Sun Tzu'nun yediği halt...

Sevdiğim "Büyük adam"lardandı. Artık değil. Hakkında gerçek bir anekdot okuduktan sonra fikrimi değiştirdim. Dünyanın en eski ve en büyük savaş kuramcısı Sun Tzu'nun malum kitabını seksenli yılların ortasında ilk okuduğumda uçmuştum desem pek de abartmış olmam. Bu kadar kısacık bir kitapla bu kadar çok şey süylemek, tarihe geçmek için yeterlidir. Sadece ben değil, zamanın imparatoru da çok etkilenmiş! Milattan önce beşyüzlü yıllar…
Wu hanedanının başındaki Hükümdar, bir oturuşta okunan bu kitabın kapağını kapadığı gibi, adamlarına emir vermiş:
"Son Tzu buluna ve sarayıma davet edile…"
Şimdinin diline "Savaş Sanatı" başlığıyla çevrilen kitaba Sun Tzu elbette bir ad koymamış, o zamanlar böyle bir adet yok, ama imparatorun adamları ustayı bulmuşlar, saraya davet etmişler, o da sarayda yiyeceği güzel yemeklerin hatırına olsa gerek İmparatoru kırmamış…
Neyse yemek faslı bittikten sonra çaylarını içerken imparator:
"Madem yazdığın teorilerden ve kendinden bu kadar eminsin, benim haremimi de bir günde ordu haline getir de görelim."
Sun Tzu, "Tamam" demiş, "ama karışmayacaksın."
İmparator kabul etmiş…
Sun Tzu hareme dalmış, İmparatorla muhafızları da peşinden. Önce haremdeki kadınlara, onları bir ordu haline getireceklerini söylemişler, herkesde hafif meşrep bir kıkırdama…
Sun Tzu haremdeki kadınları ikiye ayırmış, her grubun başına da bir kadın komutan atamış, bu iki kadın imparatorun gözdeleriymiş…
Kadınların önüne birer mızrak konmuş, Sun Tzu askerlerin mızrakla nasıl durduklarını göstermiş ve ilk emri vermiş:
"Mızrak aaal!.."
Kadınlar, mızrakları lütfen, parmaklarının uçlarıyla, pis bir şey tutuyormuş gibi istemeye istemeye almışlar, ama şakanın, gülmenin bini bir para…
Sun Tzu İmparatorun iki gözdesine demiş ki, "herkes mızrakları alacak ve gülmeden, gösterdiğim gibi dimdik duracak."
Kadınlar kıkırdamaya devam etmişler…
İmparator da gevşemiş, olaydan vazgeçmek üzereyken Sun Tzu yeniden, bu kez iki gözdeye emir vermiş:
"Size bir çay molası kadar vakit veriyorum, eğer bu askerler kıkırdamaya devam ederlerse ikinizin de kafalarını kestiririm."
