Dindar gençlik muhabbetleri...

"Aşkımmm!.. Aleyküm Selam. İlk gün ilk gece. Hatırladın mı?"
Başımı çevirip, bu cüretkar sesin sahibini görmek istiyorum, ama o cezalı çocuklar gibi yüzü köşeye dönük telefon ediyor. En fazla yirmisekiz yaşında, ufak tefek, türbanlı. Burberry desenli bir şalı başörtüsü gibi kullanıp boynundan düğümlemiş. Minibüsün içinde, hemen şoför koltuğunun arkasında sırtı yolculara ve bana dönük konuşmaya devam ediyor...
"İlk gün ilk gece. Aynı öyle tamam mı?"
Kadının öyle bir sesi var ki, arabada herkesin, her sözünü duyduğundan eminim -telefonda kısık sesle konuşamayanlardan. Ben aksini da biliyorum. Hemen yanınızda telefon edip, fısıltısını bile duyurmayan insanlara gıpta ederim -benim yapamadığım bir şey, ama bu kadın hiç yapamıyor...
"Ben 'Aleyküm Selam' dedim, sen de bana yarın sabahtan önce 'Selamın Aleyküm' diyecek misin?"
Telefonda bu tip uluorta sesli "muhabbetler"e alışkın olmadığım için şaşkın, kadına bakıyorum, ama o hiçkimseyi görmüyor. Sırtı dönük konuşmaya devam ediyor. Ayakta sadece iki müşteri var. Biri ben, diğeri o. Yanyana duruyoruz...
Bir ara, dolmuştaki herkesin dik dik bana baktıklarını görüyorum -yok bana değil, konuşan kadına bakıyorlar. İçlerinden başörtüsüz, aynı yaşlarda bir kadın patladı patlayacak vaziyetlerde -fena sinirli...
Kadının tepki uyandıran sözü, sürekli o nakaratı tekrarlaması:
"İlk gün ilk gece. Aynı öyle. Aşkım."
Bu lafı bilmemkaçıncı tekrarından sonra en önde oturan altmış yaşlarında bir adam, konuşan kadına dönerek alçak sesle birşeyler mırıldandı. Adamı o zaman farkettim. Yüzünde bir iğrenme ifadesi, iki günlük ak sakalı ve gül bıyığıyla, muhafazakar esnaflara benziyordu. Ama kadın öyle bir şekilde duruyordu ki, dolmuştaki hiçkimseyi görmüyordu...
İnmek istediğimiz durağa yaklaştıkça, açıkcası inmek istemedim. Bu tiyatronun devamını merak ettim. Bir erkekle telefonda -şimdiye dek hiç şahit olmadığım bir biçimde- uluorta konuşan türbanlı kadına ilk patlayan kim olacaktı, ona ne söyleyeceklerdi?!..
Türbanlı kadının yüksek sesi, köşeye saklanışı, ses tonundaki sevgi kıtlığı ve yapaylık, ortada tek taraflı bir aşk veya kuru cinsellik olduğunu gösteriyordu. Açıkçası banal birşeydi ve hoş değildi...
Aynı gün buna benzer iki olay yaşayınca, olayı burada anlatmaya karar verdim. İlkine, Nişantaşı'nda Remzi Kitabevi'nden çıkarken şahit oldum...
İki arkadaş -belli- uzunca bir aradan sonra karşılaşmışlar, bir taraftan el sıkışıyor, bir taraftan da neşeli neşeli konuşuyorlardı. Benim durup bu manzarayı izlememin nedeni, kısa boylu olanının sırtındaki herşeyin, sanki mağzadan demin satın alınıp hemen giyilmiş çıkılmış havası vermesiydi. Aşırı yeni, rafta dururken edindikleri kat yerleri bile görünen elbiselere sahip bu adam, zeytin yeşili bir Amerikan beyzbol şapkasını ters takmıştı ve her iki lafından biri "İnşallah", "Maşallah" idi...
Biz böyle karşılaşmalarda, "Yav Beyoğlu'nda biryere inelim bunu bir ıslatalım" falan deriz. Tokalaşalardan siyah deri ceketli kısa siyah sakallı uzun boylu olanı, aynen şunu söyledi:
"Yahu seninle birlikte bi' Cuma'ya gidelim şöyle."
Ben bu lafı duyunca gülmeye başladım...
Sokak kalabalıktı, beni farketmediler. Onlar konuşurken ben gülerek yoluma devam ettim...
Bu nasıl bir şeydir?!.. İki kişiyle kafa çekilir, sohbet edilir, aşk bile yapılır. Ama din, ibadet, meditasyon ve benzerleri, insanın kendiyle ve Tanrı'yla başbaşa kaldığı durumlar değil midir? Bunu, folklor oynar gibi "omuz omuza" yapılan bir tür eğlence gibi algılamak bana yabancı geldi. Açıkcası "dindar gençlik" iyi hoş -da, bir acaip!..
Dolmuştaki kadın, benden önce indi. İnerken ona kimse bir şey söyleyemedi, o da kimsenin yüzüne bakmadı, konuştuklarını düşünüyordu. Ama kadınların ona bakışlarından korktum -erkekler ilgisiz görünüyorlardı. Minibüsten indikten sonra sessizlik sürdü. Bir tek en önde oturan yaşlı adam, "La Havle -ne günlere kaldık" gibi birşeyler söyledi. İnen kadının ses tonuna sahip olmadığından, sözleri, arabanın motor harıltısında eriyip gitti. Minibüste kadından geriye sessiz bir utanç ve şaşkınlık kaldı...

Küçük arabaların büyük müptelaları...

