hatırlıyorum. Yanıtın, Ranicki'nin en nazik ve saygılı halini yansıttığını da söylemeliyim, çünkü daha sonra bu istikamette kurduğu biriki cümle sırasında yüzünün ifadesi ve el kol hareketlerinden, ben şahsen Orhan Pamuk'u ve diğer popüler birkaç Türk yazarını hayalinde kesip biçtiğinden eminim -ki asmış falan da olabilir! Bunu neye dayanarak mı söylüyorum? Onun sözlerine dayanarak. 1992'de şöyle demiş: "Nobeli önce Updike, sonra Philip Roth almalıydı, ama ikisi de almayacak. Onun yerine Sudan'dan falan birilerini bulacaklar. Yazıp yazamadıkları hiç önemli değil. Kongo'da yazamadıklarından, onlara bir Nobel ödülü vermeli."
Ben bu adamı seviyordum. O aksi haliyle inanılmaz boyutlarda doğrucu davut biriydi ve sözünü hiçbir şekilde esirgemiyordu. Bu sayede sağlam bir Çağdaş Alman Edebiyatı'nın doğmasına önemli katkısı oldmuştur. Ama onu seven yazar da oldukça azdır. Günter Grass'ın onun hakkında, "İlk gördüğümde Bulgar ajanı sanmıştım" gibi iğneliyici bir lafı vardır mesela. Ranicki de onun hakkında bir zamanlar, "Sadece ikinci sınıf yazarlara Nobel veriyorlar, o yüzden Grass bu ödülü kazanır" demişti!
Bu dünyadan büyük bir yıldız kaydı. Gerçek edebiyatın ne olduğunu Alman halkına ve Avrupalılara anlatmıştır. Yeri her daim boş kalacak, asla doldurulamayacak.