Kadınlar ürkmüşler tabii, ama sevgili İmparatorlarının buna izin vermeyeceğini bildiklerinden işi sıkı tutmamışlar. Sun Tzu İmparatorla çayını içip kadınların yanına döndüğünde, gene benzeri bir durumla karşılaşmış. Evet kadınlar bu kez sıra olmuşlar, mızrakları da tutuyorlarmış ama kıkırdamaya devam…
Sun Tzu, İmparatorun muhafızlarına, o iki kadının hemen başının kesilmesini emretmiş…
İmparator hemen araya girmiş, "Aman üstadım ne yapıyorsun, onlar benim en sevdiğim iki kadınım" demiş. Sun Tzu da, "Siz benden bir ordu istediniz ve karışmamaya söz verdiniz" deyince İmparator susmuş ve muhafızlar o iki güzel kadının başlarını gövdelerinden ayırıvermiş. Bunu gören kadınlar, değil gülmek, nefes bile almadan put gibi dikilmişler mızraklarla…
Sun Tzu bu kadınlara sonra yürüyüş yaptırmış mı veya ok atma talimi yaptırmış mı, koşturup "Yaylalar yaylalar"ı söyletmiş mi bilmiyorum, ama Wu Hanedanlığının topraklarını hızla büyüttüğünü ve Sun Tzu'nun Wu sarayının en güçlü kişilerinden biri olduğunu biliyorum. Askerlik adına böyle bir haltı göçebeler yemezdi sanıyorum, zira eski Törelerde kadınlara kimse ilişmez. Sun Tzu tarihin en büyük savaş kuramcısı sayılsa da sicili bozukmuş, bilmiyordum…
Sun Tzu, savaşların sadece kol gücü ve iyi stratejiyle kazanılamayacağını, "şans"ın da yardımcı olması gerektiğini ve bu "şans" denen şeyin ne olduğunu göçebelerden öğrenemeden ölmüş. Keşke daha çook uzun yaşayıp, Kubilay Kağan'ın birkaç bin kişilik ordusuyla koca Çin'i nasıl aldığını da görebilseydi. O zaman disiplin adına kadınların kanına girip İmparatorların gözüne girmenin hiç bir anlamı olmadığını, savaşları orduların değil zamanların kazandığını ve zamana hükmedenlerin daima kazanabildiklerini ama bunu yapmadıklarını da anlardı belki...

Sen beni nasıl tanımazsın kardeşim?!..

Bu fenomenle ilk önce, bir Arabesk starı aracılığıyla tanıştım…
Çiçek Pasajı'nın tam ortasında, yandaki masalardan birine eğilmiş birileriyle konuşuyordu. O zamanlar ben henüz televizyon seyrediyordum ve kendisini oralarda görmüştüm, ayrıca bir Tarabya sakini olarak, bir zamanlar oralardaki tavernalarda şarkı söyleyenlerin seslerini balkonuma kadar getiren rüzgarla kavga etmişliğim bile var, seslerini nasıl unuturum! Ben bu tip müziği dinlemem, sanatçılara büyük saygım olmasına rağmen onlara "Aaa bilmemkiim" muamelesi yapmam. Zaten sahici sanatçıların eğlenmek için gittikleri bir mekanda mutlaka büyük ilgi görmek isteyeceklerini de sanmıyorum, O da beklemedi ama benim onu tanımamı istedi. Bu o kadar belirgindi ki benim için, şaşırdım. Yıl galiba Doksanların sonuydu ve o zamanlarda oldukça ünlü bir sanatçıydı. Onu hayatımda hiç görmemiş gibi yanından geçerken, onun, içinden, "bu tip, yabancı turist falan galiba" diye düşündüğünü duyar gibi oldum!
Ama gene aynı dönemde yaşadığım benzeri bir olay, beni bu yeni fenomen konusunda duyarlı hale getirdi. Obeze yakın bir tiyatro/dizi sanatçısı, gene böyle, bu sefer başka bir Beyoğlu pasajında karşıma çıktı. Adam bir sandalyede oturuyordu ve ben yaklaştığım halde ona bakmamama verdiği tepki, sandalyeden ayağa kalkıp, sinirli bir ifadeyle beni süzerken, bedensel bir hamle yapması oldu. Ben adama bakıp onun "sanatçılığını" algılayınca, haracını almış kibar ayılar kadar uysallaşıp sandalyesine oturdu. Bu olay aklımdan çıkmadı. Çünkü Türk entellerinin bazen ne kadar yontulmamış odunlar olabildiklerini iyi biliyorum. Haracını alıp oturan ve şimdi "bilinen" sanatçılardan biri olan tiyatrocunun, insanlardan gerekirse tehditle ilgi koparması olayı, romanlık bir malzeme olarak aklımın bir köşesinde duruyor!..
O gün ona ilgi göstermeseydim ve bana yamuk bir laf atsaydı ne yapardım bilmiyorum. Sanatçı biriyle kavga etmeyi düşünmem zor, ama ne söylerdim? Zor bir durum...