Kıvrım çevrim yollarda, ormanın içinde ilerlerken önünüzde bir BMW Isetta'nın ağır aksak yol aldığını düşünün...
Ben olsaydım sollamazdım, ama henüz araba kullanamayacak kadar küçük olduğumdan, bu lüksüm yoktu. Arabayı bir süre takip edip, şoförü Horst Amca'yı (Şimdi ona böyle seslenmek isterdim) anlamaya, hissetmeye çalışırdım her halde...
Türkiye Cumhuriyeti'ne hiç uğramamış olan, motorsikletle kardeş bu mini otomobil, Almanya'nın yeniden inşa dönemlerinin, yani 1950'li yılların ürünüdür ve BMW firmasını da batmaktan kurtarmıştır aynı zamanda. Kapısı öndedir. Evet yanlış okumadınız...
Arabanın önü, aynı zamanda kapısıdır. Haşırt diye açtığınızda, bu arabayla o zamanlar dalga geçen Bavyeralıların ifadesiyle "Asfalt üzerindeki bir baloncuğa" binermiş gibi olursunuz. Kapı açılınca, direksiyon da kenara çekilir tabii -siz binesiniz diye. Sadece iki kişiliktir. Isetta'ların üretimi, 1962'de durdurulmuş olmasına rağmen Horst Amca, deniz mavisi Isetta'sıyla tayır tayır gezerdi orman yolunda. Bu arabaya nasıl bindiğini hiç görmemiş olmanın burukluğunu haala yaşarım. Ben o zamanlar, hayal gücümü işletip, arabanın içine ışınlandığını düşünüyordum, çünkü kırmızı burunlu Horst Amca, göbeğiyle birlikte araba kadar "iriydi" zaten...
Sonra benim boyum attıkça, mavi Isetta, kapı önünde durdu durdu durdu. Horst Amca'yı bir daha görmedim. Araba müzeye kaldırılmış olmalı, çünkü etrafta eşi benzeri yoktu...
Küçük arabalar sevimlidirler ve kolay park yeri bulurlar. Benim kullandığım son küçük araba da, vitesi elimde kalan (ve benim değil çok yakın bir arkadaşımın olan) Mercedes Smart Mini idi. Küçük arabaları sevdiğimi bilen arkadaşım, yarıotomatik arabanın vitesinin çıktığını bana söylemediğinden, gene aynı ormanın aynı yolunda geri vitesine takarken kol elimde kaldı! O ilk paniği atlattıktan sonra, arabayla dost olduk! Horst Amca temposunda yola devam edip ormanda tavşan ve karaca saymaya devam etseydim, başıma gelmezdi elbette. Küçük arabalar "normal" olamıyorlar -ve ben de bu yüzden onları tercih ediyorum zaten. Arabayı, sadece -benim Bavyera ormanlarına düşüşüm türünden- "acil" durumlar için yedekte tutan hız delisi arkadaşım, bir Porsche Carrera kullanıyor ve bana otobanda hız neymiş göstermeyi de seviyor. Onunla otobandan biryere gitmek, saatte ikiyüzelli kilometreyi görmek ve uçaktaymış falan gibi olmak demek. Smart, sol şeritten değil, sağ şeritten giden Solcu bir arabadır. Çevre kirliliği, park yeri, şehrin korunması gibi dertlere sahip tüm enleller ve entel kalmış olanların tercihidir. Ama ben bu tip küçük entel arabalardan birinin Porsche solladığına şahit olmuş biriyim...
Yakın bir arkadaşımın Ranault 4'ünü, alacalı bulacalı boyadıktan sonra İtalya yollarına düştüğümüzde, araç, bizim kahkahalarımızdan aldığı enerjiyle kanatlandı! Avrupalı Sol entelektüellerin kült araçlarındandır...
Apolitik olan üniversitelilerin de tercih ettiği Citroen 2CV'yi, asıl Gaston çizgi romanlarında gördükten sonra çok sevdim. Belçikalı süper çizer André Franquin, en sevdiğim, hayata anlam katan, dünyanın en iyi çizerlerinden biridir. Spirou ile Fantasio adlı kahramanlarını, sevimli sert kahraman hayvanı Marsipulami'yi herkes bilir! Franquin'in büro gülü Gaston'unun, ortalığı karıştırdığı anlardan hemen önce veya hemen sonra, "karamsar" bir polisle karşılaşır ve ciddiyeti tam bir kahkaha gerekçesi olan bu polisin yakınında Citroen 2CV'lerden bir tane mutlaka bulunur! "Gaz tenekesinden bozma yakışıklı otomobilin mat duman grisi versiyonunu kullanan (her halde o da kendisi boyamıştı) züppe bir Güney Amerikalı öğrenci tanıyordum. Bu arabaların yay sistemi oldukça dandik olduğundan, viraj alırken devrilecekmiş gibi yan yatar. O da bunu yapardı. Bu arabalardan Sirkeci'de bir tane gördüğümde, uzun saçlı o tipi yeniden görmüş kadar sevindim!..
Küçük araba derken Türklerin "Tosbaa" adını taktığı, VW Käfer'yı (Böcek) ve onun kanlı canlı kardeşi Herbie'yi unutamayız elbette. Ama bu başka bir hikaye...

