Bu fenomenle ilk önce, bir Arabesk starı aracılığıyla tanıştım…
Çiçek Pasajı'nın tam ortasında, yandaki masalardan birine eğilmiş birileriyle konuşuyordu. O zamanlar ben henüz televizyon seyrediyordum ve kendisini oralarda görmüştüm, ayrıca bir Tarabya sakini olarak, bir zamanlar oralardaki tavernalarda şarkı söyleyenlerin seslerini balkonuma kadar getiren rüzgarla kavga etmişliğim bile var, seslerini nasıl unuturum! Ben bu tip müziği dinlemem, sanatçılara büyük saygım olmasına rağmen onlara "Aaa bilmemkiim" muamelesi yapmam. Zaten sahici sanatçıların eğlenmek için gittikleri bir mekanda mutlaka büyük ilgi görmek isteyeceklerini de sanmıyorum, O da beklemedi ama benim onu tanımamı istedi. Bu o kadar belirgindi ki benim için, şaşırdım. Yıl galiba Doksanların sonuydu ve o zamanlarda oldukça ünlü bir sanatçıydı. Onu hayatımda hiç görmemiş gibi yanından geçerken, onun, içinden, "bu tip, yabancı turist falan galiba" diye düşündüğünü duyar gibi oldum!
Ama gene aynı dönemde yaşadığım benzeri bir olay, beni bu yeni fenomen konusunda duyarlı hale getirdi. Obeze yakın bir tiyatro/dizi sanatçısı, gene böyle, bu sefer başka bir Beyoğlu pasajında karşıma çıktı. Adam bir sandalyede oturuyordu ve ben yaklaştığım halde ona bakmamama verdiği tepki, sandalyeden ayağa kalkıp, sinirli bir ifadeyle beni süzerken, bedensel bir hamle yapması oldu. Ben adama bakıp onun "sanatçılığını" algılayınca, haracını almış kibar ayılar kadar uysallaşıp sandalyesine oturdu. Bu olay aklımdan çıkmadı. Çünkü Türk entellerinin bazen ne kadar yontulmamış odunlar olabildiklerini iyi biliyorum. Haracını alıp oturan ve şimdi "bilinen" sanatçılardan biri olan tiyatrocunun, insanlardan gerekirse tehditle ilgi koparması olayı, romanlık bir malzeme olarak aklımın bir köşesinde duruyor!..
O gün ona ilgi göstermeseydim ve bana yamuk bir laf atsaydı ne yapardım bilmiyorum. Sanatçı biriyle kavga etmeyi düşünmem zor, ama ne söylerdim? Zor bir durum...
Bu iki olayın bugüne dek aklımdan çıkmamasının ve beni kızdırmaya devam etmesinin nedeni, Türkiye'de bir de bunun tersinin bulunması. Tayyip Erdoğan'ın Belediye Başkanlığının galiba en son yılında İstanbul'da katıldığım bir davatte, Türk sinemasının gerçek starları da vardı. İzzet Günay, Ediz Hun, Hülya Koçyiğit ve diğerleri. Hatta Koçyiğit'le ayaküstü konuştum da ve bunlar çok mütevazi ve hatta utangaç insanlardı. En ufak bir kendini beğenmişlik tavrına sahip değillerdi, zaten ilk fırsatta da hemen bir köşeye kaçıp kendi aralarında sohbete başladılar.
Bir diğer örnek, havaalanında pasaport kuyruğunda başıma geldi. Uçağa bineceğim, önümde elmas küpeli kımıl kımıl bir adam. Kendine her an gülünmesini isteyen biri. Evet gerçekten çok ünlü, iyi de bir komedyen, ama pasaport kuyruğunda bile ilgi beklemek nasıl birşeydir? Avrupalı bir sinema oyuncusuyla Anadolu'da beraber seyahat ettim, onu kimsenin tanımamasından nasıl mutluydu anlatamam. Başka bir polisiye yazarımızla da yeni kitabının ilanları Beyoğlu'nun dört bucağını kapladığında az daha çarpışıyordum. "İstanbul'un Yedi Tepesini ben yarattım" havalarındaydı ve bana göz aşinalığı olmasına rağmen az kalsın omuz atıyordu, öyle bir yürüme modeli yani!..
Bugün, gene böyle bir "Sen beni nasıl tanımazsın kardeşim!" vak'ası yaşadım. Adam Beyoğlu'nun ara sokağında alıcı kuş gibi dikilmiş, bana "beni tanı" diye bakıyor. (Anlayamadığım diğer konu da niye ben? Haracını ahaliden alıyorsun zaten, benden de almayıver, ne olur yani?!) Bu kez eğer bana laf atma durumu olsaydı, kafadan "Siktir lan" derdim herhalde. Ben bu hazırlıkla ona bakmadan yanından geçerken, birden hiç beklemediğim birşey oldu ve tip rahatladı. Bu garip durumun bir izahı var tabii. Yanımdaki yabancı dostum nedeniyle beni de yabancı sanmış olmalı. Dostum esmer de olsa bir Avrupalı ve bu bir şekilde belli olmuş olmalı. Beyoğlu'nda dolaşırken siz siz olun, birinci sınıf artistlik ama ikinci sınıf kişilik sahibi tiplere "Aaa bu o!"-haracınızı vermeden önce iyicene bir düşünün!..
Ben vermiyorum, Allah versin...