Bu iki olayın bugüne dek aklımdan çıkmamasının ve beni kızdırmaya devam etmesinin nedeni, Türkiye'de bir de bunun tersinin bulunması. Tayyip Erdoğan'ın Belediye Başkanlığının galiba en son yılında İstanbul'da katıldığım bir davatte, Türk sinemasının gerçek starları da vardı. İzzet Günay, Ediz Hun, Hülya Koçyiğit ve diğerleri. Hatta Koçyiğit'le ayaküstü konuştum da ve bunlar çok mütevazi ve hatta utangaç insanlardı. En ufak bir kendini beğenmişlik tavrına sahip değillerdi, zaten ilk fırsatta da hemen bir köşeye kaçıp kendi aralarında sohbete başladılar.
Bir diğer örnek, havaalanında pasaport kuyruğunda başıma geldi. Uçağa bineceğim, önümde elmas küpeli kımıl kımıl bir adam. Kendine her an gülünmesini isteyen biri. Evet gerçekten çok ünlü, iyi de bir komedyen, ama pasaport kuyruğunda bile ilgi beklemek nasıl birşeydir? Avrupalı bir sinema oyuncusuyla Anadolu'da beraber seyahat ettim, onu kimsenin tanımamasından nasıl mutluydu anlatamam. Başka bir polisiye yazarımızla da yeni kitabının ilanları Beyoğlu'nun dört bucağını kapladığında az daha çarpışıyordum. "İstanbul'un Yedi Tepesini ben yarattım" havalarındaydı ve bana göz aşinalığı olmasına rağmen az kalsın omuz atıyordu, öyle bir yürüme modeli yani!..
Bugün, gene böyle bir "Sen beni nasıl tanımazsın kardeşim!" vak'ası yaşadım. Adam Beyoğlu'nun ara sokağında alıcı kuş gibi dikilmiş, bana "beni tanı" diye bakıyor. (Anlayamadığım diğer konu da niye ben? Haracını ahaliden alıyorsun zaten, benden de almayıver, ne olur yani?!) Bu kez eğer bana laf atma durumu olsaydı, kafadan "Siktir lan" derdim herhalde. Ben bu hazırlıkla ona bakmadan yanından geçerken, birden hiç beklemediğim birşey oldu ve tip rahatladı. Bu garip durumun bir izahı var tabii. Yanımdaki yabancı dostum nedeniyle beni de yabancı sanmış olmalı. Dostum esmer de olsa bir Avrupalı ve bu bir şekilde belli olmuş olmalı. Beyoğlu'nda dolaşırken siz siz olun, birinci sınıf artistlik ama ikinci sınıf kişilik sahibi tiplere "Aaa bu o!"-haracınızı vermeden önce iyicene bir düşünün!..
Ben vermiyorum, Allah versin...

Kovboylar...

Giuliano Gemma
Sizi bilmem ama, ben çocukların kovboyculuk oynadığı devrin çocuğuyum ve bir dönem bu tipler ilgi alanımdı. Kızılderililer, geniş kenarlı şapkalar, uzun namlulu toplu Colt tabancalar, ve tabii atlar, bizim çocukluğumuzun en heyecan verici kahramanlarındandı. Sonra Cüneyt Arkın'ın kovboy filmi çevirip, kovboyculuk denen olay "Atını düzen kovboy" seviyelerine indiğinde ben çoktan Capra, Delon filmlerine dalmıştım ve Türkiye'de yaşamadığımdan, kovboyların batışını görmedim, ama kovboy haala "iş yapan" bir figür (Bu "iş yapan" lafını da Ahmet Ümit'den öğrendim, "Beyoğlu'nun abisi" adlı kitabı için yapılan bir söyleşide "Aşk hala iş yapıyor" diye bir laf edip beni piyasa yazarlarından soğutmuştu). Yani "piyasa/mal" makamında konuşacak olursak, kovboyun hâlâ "alıcısı var."