Lüks bir organ: Beyin / Ve insan barbarlığıyla hayvan uygarlığı arasında

İnsanın en güzel ve sahiden normal hali, çocukluğudur. Sonra "Normalleşmeye" başlıyor!..
Ünlü Psikiyatrist Manfred Lütz, yetişkin insanlar hakkında şu haklı tesbiti yapmış: "Bizim delilerle bir sorunumuz yok. Asıl sorunumuz, akıllılarla."
Her modern toplumda, psikolojik sorunlarla ilgili uzmanlar hakkında yaygın bir "kuşku" vardır ve şudur: "Deli doktorları delilerden daha deli olur". Tabii bunu söyleyenler, normalliğin de bir bozukluk türü olduğunu ve hatta aşırı normal tiplere "Normapat" (Normapathie) dendiğini bilmezler.
Konuyu gündeme almamızın nedeni, geçtiğimiz günlerde bir Milletvekilinin Türk Parlamentosunda hakaret anlamında "Hayvan" sözünü kullanması ve Türkiye'nin Başbakanının da Gazetecileri köpeğe benzetmesi -insanlar için kuşkusuz büyük bir hakaret! Herkes kendi cinsine benzetilmek ister. Ama inanın, bir köpeğe yüksek sesle "insan" diye çıkışılması da ona büyük bir hakarettir. Çünkü hiçbir köpek, kendi hemcinslerini kitleler halinde öldürmüyor, ölüme sürüklemiyor, kendi hemcinslerine bilerek eziyet çektirmiyor, onları kapalı bir yere mahkum etmiyor, bir vuruşta bir milyon hemcinsini imha edecek "akıllı" bombalar yapmıyor...
Bunu yapan köpek, köpeklerin yüz karası sayılırdı ve köpeklikten istifa etmesi istenirdi her halde!..
Yani köpeklerin, insanları sevmek ve onlarla dost olmanın ötesinde, insan olmak gibi bir istekleri olamaz. Zaten köpekleri ve hayvanları sevenler, insanlara karşı da daha sevecen oluyorlar. Carl Hilty'nin deyimiyle,  "Çocuklara ve hayvanlara iyi davranmayan insana asla güvenilmez." Bu sözü, konumuz hakkındaki en asgari müşterek sayabiliriz...
Başbakan'ın kullandığı ve benim buraya almak istemeyeceğim kadar iğrenç sözlerinin -en hafif deyimiyle- "şiddet ve nefret dili" diye tanımlanması bir yana, "normal" sayılması ve hatta bir belagat türü olduğunun söylenmesi, çağımızın en önemli sorununu daha iyi anlamamıza hizmet ediyor sadece: İnsanın yeniden tanımlanmasının bir zorunluluk haline gelmesini. 1492 öncesi kadim Ortaamerika kültürü buna, "İnsanın yeniden yaratılması" diyor. Günümüzün bu tip "normalliği"nin yakın bir gelecekte 'Suç' sayılabileceği, "Nefret Suçları" denen bir olgunun dünyada yer edinmesi ve giderek daha fazla ülke tarafından kabul edilmesi -bir zaman sonra kuşkusuz Türkiye'ye de gelecek olması bir yana... 
Biz burada, onun da ötesinde, "Normal"in bozukluğuna değinmeliyiz...   
Manfred Lütz, normal insanın delilerden daha fazla suç işlediğine dikkat çekiyor. "Normal" insan "uygarlaştıkça", daha endüstriyel imha yöntemleri bularak, hemcinslerini daha çok ve sistemli bir şekilde öldürüyor ve buna kendince yasalar uydurarak haklılık payı çıkarıyor...
Bugünkü insan, hiçbir hayvanın yapmadığı kötülükleri yapıyor...
iki bin yıldır kesinleşmiş bir veri, insanın yeniden yaratılması ve bozuk insan türünün iptalinin nasıl gerçekleşeceğini de gösteriyor. Söylemek istediğimizi tek bir sözcükle özetlememiz de münkün: "Neuroplastizität/Neuroplasticity" (Türkçesini bilmiyorum malesef!) Anlamı şudur:
Sinir hücreleri, kullanım amacı/biçimine göre şekil değiştirirler. Türkçede, bu tip uygulamalı değişimleri ifade etmek için "Meleke kazanmak" gibi bir söz vardır. Aynı işi yapa yapa ustalık kazanmak demektir. Burada yaptığınız şeyin ne olduğu kesinlikle önemsizdir. Konjonktürel "doğru" sayılan belli düşünce kalıpları, uzun süre tekrarlanırsa benimsenirler. Bu şekilde "normal" sayılan şeytani bir toplum yaratmak da mümkündür, iyi bir toplum yaratmak da. Ama evren 'iyi' prensibi üzerine kurulu olduğu için, şeytani düzenekler her zaman kısa ömürlü olurlar. Friedrich Nietzsche, "toplumsal çılgınlık" diye ifade ettiği bu durum hakkında şöyle der: "Çılgınlık, tek tek kişler bazında ender rastlanan istisnai bir durumdur. Ama partilerde, halklarda, çağlarda, kuraldır." Ve bunun için de "normal"in kötücül çılgınlığını anlamanın en iyi yöntemlerinden biri, delileri iyi tanımak ve anlamaktır...
Eski romanlardan ve filmlerden de bilirsiniz. "Deli" sayılanları eskiden, havası güzel yerlere gönderirlermiş, orada biraz yeşillik, temiz hava (bol sigara!) atmosferinde kendine gelsin diye...
Doğa, unutulmuş normalliğin ve güzelliğin dayandığı temel norm olmayı sürdürüyor...
İnsan, hayvanlarla kıyaslandığında "zayıf" sayılır. İnsan kendine, beyni nedeniyle "büyüklük" atfeder ve zayıflıklarını da kurduğu sosyal sistem ve kurumları ile kapatır. Hayvanlarla kıyaslandığında oldukça garip özelliklere sahiptir. Mesela hiçbir hayvan spor yapmaz! Hiçbir hayvan, yok yere koşacak, atlayacak, zıplayacak, hatta bu arada hayatını tehlikeye atacak kadar aptal değildir! Dünyada yaşayan canlı türleri arasında bir ortak mahkeme kurulsa da insan orada yargılansa, gezegeni terketmek cezasına bile çarptırılabilirdi ayrıca! Canlı türlerinin soyunu tüketen insan, canlılar arasında yeryüzünün en barbar canlısı!..
Delilik de aslında, insanın kurduğu ve "normal" saydığı sistemine göre tarif edilir. Bir insan sosyal hayata karışmadığı sürece, deli olup olmadığı "mesele" değildir. Mesele, o insanın hemcinslerini kitle halinde öldürebilen "normaller" arasında yaşamaya kalkmasından doğar! Beyin lüks bir organ. Depresyonundan aşağılık kompleksine, oradan yükseklik kompleksine kadar türlü-çeşitli sorun sahibi -ve bütün bu sorunlar da "normallik" dahilinde sayılan şeyler. Savaş da, küfür de, cinayet de o normalliğe dahil! Manfred Lütz'ün dikkat çektiği ve tayin edici konulardan biri de, "normal" sayılan insanın, hayvanlardan farklı olarak kendine belli bir suni (gündem) gerilimi yaratma eğiliminde olduğu ve buradan savaş vs. ürettiği yolunda. (Bkz. Manfred Lütz, "Irre / Wir behandeln die Falschen" 2012)
Deli olanların iyi yanlarını cidden araştıran en popüler kişi, kitapları Türkçeye de çevrilmiş olan Paul Watzlawick olsa gerek. Tepeden tırnağa "sorun" sayılan insanlardan bahsederken, "Çözümün sorunla alakası yok" der Watzlawick. Onun kurduğu yönteme göre, bu tip "sorun" insanların gözden kaçan güçlü yanlarına konsantre olunması halinde, o güçlü yanlarının harekete geçirilebileceğine dikkat çeker. Bir insanı yeniden yaratmak olayının anafikri de budur zaten. Konu hakkında belki en iyi örnek, eski kulağı kesiklerden Van Gogh olabilir. Deli sayılanların belli sınırları aşarak büyük yeteneklerini keşfetmeleri mümkün, ama "normal"ler, kendini bir halt sanan o can sıkıcı durağanlıklarında, kendi mucizelerine çok daha uzak olduklarından, bunun acısını çıkarıyorlar adeta! Bir orantı hesabına vurursanız, normallerin delilerden daha hırsız, daha katil, daha soyguncu, daha yalancı, daha kötü olduklarını görürsünüz. Sanki "deliler"in üstün yeteneklerine asla sahip olamamanın intikamını alırcasına savaşlar çıkarıp birbirlerine olmadık kötülükleri yaparlar...
Benim en sevdiğim yazarlardan Truman Capote'nin yazdığı "Tiffany'de kahvaltı" filminde muhteşem Audray Hepburn, o kocaman gözlerini açarak, "İnsanın heryerde deli sayılması çok normal" deyiverir!
Biz nerden şeyttiydik şimdi bu konuya?!..

Yuki adında bir İstanbullu...

