Hemingway'in 2B kurşun kalemi...

Kırtasiyeci gördüm mü, mutlaka durup şöyle bir bakarım. Benim için artık bir tür refleks haline gelmiş bir şey. Dururum, kalemlere, defterlere bakarım, eviririm çeviririm ve bazen hangi kalemin hangi hangi fikirleri yazmakta kullanılabileceğini, hangileriyle hangi kağıdın üzerine nasıl resimlerin çizilebileceğini, hatta hangilerine aşk mektubu yazılabileceğini ve bunlara hangi kırmızı mührün yakışacağını falan düşünürüm. Ama yazmayı bir alışkanlık haline getirmiş olanlar bilirler, -sonunda bir dönem belli ürünleri kullanmaya başladığınızı farkedersiniz sonradan. Süregiden bir ruh hali, yeni tanışılmış bir kişi, yeni bir hikaye, bir anı veya bir savinç anını işaretleyen yerden başlar ve sıkılacağınız ana kadar sürer. Bir dönem Kore malı kalın kapaklı telli defterler kullanmışsam, sonra Roma'da keşfettiğim ve artık Türkiye'de de satılan başka bir markaya dönmüşümdür, kapakları lastikli defterler, sonra onların daha iyi modelini keşfedip bir daha dönmüşümdür. Ama bu arada hayatınızın bir parçası olan değişmezler de yavaş yavaş ortaya çıkarlar, balığın suyun farkında olmaması ama daima onunla birlikte yaşaması gibi. Kurşunkalem mesela…
Ben ne okursam okuyayım, mutlaka bir yerini çizdiğim, işaretlediğim kalem lise yıllarımdan beri daima kurşunkalem olduğundan, kurşunkalemsiz okuyamam, okuduğum içime sinmez. Bu yüzden de yanımda birden fazla kurşun kalem olur, ama yumuşak, 8B karalığında. Kalem açıla açıla kısalınca uzunlaştırmak için kullanılan adavattan tutun da metal kurşunkalem kapağına ve diğer alangirlerine kadar repertuvarımdan geçip bir köşede kaybolmuşlardır. Ama bütün bunlar, yazmanın zevki içindir…
Modern Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden Ernest Hemingway hakkında bir kitaba sarmışken, onun daima 2B kurşun kalem kullandığını okudum ve okuduğum sayfa aydınlandı. Spotlanınca böyle olur ve altını, çıra gibi kokan siyah cilalı Japon Malı 9B Tombo kurşun kalemimle çizdim...
Hemingway, son derece basit cümleler kuran ve pek sıfat kullanmayan, şu an Türkiye'de kullandığımız genel geçer bol sıfatlı zarflı dilden oldukça farklıdır. "A bu kolay" deyip Hemingway gibi yazmaya kalkan, onu taklit eden çoktur, hatta bunda başarılı olanlar arasında çok iyi yazarlar da vardır ve tam da bu nedenle, Hemingway'in sadece büyük değil, aynı zamanda örnek bir yazar olduğunu söylüyoruz. Eskiler buna, "O bir ekol" derlerdi…
Kurşun kalemim bu kez başka bir satıra yöneliyor. Hemingway, sadece Corona #3 model daktilo kullanırmış. Bugünün tabletleri ve dizüstüleri yanında damperli kamyon ağıtlığında kara kuru ama güzel bir alet. Şakırdatmaya başlamadan önce aklından geçen de, "En az dörtyüz sözcük yazmadan sakın içme". Zamanın alkolle sorunlu tüm yazarları gibi Hemingway'in de derdi…
Büyük yazar, 1961'de 2B kurşunkalemini masasının üzerine bırakıp, av tüfeğiyle hayatına son verdi...

Varlıklar ve yokluklar...

