İstanbul'un sakini veya misafiri olmak...

İşte bu büyük bir fark.
Yakın bir yabancı dostum İstanbul'dan ayrıldı. Uçağa binmeden önce sahilde son kez otururken Boğaz'a dalıp gitti ve "Artık burada sadece misafir olacağım" dedi. Bu sözü üzerine ben de bu yazıyı yazmaya karar verdim.
İstanbullu olmak, dünyanın başka yerlerinden meraklı gözlerle buralara gelen misafirlerine bir İstanbullu olarak konuşmak nasıl bir şeydir? Karşı yakadaki bir binayı gösterip, onun hikayesini anlatmak, vapur saatlerini söylemek, en iyi zeytinyağlı enginarın en iyi balığın nerede yendiğinin sırrını vermek, Babylon'daki Caz konserini övmek, istiklal'de yürürken "gelin bakın size bir yer göstericem" diye gülümsemek nasıl bir şeydir?
Buna cevabı şöyleydi: "Cennetteki gibi."
Cennette ev sahipliği. Bu şehre dahil olmak, inanılmaz güzel ve büyülü bir şey. İstanbul'un en dangıl keşmekeşini bile özlersiniz. Buradan ayrı kalanlar bunu iyi bilir.
1980 Askeri darbesinden sonra yurtdışına kaçan "Abiler", Yunan adalarına tatile gelip, karşı sahili seyreder, Uzo içip ağlarlardı.
(Ben hiç görmedim ama çok duydum!)
Hapse girmeyi bile göze alarak yurtdışında gelenlerin sonuncusu, yazar Doğan Akhanlı'ydı. Nasıl bir duygu patlaması yaşadığını bizzat gördüm, ayrıntıları bana özel.
İstanbul'un evhiplerinden sahici sanatçı Kemal Sunal'ın müdavimi olduğu sahil kahvesine takılanlardan biri de bendim. Rumeli Hisarı'nda, Boğaz'ın en dar yerindeydi. Kahveden elinizi uzatsanız dev tankerlere dokunabilirsiniz! Nazım Hikmet'in vapur okşaması gibi değildir bu, aşinalığı vardır. Kemal Sunal, her zamanki ciddi haliyle kapalı terastaki camlı iç odada oturur, sinemacı arkadaşlarıyla konuşur, okey oynardı. Ona gösterilen saygıyı görmekten ziyade hissederdiniz. Japon kültür ateşesi bana şöyle birşey söylemişti, mutlaka yazmalıyım:
"Kemal Sunal filmleri çevrilip Japonya'da gösterilse, kesinlikle hit olur. Bizim mizah anlayışımıza da uygun. Ama bunu yapmak henüz kimsenin aklına gelmedi." 1999 depreminden sonra Türkiye'yi terketmeye hazırlanan annemi götürdüğüm son kahve de o kahveydi. Amaç, ona en sevdiğim kahveyi, Kemal Sunal'ı göstermek ve İstanbul'un sahiplerinden olduğu duygusunu yanında götürmesini sağlamaktı. Kemal Sunal o gün kahveye gelmedi. Dünyadan ayrılışından sonra kahvenin havası değişti zaten. Orayı bir hüzün bastı. Ve, Savaş Dinçel 'in 2007'deki ayrılışından sonra kahve bir daha eski havasına kavuşamadı, iflah etmedi. Eski tüfek sinemacılar orada görünmez oldular. Halbuki Beyoğlu'ndaki "Artiz kahvesi" gibi bir yerdi Rumeli Hisarı'ndaki kahve. Nadiren de olsa Tarık Akan bile uğrardı. Benim Boğaz sahilindeki kapsama alanıma giren, en İstanbul yer o kahveydi. Boğaz kültürü zaten malumunuz, şehirdeki Türk devrinin ve uygarlığının ürünüdür. Hafta sonu orası, kahvaltı için gelen orta tabakanın eğitimli İstanbullularıyla dolar. Yabancı turistlerin pek takılmadığı bir yerdir. Sahilde en pahalı otomobilleri de görürsünüz, ama yatlar uğramaz mesela. Şehrin asıl sahipleri, hafta arası, kahve nisbeten tenha olduğu zamanlarda inerlerdi iç odaya. Yabancı dostlarımın da pek uğramadığı ama bildiği bir yerdir.
İstanbul'un sahibi olmak ve misafiri olmak arasındaki farkın ne olduğunu en acıtıcı biçimde, Erdal Özyağcılar'dan öğrendim.
Önemli biri ölmüştü (yanılmıyorsam El Kaide saldırılarından hemen sonraydı). Yanımda yabancı dostlarım da vardı, Almanlar ve Yunanlılar. Nişantaşı'ndaki Teşvikiye Camiindeydik. Hemen yanıma denk geldi. Ona ne sorduğumu hiç hatırlamıyorum. Ama orada kendimi sahiden yabancı hissettirdi bana. İstanbul'un misafirlerinden biriydim, o da sahibiydi. Biz işgal kuvvetleri mensupları bile olabilirdik! Yanımdaki yabancı dostlarıma, konuştuklarımı çevirmedim. Sözlerin önemi de yoktu zaten. Herkes acılıydı, biz de o acının kurbanı olduk belki -ama orade ne Türk ne de İstanbulluyduk. Varlığına katlanılan zoraki misafirlerdik. Biz dayanışmak falan diye gitmiştik gerçi, orada dış kapının dış mandalı gibi olduk. İstanbul'da misafirdik sadece...