Sizi bilmem ama ben çocukluğumun Türkiye'sinde çok çizgi roman okurdum. Hatta dibine vurup, bulduğum herşeyi okuduğumu söyleyeyim (Killing ve cep fotoromanları da dahil olmak koşuluyla). Bir yerden sonra Teksas-Tommiks'in siyah beyaz ve tekrarlanan çizgilerinden bıkıp, arayışlara çıktığımda, Doğan Kardeş dergilerinin tamamına yakınını hatmetmiştim. Bu derginin sadece baş ve son yaprakları renkli olurdu ve o dış sayfalarda her zaman bir uzay macerası yaşanırdı. Kahramanların uzay gemisini çizmek, sevdiğim uğraşlardandı. O zamanlar, "en ileri" şey, Amerikalılar gibi uzaya gidebilmek olduğundan, "uzaycılık", uzay kadar müthiş ve Türklere uzak bir şey sayılıyordu. O kadar uzaktı ki, çocuklar "ileride doktor-mühendis" değil de astronot olmayı hayal bile etseler, pek iyi gözle bakılmayan tiplerden sayılıyorlardı, çünkü "gerçekçi" değildi -Astronot olmak ne mümkün?! Böyle çocukların aşırı hayalperestlikleri sorun bile sayılabilirdi. İşte o yıllarda Yuki, astronot olup, arkadaşı 'gözlüklü Stelyo' ve 'şişko Nuri'yle birlikte uzaya gidip geldi...
Tenten'in uzay maceraları yanında ne kadar hoştu Yuki'nin seyahati, Türk çocuklarının mahalle yaşamına ne kadar uygundu onun uzay yolculuğu! Mahalle kavramının ve yaşamının avam sayılmadığı, kendi içinde tatlı bir hayatı anlatan güzel bir çizgi romandı...
Yuki, başı tavşan gibi bir İstanbul çocuğu. Orta halli aileleri temsil eden bir tavşan-çocuktu. Ahşap Türk evlerinde oturup Arnavut kaldırımlarında gezinir, mahallede top oynar ve türlü çeşitli maceralara bulaşırdı. Benim çocukluğumda Yuki ciltlerinden biri-ikisi elime geçmişti, ama bunlar eski, okunmuş, abilerimizden kalma kitaplardı...
Kaptan Swing ciltlerinin, Baltalı İlah Zagor ve Çiko'ların, Tom Braks ve Baron'un, Köftehor kovboyların arasında Yuki, ayrı bir kategorideydi. O zamanın deyimiyle, "vurdulu-kırdılı" "Teksas-Tommiks"lerden değildi Yuki. O, "Miki"ler kategorisindeydi. Bana yasak olan Teksas-Tommiks'leri çaktırmadan okurdum, ama "Miki"ler serbestti. Ve Yuki hepsinden farklıydı. Çünkü bu tavşan popülerdi ve konuşuyordu. Hem de Orhan Boran'la!..
İronik, hınzır bir tavşandı Yuki. Helyum yutmuş tiplerin sesine benzer ince elektronik sesi vardı ve Orhan Boran'ın radyoya yatkın sesiyle atışmaları, herkesin sevdiği radyo olaylarındandı. Bizim evde fazla dinlenmese de, radyo tiyatrosu kadar popüler olduğunu söyeyebilirim...
Ben bu İstanbullu garip tavşanı, ortaokulda falan gerçekten sevmeye başladım. O sıralar, Yuki'nin yaratıcısı ve çizeri Altan Erbulak'ın gazetelerde çıkan uzun bacaklı füze göğüslü afet kızlarına ilgi duyuyor, koca burunlu komik adamlarına gülüyordum. Turhan Selçuk'un entelektüel Abdülcanbaz'ından komik ve basitti. Altan Erbulak karikatürlerinde kendisini de çizerdi. Kalın camlı gözlükleri, hırpani saçları ve hep "hareket" halindeki halleriyle Erbulak'ın imzası bile çok orijinaldi. Karikatüre sonradan eklenmiş gibi duran bir mini Erbulak portresi!..
On parmağında on marifet bu muhteşem sanatçı, sadece karikatür ve çizgi roman çizmiyordu, kitap da oyun da yazıyor, tiyartoda da oynuyor, filmlerde de boy gösteriyordu ve bunların hepsinde başarılıydı...
Ben Türkiye'de halen onunla kıyaslayabileceğim birini tanımıyorum. Belki bir tek Cem Yılmaz ona yaklaşabilmiştir -çok yönlülük bakımından. Ama Erbulak gerçekten çok orijinaldi, benzersizdi. Yuki dergisini 1964'de çıkarmaya başlamış. Bence, Altan Erbulak, en orijinal Türk çizgi romancıdır. Daha sonra çıkan çizgi romanların hiçbirine benzemez Yuki. Karaoğlan, Malkoçoğlu, Tolga, Volkan gibi gerçekçi ve milliyetçi değildir. Gırgır ve Fırt gibi dergilerde sonradan popüler olan tipler gibi insan da değil başkahramanı. Yuki bir yarıhayvandır ve benzeri yoktur Türk çizgiroman dünyasında. Yuki, ninesiyle, dedesiyle, fileyle alışveriş eden ev kadınıyla, kedisiyle, seyyar satıcısıyla, cumbalı ahşap evleriyle, tipik ve kararkterli İstanbul mahallesini anlatır. Yuki, dış görünüşü hariç herşeyiyle tam bir insandır -ve İstanbulludur. Onun en yakın arkadaşı Stelyo, bu çelimsiz, utangaç Rum çocuk, her Yuki hikayesinde mutlaka vardır. Ve tabii Şişko Nuri'siz bir Yuki düşünülemez...
Türkiye'de yayınlanan tüm siyahbeyaz çizgi romanlardan ve Doğan Kardeş'ten Tina'ya kadar tüm çizgi roman dergilerinden sonra Yuki'de Türkiye'yi yeniden sevdiğimde, artık Türkiye'de yaşamıyordum; Türkiye de Yuki devrinde yaşamıyordu. İstanbul'un Rumları Türkiye'yi terketmişlerdi. Arnavut kaldırımları sökülmüştü, ahşap evlerin yerini çoktan apartmanlar almıştı...
Daha sonra Türkiye'de Türk çizgi roman kültürü tamamen bitti. Doğan Kardeş ve benzerleri çizgiroman dergileri kapandı. Karaoğlan ve diğer Türk cengaverler ortadan kayboldular. Seksenli yıllara kala kala sadece mizah dergileri kaldı...
Son yıllarda Türkiye'de çizgi roman dergisi çıkarma girişimleri olmadı değil. Bunlar, Havy Metal gibi büyük kült çizgiroman dergilerine özenen dergilerdi ve hiç biri uzun ömürlü olmadı. Leman ailesinin çıkardığı Lemanyak, uzun süre bu boşluğu doldurdu. Sonra Doğan Kardeş, yepyeni bir anlayışla yeniden çıktı -ama ilgi çok düşüktü, kapanmak zorunda kaldı...
Yuki, Türk çizgi roman sanatında, çocuklar için yapılmış en orijinal iş olmayı sürüdürüyor. Acaba neden hatırlanmaz, neden bir Yuki onur cildi yayınlanmaz veya bir Altan Erbulak sergisi açılmaz, neden bu büyük sanatçı ve Yuki'si anılmaz? Başka ülkeler böyle özgün hikaye kahramanlarını kült haline getirip heykellerini bile dikiyorlar. Yuki ve arkadaşları da, onurlandırılmayı kesinlikle hak ediyor...

Altınlar nerede?!..