Okumamak üzere aldığınız, kütüphanenizde dikmedirek köşede cezalı duran, ama bunu haketmemiş kitaplar vardır. Varlıklarıyla yetinirsiniz. Orada bir tür nostalji olarak dururlar ve gözleriniz onun sırtında severek gezinir, ama kapağını açmaz, açsa da okumaz...
    Uzunca bir zaman önce, uzunca zamandır el sürülmemiş ve kitapların ellenmeden dura dura birbirine kaynayıp tek bir direniş kalıbı halinde -okurlarını değil tabii- okumayanlarını protesto ettiği bir kitaplık görmüştüm. Henüz "Sırtı yeşil kitaplar da satıyor musunuz" diye soran insanların kitapçılardan içeriye girmeye cesaret edemediği yıllardan kalma bir kitaplıktı ve evde ziyaret ettiğim kişileri unuttum ama o kitaplığı unutamadım, zira içinde bol miktarda varlığımız, yani Varlık yayını da vardi ve ölüme terkedilmişlerden beter görünüyorlardı...
    Bugün kütüphanemde, 1981 yılında yayınlanmış bir Panait Istrati romanı bulunca, Varlık yayınlarının eski küçük formatının, bildiğimden daha uzun süre ve malum zengin içeriğiyle çıktığını öğrendim. Günümüzde sahaflarda en aranan (ve bulunan) kitaplardan olan küçük Varlık cep kitaplarıyla ben, sayfalarını çakıyla açma şerefi babam tarafından bana verildiğinde tanışmıştım. Eve tomarla kitap gelirdi ve bunlar da alınıp sahilde gazinoya inildiğinde, henüz çocuk kitabı olarak resimli Lafonten'lerle meşgul ben, ucu zincirli kromlu ufak Bursa çakısıyla sayfaları açar, taze taze Babama servis ederdim. Varlık kitapları formatının Fransa'dan alınıp benimsendiğini, aradan on küsür sene geçtikten sonra Almanya'da öğrendim...
    Varlık yayınları formatıyla birlikte, sahici edebiyata olan ilgi, hatta kitaba olan ilgi, seksenli yıllarda bir zaman kaybolmuş olmalı ve bu "yeniliği", bir yakınımın telefonda, "sen hâlâ kitap okuyor musun" sorusuyla "idrak" edip hiç unutamadım. Evet ben hâlâ okuyordum, ama Türkiye'de kitap okuyanlara artık "enayi" veya "saf" muamelesi yapılıyordu -e kitap okuyanlar köşe falan dönemiyordu!
    Kütüphaneme sahaflardan düştüğü anlaşılan Panait Istrati, beni  tam da Bayram sabahı, kahvaltı masasında yakaladı. Bir köşeye dikilip gözlerden ırak uzunca bir ilgisizlik döneminden sonra, asla okunmamış -ama varlığıyla hoş- bir kitap olarak masanın kenarına ilişti. Ben Istrati'nin sadece "Baragan'ın Dikenleri"ni okumuş gibiyim ama çıkaramadım ve masada bu adamın Romen olduğunu, bu sabah babamdan öğrendim. Açıkcası bu yazarın hangi milletten olduğuyla hiç ilgilenmemiştim. Bence o, egzotik bir ada sahip, Avrupa-Batı kültürhavzasından gelen, her kütüphaneyi varlığıyla şereflendirmesi gereken, ama okunmasa da olan biriydi. Müthiş hayat hikayesini, Stalinizme karşı net tavrını nereden bilebilirdim, kendi kendine yeterliliğim içinde Istrati sadece koş bir sedadan ibaretti...
    Annesi temizlikçi kadın, babası kaçakçı, kendisi Romanya'nın gururu büyük yazar. Okulda başarısız bir öğrenci, iki kere sınıfta kalmış, garsonluk yapmış ve bir makarna imalatçısının yanında çalışmış ve bu sürede durmadan deli gibi okuyan, en derin fakirliği de yaşamış biri. Buna rağmen Bükreş'e, İstanbul'a, hatta İskenderiye ve Kahire'ye gitmiş. Gittiği yerlerde aynı getir-götür işleriyle hayatını kazanmış. 1921'de, 37 yaşındayken, beş parasız, çaresiz ve hasta, Napoli'den Nizza'ya giderken intihar teşebbüsünde bulunmuş ama onu ölümün elinden, insanlığın ruhu ve edebiyatın şerefi adına bilinmeyen birileri çekip almış. Hayat, ölmesine izin vermemiş. Onu kurtaranlar, Panait Istrati'nin cebinde Roman Rolland'a yazılmış bir mektup bulmuşlar. 1915 yılında Nobel ödülü almış olan Fransız yazar, on ciltlik "Jean-Christoph" romanıyla, bir roman türünün de mucidi sayılıyor (Roman-fleuve) ve ünlü eserinde kurguladığı Alman bir bestecinin Fransa'ya gelişini ve bir Fransız dostunun yardımıyla nasıl Fransızlara adapte oluşunu, Alman ile Fransız'ın "güçlü yanlarını" nasıl birleştirdiğini anlatıyor. Fransızcayı, eline geçen bir sözlükten öğrenip Fransızca yazan Panait Istrati'nin gönderemediği Fransızca mektubu, onu kurtaran isimsiz kişilerce Roman Roland'a gönderiliyor ve Fransız yazar Panait Istrati'yi böyle keşfediyor. Ve "Kyra Kyralina", Roland'ın önsözüyle 1923'de yayınlanıyor. Ona "Balkanların Gorki'si" adını takan da Roland.
    Tüm çağdaşları gibi Sol eğilimli Panait Istrati, 1927'de Nikos Kazancakis'le birlikte ilk kez Sovyetler Birliği'ne gidiyor, Moskova ve Kiev'i geziyor, iki yıl sonra yeniden gidiyor ve hemen teşhisini koyuyor: "Yanlış yolda". Son kitabının adı bu. Stalin diktatörlüğünü anlatan son bir eser. Ardından, Solcu arkadaşları tarafından bir faşist ilan edilmediği kalıyor, ama onun gibi bir hayat sürmüş birini kimse korkutamaz. Arkadaşları tarafından reddedilmek ona çok koyuyor, Romanya'ya dönüyor ve 1935'de "ince hastalık"dan hayata veda ediyor...
    Benim kütüphanemde onca yıl okunmayı bekleyen kısa romanı (Novela) "Kodin", kötü insanların arasında yaşamak zorunda kalan bir insanın hayatını anlatıyor ve kitapta Istrati'nin doğduğu İbrail'deki hayattan ilginç kesitler var. Kitap masamın üzerinde ve benden sonra başkaları tarafından okunmak üzere kütüphanemden çıkıp, bir vapurda özgürlüğüne kavuşacak. Ve ilk sayfasında kurşun kalemle şöyle bir yazı yazılmış olacak: "Bu kitap, bulan kişiye bir hediyedir."

André Gorz / Yazar ile gazetecinin farkı...

"Yazarlık veya filozofluk meslek değildir. İnsan yazar, çünkü kendini yazmak zorunda hisseder, yazmadan yaşayamaz, kendi kendine sorduğu sorular hakkında netlik kazanmadan yaşayamaz -yazmanın anlamı budur. İnsan, hayatını kazanmak için, el işi veya başka bir şey yapmaktansa yazı yazmayı tercih ettiği için gazeteci olur. Ama gazetecilik işinin sunduğu iki imkan var: İnsan hiç durmadan öğrenir, çünkü öğrenmek zorundadır ve en karmaşık konuları basit, herkesin anlayabileceği şekilde yansıtabilmek yeteneğini geliştirmek zorundadır -kişi için çok ilginç ve heyecan verici bir meydan okuma olabilir."
André Gorz 1958

Pergamon Blog'dan...