Geçenlerde elime "Western Filmleri" diye bir kitap geçti. Okumayıp resimlerine baktığım kitapta dikkatimi çeken, eski filmlerdeki kovboyların, temizleyiciden yeni alınmış elbiseler kadar bakir ve sinekkaydı traşlı olduklarıydı. Günümüze doğru geldikçe kirleniyorlar, sakallanıyorlar falan. Silahlar da daha sofistike oluyor. Mesela "Bilim-Kurgu" tipi kovboy filmleri bile var (ve ben seyrettim -kaçmaz!)
Çocukken Bonanza'yı kaçırmayanların, tüm Sergio Leone filmlerini görmüş olmalarından daha doğal ne olabilir? Leone'nin para yetiremeyip ucuz bir artist ararken Clint Eastwood'u bulması da ayrı bir hikaye tabii. Sağcıların ilah rejisörü, kurukafa yüzlü Eastwood'un icad olunup iyi filmler çevirmesi de ilginçtir tabii ama Quentin Tarantino'nun "Django" filmine ne der merak ederim, zira bu filmde "Cango" adıyla kariyer yapmış italyan Franko Nero da oynuyor! Nihayetinde, Clint Bey de İtalyan Western filmleri mamulü bir iyi oyuncu.
Benim çocukluğumun kovboyları, temiz yüzlü adamlardı. Dağların başında at tepesinde nasıl o kadar temiz kalabildiklerini hiç düşünmezdim ve her nedense Giuliano Gemma diye bir İtalyan kovboyu çok severdim. Kovboy komedileri de çeviren ve çok içten gülümseyen bu adam, bir ay önce 1 Ekim günü hayata veda etti, sevgiyle anıyorum. Ama "kovboy kültürü", Amerikalıların en iyi PR malzemesi olmalı, zira böyle bir kovboy dünyasının hiç olmadığını hem de Amerika'da bir dostum anlatmış, ağzım açık kalmıştı. Evet, "inek çobanı" anlamına gelen bu tabancalı tipler, Amerikan sineması tarafından yaratılmıştır ve sonra da ona uygun bir tarih "zorla" aranıp bulunmuştur haklarında. Hele şimdi adına "kovboy şapkası" denen (bende de bir nümunesi bulunan) alet, çok sonra filmlerde moda olmuştur…
Kovboylar neden sevilir? Elbette korsanlar neden saviliyorsa, ondan! Özgürlük gibi bir şey var mı?
İnsanlar ikiye ayrılır: Özgür insanlar ve günlük hayatın esir tuttuğu insanlar. Bu fark, sofistike vahşi hayvanlarla bildik ev hayvanları arasındaki fark gibidir. Evcil hayvanlar da evcil insanlar gibi bin türlü hastalıkla uğraşır. Oysa özgür insanlar, bilemedin beş türlü hastalıktan ölür. Vahşi hayvanlar da böyle, zamanları geldiğini anlarlar, bir yere gizlenip orada ölürler, asla vahşi hayvan cesedi bulamazsınız, onlar adeta dünyadan Cennete ışınlanırlar. Kovboylar, tabancalı vahşi insanlar -yani özgür insanlar olduklarından sevilirler. Şahsen benim gerekçem bu. Ha bir de canını sıkan tipleri temizleme özgürlüğüne sahipsin falan -tabii sahiden ölmemek ve öldürmemek koşuluyla.
Kovboyculuk oyununda kural budur: "Sen öldün, oyundan çık!" İşte o zaman mızıkçılık yapmayıp oyundan çıkan çocuklarla oyuna devam edebiliyordunuz, ölmeyi kabul etmeyenlerle bu oyun oynanmıyordu. Ama Tommiks gibi bütün kurşunlar kafanızı sıyırdığından, bir türlü ölemiyordunuz -o da ayrı bir sorun!..