Özellikle 1970'li yıllarda bir furyaydı "Soygun filmleri". O dönemde perdelerde boy gösteren bütün aykırı kahramanlar, bir yerden yüklü miktarda para tırtıklayıp, Karayiplerde inzivaya çekilirlerdi. Ama asıl altın, sandıkla para, kovboy filmlerinde çalınırdı. Meksika'da serseri mayın gibi dolaşan Amerikalı Pistolleros, o altın sandıkları için devrim bile yaparlardı -bahaneyle!
Altının başrolü oynadığı filmlerden benim en sevdiğim, Majestelerinin ajanı 007 "Bond, James Bond"un "Goldfinger"idir (Altın Parmak). Şimdi Sean Connery'den bahsetmenin lüzumu yok, onun ne kadar büyük bir aktör olduğunu herkes biliyor. Ama orada yamuk sırça parmaklı Goldfinger'ı oynayan Gert Fröbe'yi bilir misiniz? 1988'de yitirdiğimiz bu Alman karakter oyuncusunu ben, Friedrich Dürrenmatt'ın bir kitabından uyarlanan "Es geschah am hellichten Tag" (1958) filminde, bir çocuk katili rolünde hatırlıyorum. Goldfinger rolünde büyük planını, topladığı Mafia liderlerine şöyle anlatır:
"Amerika'nın tüm altın rezervlerinin toplandığı Fort Knox..."
Mafyatik tipler, sözünü keserler. Çünkü orasını soymak, tonlarca altını oradan çıkarmak, piyasaya sunmak imkansızdır. Aynı soruyu Bond da sorar. Nasıl soyulacaktır?
Goldfinger, "Soyacağımızı kim söyledi Mr. Bond?" deyince, Majestelerinin akıllı ajanı uyanır. Çinli uzmanlar, atom teknolojisi... Hmm...
Altın çalınmayacak, onun yerine el sürülemez hale getirilecektir.
Fort Knox'da bir mini atom bombası patlatılacak, ABD'nin altını radyoaktif hale gelecektir. Böylece Goldfinger'in elindeki altınların fiyatı füze gibi yükselecektir. Bond, planı son anda boşa çıkarır tabii, önüne çıkan tüm kadınları ve altınları eriterek dünyayı Goldfinger'den kurtarır. Bu, filmde olan bir şey. Gerçek film, çok daha "eğlenceli".
Önce şöyle: Dünyanın birçok ülkesinin merkez bankasının altını, "güvenli" olduğu gerekçesiyle Fort Knox'ta durur -Avrupa ülkelerinin bile! Bu "güvenlik" meselesini bir deşerseniz, tüm James Bond filmlerinden daha ilginç bir hikayeyle karşılaşırsınız. Çünkü en büyük soyguncular Mafia, Pistolleros, Goldfinger ve diğerleri değildir. En büyük soyguncular devletlerdir!..
Tarihte bilinen en büyük altın soygununu Japonlar yaptı. Onların başında da Tenno (İmparator) Hirohito vardı.
Altın fiyatları, en çok, savaş dönemlerinde yükselir malumunuz!..
Asıl film de savaşta yaşanıyor zaten. İkinci Dünya Savaşı'nda Japon Ordusu, Doğu Asya'yı (ve Çin'i tabii) işgal ederken, buradaki devletlerin bütün altınına el koyuyor. 13 ülkenin altını, çeşitli yollardan Filipinlere taşınıyor. Bu altına, siyasi magazin dilinde "Yamashita'nın Altını" deniyor (Yamashita, Hirohito'nun bir adamı) ve şöyle ilginç bir "özelliği" var: Sadece Asya ülkelerinin değil, bazı Avrupa ülkelerinin ve Amerika'nın altınları da bu muazzam "hazine"ye dahil...
Hirohito bu altını, tıpkı eski korsanlar gibi, Filipin adalarına gömdürüyor. Avrupalılar, -o zamanlar çok soygun filmi izlediklerinden midir nedir- altınlarını, "saklamak" amacıyla Asya'ya göndermişlermiş. Hangi maliye bürokratı veya bakanın buna karar verdiği, altınları Asya'ya hangi gizli yollardan nasıl taşıdıkları ayrı bir film konusu, ama Japonlar, Pasifik kıyısında Amerikan altını bulunca oldukça çok sevinmiş olmalılar! 1942'de savaşın seyri değişince, "güvenlik" meselesi bu kez Japonların takıntısı haline geliyor ve Tenno Hirohito, Filipinlerde saklanan altının daha "güvenli" bir yere saklanması için Prens Chichibu'yu görevlendiriyor, o da altını Filipinlerdeki gizli mağralara gömdürüyor.
Bu gerçek filmin en çarpıcı yanı şu:
İddialara göre ABD savaştan sonra bu altının yerinin söylenmesine karşılık, İmparator Hirohito'yu serbest bıraktı, tahttan indirmedi, tutuklamadı, Japon savaş suçluları da oldukça ucuz kurtuldu. İşte James Bond'un 1964'de Goldginger'in elinden kurtardığı Fort Knox altını bu altın. Sadece Türkiye'nin ve Avrupa ülkelerinin değil, Asya'nın altını da orada. Gene söylentilere göre, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Yamashita'nın altını, önce OSS'in (yani sonraki adıyla CIA'nin) gizli operasyonları için kullanılmış. Şimdi de kim bilir kim tarafından nasıl kullanılıyor. Çinliler, bu Japon filmi ve Goldfiger filminden ders çıkartmış olmalılar ki, kendi altın rezervlerini "güvenlik" adına hiçbir ülkeye "emanet" etmiyorlar artık! ABD iflas ederse bu altının gemilerle Asya'ya taşınması...
İşte bu başka bir film -olabilir...

Nikita ve Zen rahibi Takhuan...