İlk orada dank etmişti.
Ben Erdal Özyağcılar'ı iyi bir oyuncu olarak ilk farkettiğim video filmini hâlâ hatırlıyorum. Filmin adını unuttum ama rol icabı bir telefon kulübesinden telefon edişi gözümün önünde. Kızkardeşim, birçok film gibi o filmin repliklerini de bilir, Özyağcılar'ı başarıyla taklit eder. Bizim aklımızda ve kalbimizdeki İstanbul'da o da vardır. Arkadaşım'ın İstanbul'dan ayrıldığı gün, kendini Özyağcılar'ın yanındaki ben gibi hissedecek diye ödüm koptu. Ortam müsait olmayıp Türk İstanbullularla birlikte olsaydık, bu onun başına daha kolay gelebilirdi, Türk değildi bir kere. İstanbul'u da çok sonra tanımış ve şehre aşık olmuştu. İstanbul'da yaşayan bir yabancının, dünyanın öbür ucundaki başka birileriyle konuşurken, telefonda, "Ben cennette yaşıyorum" dediğini düşünün. Avrupalı birinin bu sözcüğü kullanması hiç de alışıldık bir sey değildir. O böyle niteliyordu İstanbul'u.
Akıl fikir fırtınası estirip hayaller kurduğumuz günlerden birinde, "İstanbul Türklerin elinde değil de mesela İngilizlerin elinde olsaydı ne olurdu" diye de duşünmedik değil. Türkler, böyle bir durumda şehrin bugünkünden çok daha güzel, düzenli ve temiz olacağını düşünürler nedense. Tanıdığım yabancı dostlarım da "şehrin çok yavan olacağı"nı söyleyip mutlaka Türk kalmasını isterler! Evet İstanbul belki pek düzenli bir yer değildir, trafik karmaşası falan bezdirir insanı. Ama can ve ruh vardır burada. Kimsenin doğru dürüst tarif edemediği halde hayran olduğu yanlarını, şehrin misafirlerinden öğrenirsiniz. Hele birkaç kez buraya gelip gidip, şehrin büyüsüne kapıldılarsa, daha ayrıntılı "bilgiler" edinebilirsiniz. Olumsuz bilgiler de buna dahildir. (Şehre üçüncü kez gelen bir kadın dostum bana, "eskisinden daha iyi, bu kez otobüste mıncıklanmadım" dediğinde çok şaşırmış, buna inanamamıştım. Sonra bu gibi "olayların", yabancı kadınların başına sıkca geldiğini öğrendim.)
Şehre misafir gelen yabancıların büyük bir çoğunluğu burada kalma hayalleri kurar, kuranların küçümsenmeyecek bir kısmı mutlaka yeniden gelir ve yarım gönülle de olsa kalmanın yollarını arar. Kalanlar, en has İstanbullulardan olup çıkarlar. Şehri Türklerden genellikle daha iyi tanırlar. Burada nerde ne olduğunu, nereye gidilip nerede en iyi ne yeneceğini ne görüleceğini ve saireyi, güya misafir gelip buralı olan yabancılardan öğrenebilirsiniz -ben çok öğrendim!.
Arkadaşım Türkiye'den ayrılırken arkasından su döken olmadı. Böyle şeyleri kadınlar iyi bilir aslında. Aklımıza bile gelmedi. Biraz fazla rasyoneliz belki. Yeniden geleceğinden kuşkum yok, o yüzden vedalaşmadık. Ama yeniden geldiğinde bir misafir olacak artık. Ve bunu söylerken hüzünlüydü. Cennetten ayrılmak hiç de kolay olmasa gerek. İşte biraz da onun için, daha bir sevip daha bir korumak gerektiğini düşunüyorum bu şehri. İstanbul, bize bir emanet ve o dünyaya ait bir yer. Şehrin bir Türk şehri olması, herşeye rağmen herkesin hoşuna giden bir şey -tanıdığım Yunanlıların bile! Bu şehrin en has sahiplerine gelince, onlar Sulukule'deki Romanlardı. Tam bin yıldır oturdukları Sulukule'den atılmamaları için elimizden geleni yaptık. Adımın Sulukule platformunun listesinde hâlâ yeralması bir onur benim için. Üst mahkemeler Romanların Sulukule'den çıkarılmalarının hukuksuzluğuna karar verdi. Romanlar Sulukule'ye elbet dönecekler. Benim sevgili dostum da ilelebet İstanbullu kalacak. (O da platformdaydı. Üye olmadı belki ama hep yanımızdaydı). Bir gün dabruka ve klarnetle Sulukule'deki malum kahvede yeniden coşmak umuduyla!..