İnsanın aklına önce, Birleşmiş Milletler'de konuşma yaparken ayakkabısını çıkarıp, sözlerine sert bir "anlam" yükleyebilmek için çekiç gibi kürsüye vuran kel kafalı antistalinist Rus lider Nikita Kruşçov geliyor!..
Bu o değil. Buradaki Nikita, yetenekli güzel bir kadın tarafından oynanan kurgu bir Nikita...
Sinema oyuncusu Anne Parillaud, aslında avukat olmak istemiş ama sinema oyuncusu olmuş (hem de ne oyuncu!)
Parillaud, Nikita rolüyle 1990'da César ödülü aldı. "En iyi kadın oyuncu." Filmin rejisörü Luc Besson'dan bir kızı var. Şimdi, ünlü müzisyen Jean Michel Jarre ile evli.
İnsan bir yere kadar kör bir mahluk. Birini bir filmde farkediyorsunuz -hem de o kendini sizin gözünüzün içine sokuyor. Kimmiş diye bir sorup soruşturuyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki sizin önünüzden birçok filmde arz-ı endam eylemiş ama siz onu değil bir başkasını -tabii başrol oyuncusunu- izlemişsiniz. Bazı önemli detayları iki kere bakmadan göremiyorsunuz. Bu görünmezlik büyüsünü sorgulamadan, daha büyük asıl büyüyü de gözden kaçırıyorsunuz: Asıl başrol oyuncularını...
Luc Besson'un hiçbir filmini kaçırmayan biri olarak, "Nikita"sını da gördüm elbette. Şimdi bir kaç gündür iPad'imde ve filmi yeniden seyrettikçe, başrolü oynayan Anne Parillaud'a yeniden hayran oluyorum ve filmdeki ayrıntıları seyrediyorum. Ruhen tamamen bitmiş vahşi bir genç kızın, devlet adına çalışan bir tetikçiye dönüştürülmesini anlatan film, Fransızların "Cinema du Look" tarzının bence en iyi temsilcisi Luc Besson'un Fransız-İtalyan ortak yapımı. "Nikita"yı (1990) yerden yere vurmak da mümkün. Çünkü bu filmi siyasi açıdan eleştirmemek hiç mümkün değil. Filmde devlet adına acımadan adam öldüren tipler bir yana (onlar çok filmde var zaten), mahkeme kararıyla resmen "öldü" gösterilen bir kadının yaşayıp yaşamayacağına karar veren bir "hakim" var mesela. Daha da derin ve pis bir devlet! Film, ahlaki/etik açıdan da sorunlu. Bu tür filmlerde görülen bir şey aslında, ama buradaki biraz daha "ileri" boyutlarda...
Filmde, bütün bunları gölgede bırakacak kadar güzel bir şey var: Nikita...
Hapse girdiğinde, evsizler gibi salaş, pis, pasaklı, erkek gibi hareket eden, gözünü kırpmadan laf olsun diye adam vuran, yarı-deli, beyni uyuşmuş bir kadın görüyorsunuz önce. Sonra bu yaratık, yavaş yavaş insanlık ve kadınlık öğreniyor.
(Kadınlığı da, bir zamanlar Fransız sinemasının en güzel kadınlarından güçlü oyuncu Jeanne Moreau'dan öğreniyor!)
Ona bu kapıyı açan kişi, "gereğinde" onu vurmaktan bile kaçınmayan Bob, üst düzey bir Fransız ajanı. Nikita'daki kaliteleri görebilen adamı oynayan Tchéky Karyo, son zamanda en dikkat çekici Fransız aktörlerden biri bence. Yılan gibi soğuk, gizemli tipleri iyi canlandırabiliyor. Nikita'nın "iflah olmaz" gibi görünen vahşi karakterindeki üstün yanları keşfedip/sezip, onun zorla da olsa eğittiriyor ve adam edilmesine (yani 'kadın edilmesine') çalışıyor. Bu yolda elinden geleni yapıyor, ölüm-kalıma karar veren hakime de Nikita için kefil oluyor.
Nikita, hayata tutunuyor. Hatta ajan olarak serbest bırakıldıktan sonra, alışveriş yaptığı market'in kasiyerine aşık olup onunla mutlu bir hayat da kuruyor kendine -ama her an operasyona hazır olmak koşuluyla.
Ben filmi yeniden seyrederken, bu kez bambaşka duygulara kapıldım ve bir benzerliğin farkına vardım...
Diğer hikaye şöyle:
Gene böyle vahşi biri, Takezo adında bir Japon, ele avuca sığmaz bir genç. Arkadaşıyla gittiği bir savaştan sonra köyüne yalnız döner. Ama o savaşı kaybeden ordunun askeri olduğundan ve köyü de galiplerin kontrolüne geçtiğinden, saklanmak zorundadır. Savaşa birlikte gittiği arkadaşının annesine gizlice yaklaşıp, oğlunun ölmediğini söyler. Kadının diğer sorularını yanıtlamaz. Konuşmamasının nedeni, arkadaşının köye dönmek istemediğini annesine söyleyememesidir. Arkadaşı, köyde onu bekleyen nişanlısına dönmeyip, savaş bölgesinde sığındıkları bir evin yılışık kızıyla evlenmiştir ve korkağın tekidir. Takezo, arkadaşını korumak ve onun ailesini utandırmamak için, gerçeği gizler. Takezo'nun korkak arkadaşının annesi, bu vahşi genç adamın yalan söylediğini anlar ama nedenini bilmediği için onu evine çağırır. Ne zamandır doğru dürüst yemek yememiş ve yıkanmamış Takezo, daveti kabul eder ama bu bir tuzaktır. Kadın Takezo'yu ihbar eder. Ele avuca sığmayan çırılçıplak Takezo, onlarca askerin elinden kurtulur, birçoğunu yaralar, öldürür ve gerçeği de açıklar: Arkadaşı korkağın tekidir, nişanlısına dönmeyip başka bir kızla evlenmiştir. Takezo'nun arkadaşının annesi, bu kez intikam almak için elinden geleni yapar. Köyün Beyi de Takezo'yu yakalamak için büyük bir köylü birliği kurar, köylüler üzerinde baskı uygulayıp, Takezo'nun tez yakalanmasını emreder. Ama Takezo her seferinde köylülerin ve askerlerin elinden kurtulur, her seferinde ardında yaralılar ve ölüler bırakır.
İşte burada Takhuan devreye giriyor.
Bir Zen rahibi olan Takhuan, koca bir ordunun zaptedemediği Takezo'yla sadece konuşmak için ormana gidiyor, yanına da Takezo'nun arkadaşının eski nişanlısını alıyor. Bu bedbaht kız, sırf eski nişanlısının annesinin despotluğundan ve yalnızlıktan bunaldığı için rahibin yakınında. Nişanlısı hakkındaki gerçeği öğrendikten sonra Takezo'ya yakınlık duymaya başlıyor. Takhuan ve kız ormanda ateş yakıp yemek pişiriyorlar. Takhuan kızdan flüt çalmasını istiyor ve tabii Takezo, yemek kokusu ve müzik sesinin yanına kadar sokuluyor.
İşte beni en çok etkileyen, hikayenin bundan sonrası...
Takhuan, hırpani kılıklı öfkeli ve vahşi Takezo'yla bilgece bir tartışmaya girip onu teslim olmaya ikna ediyor ve bağlayıp paşa paşa köye getiriyor. Onu hemen öldürmek isteyen köyün Beyine de valiyi iyi tanıdığı "lafını" anlatıp, Takezo'nun öldürülmesini önlüyor, ama tutsağına, "Seni nasıl yakaladım ama" deyip onu feci halde kızdırıyor ve aşağılıyor. "Sakinleş, aklın başına gelsin" deyip, Takezo'yu, köyün mabedinin önündeki ulu bir ağaca sırtından asıyor ve Takezo asılıyken onunla konuşmaya, aşağılamaya devam ediyor. Takezo, "Beni öldür daha iyi, ama böyle aşağılama" diyor ve Takhuan'la son diyaloğunda "yaşamak isteğini" söylüyor. Takhuan'ın son sözü de şöyle oluyor: "Bak nasıl yumuşadın. Orada sallan, yarın seni indirip kafanı keseceğim."
Takezo o gece hayatın güzelliğini farkediyor ve Tanrı'ya serbest kalmak için dua ediyor. Hiç olmadık birşey oluyor ve arkadaşının eski nişanlısı onu ağaçtan (ellerinin parçalanması pahasına) indirip kurtarıyor, birlikte kaçıyorlar.
(Bu kaçıp kurtulma olayını Takhuan'ın "örgütlemediği" ne malum?!)
Takezo kıza aşık oluyor. Kız zaten onun yanından ayrılmamak için yalvarıp duruyor. Yakalanırsa köylüler onu mahvedebilirler. Takezo, kızdan ayrılmıyor ama ona doğru dürüst bir hayat sunamayacağı için ona dokunmuyor.
Takhuan onu yeniden buluyor. Takezo, bir saldırıda sevdiği yakalandığı için berbat bir halde. Rahibe ikinci kez güveniyor. Takhuan, Takezo'yu bu kez, "saklanabileceği" bir yere götürüp bir odaya kitleyiveriyor. Takezo ancak o zaman bir kalenin kulesine kapatıldığını anlıyor. Yırtınıyor, çırpınıyor, sövüp sayıyor ama dışarıya çıkmasının mümkün olmadığını anlıyor. İşte o zaman etrafına bakınıyor ve odasının içinde bir yığın kitap olduğunu görüyor. Sonra dışarıdan, rahip Takuan'ın sesi geliyor:
"O kitapların hepsini okuyacaksın, hepsini öğreneceksin."
Şimdi sıkı durun.
Bu hikaye gerçek. Takezo, Japonların efsane savaşçısı Miyamoto Musashi'den başkası değil. Miyamoto köylülerinin yakalayamadığı deli oğlan!..
Yukarıdaki ayrıntılar, onun hakkında yazılmış biyografik bir romandan alınma. Eiji Yoshikawa'nın bin sayfalık dev eserini, bana yabancı bir arkadaşım hediye etmişti. Kitap yıllardır, elimin altında durur. Ayrıntılar şaşırtıcıdır ve tabii kurgu da vardır işin içinde.
Birçok romana ve filme konu olan Musashi'nin benim için en dikkat çekici yanı, Türklerin ünlü savaşçı dervişi Sarı Saltık gibi tahta kılıç kullanmasıdır ve ileri yaşlarında, ustura gibi keskin Japon kılıcı kullanan hasımlarının karşısına tahta kılıçla çıkıp, istisnasız hepsini gömmesidir.
Takhuan, Takezo'nun kibrini çatır çatır kırıp, o malzemeden nasıl bilge bir savaşçı yarattıysa, Bob da vahşi Nikita'dan savaşçı mükemmel bir kadın yaratıyor. Ne kadar kötü görünürse görünsün, ne kadar vahşi olursa olsun, her insanın iyi yanlarına hitab ederek ve iyinin gücüne güvenerek onu dönüştürmenin mümkün olduğunu gösteren iki güzel hikaye. Hele Takezo'nun hikayesinin gerçek olması çok önemli.
Bugün, gelişigüzel adam öldüren vahşi Takezo'yu değil, Miyamoto Musashi'yi ve onun kitabı "Gorin no Sho"yu (五輪書 / Beş Halka Kitabını) hatırlıyoruz.
Ben onun, iki kılıcı aynı anda kullanmak üzerine kurulu "NiTen İchiryu" / 二天一流 (Çifte Gökyüzü) tekniğini de unutmuyorum.
Nikita'nın Musashi'ye benzer savaşçı yanını, gene Musashi'nin sözlerinde bulabiliriz: "Düşmanına bütün imkanlarınla/herşeyinle saldır." İki kılcı birlikte kullanmanın mantığı da budur. Burada, sonuç almayı esas alan, kuralları takmayan bodoslama bir yan vardır. Nikita da kuralları takmayan, hınzır bir kadın. Gücü de, sonuca odaklanan yanından geliyor.
Bu iki örnekte de asıl gizli güç, asıl başrol, Takhuan tarafından temsil edilen, arka plandaki iyinin gücüdür (Bob da 'iyi' bir rol oynuyor ve Nikita'ya Takhuan gibi "ihanet" etmek pahasına, onu 'kadın ediyor'. Ama o, zen rahibi gibi temiz ve bilge biri değil).
Görünmeyen, arka planda duran, alçak gönüllü, akıllı, cesur ve kendinden umulmayan bir güçtür iyinin gücü ve önüne çıkan herşeyi dönüştürür. (Gereğinde dünyasını bile "değiştirerek!")
Musashi'nin muazzam kılıç ustalığı ve düellolarını herkes bilir, ama onu daha Takezo iken, -bir ordu askerin bile yakalayamadığı dokunamadığı vahşi Takezo iken- iple, sopayla, sözle terbiye edip aşağılayan rahip Takhuan'ı ve bu onun tarafından şıpınişi (hem de iki kere) yakaladığını kimse bilmez. Nikita filminde de, güzel Anne Parillaud ve onun muhteşem oyunculuğuna kapılırsanız, Bob'u göremezsiniz. O daima oradadır ve Nikita'nın ölümcül haşarılıklarına, kendini göstermeden gülümser ve sadece "gereğinde" müdahale eder.

Çorlulu Ali Paşa Medresesinde şamanlar...

Son zamanda yeni bir alışkanlık edindim. İstanbul'un bazı yerlerine ve mekanlarına Türkiye dışında yaşayan yabancı dostlar için gidiyorum. Fotoraf film falan da çekip Twitter üzerinden yayınlıyorum. Bu "eylemler"den ilkini Büyükada'da geçen hafta gerçekleştirdim, dün de tek başıma Çorlulu Ali Paşa kahvesindeydim. Başka nedenlerim de vardı elbette. Bir kere burası, benim bildiğim hem en ilginç hem de en garip mekanlardan biridir İstanbul'da. Buradaki Kahvede neden en iptidai sandalyeler kullanılır, orada satılan halıları nargileleri falan kim alır bilmiyorum. Dekorasyonu da oryentalist olmaktan ziyade üst üste bindirilmiş yılların "birikimiyle" oluşmuş bir kendiliğindenciliği sergiler. Ama buradaki atmosfer başka hiçbir yerde yoktur. Zaten burayı sevmemin nedeni de bu.
Çorlulu Ali Paşa'nın 1700'lü yılların başında yaptırdığı bina ve avlusu, benim bildiğim en huzurlu mekanlardandır. Mekana hakim olan huzur atmosferi, 1970'li yıllardan beri kesintisiz çalışan elemanları, havada uçuşan külü, kömür sıcağı, nargile fokurtuları ve kedi yavruları tarafından korunur. Kahveye girerken içinden geçtiğiniz eski mezarlık da buraya kasvet yerine ulvi bir derinlik katar. Üniversite de yakın olunca, etrafınızdaki sohbetler de ilginçleşir elbette. Ben burada, hal ve tavırlaından öğretim görevlileri olduğu anlaşılan dört kişinin sohbetine kulak misafiri oldum. Çayımı yudumlayıp etrafı keserken, onlar da Sibirya şamanlığını konuşmaya başladılar ve benim bütün kitaplarını okuduğum Mircae Eliade'den, Claude-Lévi Strauss'dan falan bahsettiler. Bu Strauss yüzünden bir kızla laf dalaşına girmiştim -unutmadığım bir anı (çünkü kız çok güzeldi!).
Ben Strauss denen adamın faşistin ırkçının teki olduğunu bilmiyordum. Ondan alıntı yapınca, iyi bir zılgıt yemiştim Frankfurt üniversitesinden uzun saçlı bir kız "yoldaş"tan!
Adamların sohbetinde beni en heyecanlandıran olay, bir zamanlar dünyanın dört bir yanından getirtip okuduğum kitaplardan hatırladığım anektodları anlatmalarıydı. Zaman yolculuğu gibi oldu birden. Benim okuduğum eski kitaplar, Birinci Dünya Savaşı sırasında veya hemen sonrasında özellikle Sibirya'da dolaşıp göçebe halklardaki şamanî/Toyonist pratikleri ve anlatılan söylenceleri vs. yazan Rus ve Avrupalı Antropologların veya Etnologların notlarından derlenmiş kitaplardı. Mesela bir Buryat şamanının, yeteneklerini göstermek için, Avrupai genç bilimcilerden birinin gözü önünde, fokur fokur kaynayan bir kazana nasıl girdiği ve birşey olmadan nasıl çıktığı gibi ayrıntılar hâlâ aklımda. Sohbet, şaman davulunun neden genellikle sedir ağacından yapıldığına falan gelince heyecanlandım açıkcası. Bu konuların Türkiye'de pek konuşulmadığını, ilgilenilmediğini, son İslamcılaşmadan sonra da belki tamamen unutulduğunu düşünmüştüm. Gerçi anlatan kişi bunlara kendi yorumunu da kattı ama kimse itiraz etmedi.
Şaman davulu, çalan tarafından bir tür at veya geyik olarak düşünülür. Üzerine binildiği farzedilir (vizyonuyla) ve ruh yolculuklarına çıkılır. Anadolu'daki Geyikli Baba gibi erenler de bu geleneğe yaslanırlar mesela. Burada trans olan ve davul çalan şamanların benzerini, benim Urfa'da iki yabancı dostumla katıldığım Rufai ayininde görmüştüm. Dostlarımın deyimiyle, bizim emrivakî yapıp katıldığımız gizli ayinden sağ çıkmamızı, şeyhin ayin sırasında (dürüstlüğümüz konusunda?) "ikna" olmasına borçluyduk! Yoksa adamın tutumu, bizim oradan çıkmamamız yönündeydi, çünkü ayin gizliydi ve bizi oraya sokan Naqşi'yi de doğduğuna pişman etmişti. Şeyh, bizim boş turist tipler olmadığımızı, ayin sırasında bir şekilde "anlamış" olmalı! (Sonra iyi davrandı)
Şamanlarınkine benzer bir davulu birlikte çalıp, ekstaz durumuna ulaşıyorlardı ve o zaman "Hay hay hay hay" diye çığlıklar atıp kendilerinden geçiyorlardı. Bu dervişlere Almanca "Heulenden Derwische" diyorlar -19'uncu yüzyıldan kalma eski bir terimdir ve "uluyan derviş" demektir.
Hiç beklemediğim bir anda eski Toyonist Kültür hakkında iyi bir sohbet dinlemek beni hem şaşırttı hem de Çorlulu Ali Paşa kahvesini neden sevdiğimi hatırlattı. Burada, her zaman böyle şaşırtıcı sohbetlere tanık olmuşumdur. Sohbete katılıp, kurdukları atmosferi bozmak istemedim. "Nasılsın iyi misin muhabbeti" saçmalığıyla konuyu ve ortamı dağıtmak istemedm. Bu tip derin Sibirya sohbetlerine Türkiye'de, bir de Beyoğlu'ndaki Simurg'da şahit olmuştum. Orada da birilerinden Tunguzları dinleyip, "Şaman" sözcüğünun aslında Tunguzca olduğunu öğrenebilirsiniz. Kitapçı Simurg'un kedilerini dünyaya tanıtmak benim için nasıl bir küçük şerefse, dün Çorlulu Ali Paşa'nın tıfıl kedilerini -bu kez sadece tanıdığım yabancı dostlarıma- tanıtmak da minik ve sevimli bir şeref oldu.
Şimdi birkaç dost, çok uzaklardan Çorlulu'ya gelip oradaki havayı teneffüs etmek istiyorlar -hem de o bıdıklar büyümeden!

(Not: Rufai ayininin yaşandığı şehrin adı, cemaate ve şeyhine saygı, gizlilik nedeniyle bu yazıda değiştirilmiş olabilir)

Adalar vapuru ve iki dünya arasında kadınlar...

Adalarda oturmayı ilk kez, ünlü bir gazeteciyle sahilde sohbet ederken düşünmüştüm. Türkiye ve dünyada da tanınan bu kadın, kiraların hiç de pahalı olmadığını anlatmıştı. O Büyükada'da oturuyordu ve çok da memnundu. Asıl adı Prinkipos olan Büyükada'da, benim sevdiğim ve hiç sevmediğim çok sayıda gazeteci yaşıyor. Burada bakkallardan birine girip gazete almak isterseniz, hoş sürprizlerle karşılaşabilirsiniz. Apoyavmatini, Agos, Marmara, Jamanak gibi Rum ve Ermeni gazeteleri tezgahlarda durur. Hangi gazeteyi Vasillaki Bey'in veya Anahit hanımın alacağı bilinir...
Ben yağmurlu bir Şubat günü burada sokakta, iki kişilik kapalı bir fayton gördüm. Sağlıklı iki soylu at tarafından çekilen koyu yeşil kapalı faytonun küçük pencereleri vardı. Yağmurun altında benden başka kimse yoktu ve sade bir mücevher kutusu kadar güzel bu alet yanımdan geçti. Durup seyrettim. Arthur Conan Doyle'un hikayelerinden fırlamış gibiydi. Bir tek, Baskerwill Köpeği'nin ulumaları eksikti o gün. Sonra sordum soruşturdum, kimse böyle bir fayton görmemişti, kimse bilmiyordu. Açıkçası, hoşuma giden gizemli bir olaydı. Ama yazları Adalar tam bir azaba dönüşebiliyor. Turistlerin Çin ve İran orduları gibi Adaları işgal etmeye başlamasıyla birlikte burası bambaşka bir yer olup çıkıyor...
Buradan vazgeçmek moduna girişim, bir davetten sonra oldu...
Üzerinize fazla düşülürse, sizden sürekli "bu güzellikler"i övmeniz, kafa sallamanız beklenirse, boğulursunuz... Nasıl "akraba zehirlenmesi" diye birşey varsa, "aşırı iyilik" zahirlenmesi diye birşey daha var!..
Ünlü biri olan bu hanımın saray yavrusu üç katlı evi ve vahşi 1920'leri çağrıştıran ev/bahçe atmosferi, hizmetçileri, pahalı porselenlerden çay içmeler, üstünüze titreyen anaç iyiliği... Soğuttu açıkçası...  Küçük burjuva snobların (ve spiess'lerin) hatta dandy tipi hedonist entelektüellerin kendilerini Fitzgerald veya Hemingway gibi hissetmelerine müsait bir atmosfer olduğunu söylemeliyim!..
Adalar, arada uğramak ve belki butik otellerinden birinde biriki gece kalmak şartıyla oturmaya uygun bence, ama yazın turist işgali döneminde yaşamaya pek müsait olmasa gerek...
Hafta sonunda oraya giderken büyük beklentilerim yoktu. Yolculuğun beni ilgilendiren asıl kısmı vapur keyfiydi...
Martılar eşliğinde güzel bir yolculuktan sonra yaşadığım ilk şok, aralarından geçmek zorunda kaldığım yüzlerce başörtülü kadındı. Her biri ayrı renk ve desende yüzlerce başörtüsü!..
Başörtüsüne kesinlikle karşı değilim. Hatta bazı kadınlara yakışabiliyor da. Ama bu kadar zevksiz, alacabulaca ve acaip kumaş desenini bir arada görmemiştim. Aklıma çocukluğumdaki pazarlar, eski masa örtüleri, naylon muşamba desenleri ve bir zamanlar kahvelere takılan perdeler geldi. Ama beni şok eden, bu renk kakafonisi değildi; başörtülü kadınların gözlerindeki soruydu ve o soru şuydu:
"Biz DE güzel miyiz?"
İstanbul'a dönmek için vapur bekleyen kökten-rüküş kadınların hepsi de aslında kendilerince özenerek giyinmişlerdi, ilikler gibi temizlerdi...
"Evet güzelsiniz..."
Ama burada bir kadın sorunu var, başörtüsü sorunu değil...
Daha önce çok yazdım ama tekrarlamaktan büyük bir zevk duyacağım:
Ördek cinsinin güzeli nasıl erkeği ise, insan cinsinin güzeli de kadınıdır. Kadınlar, güzel olmak ve güzelliği anlamak konusunda erkeklerden daha incedir. Detaylara erkeklerden daha çok önem verirler ve bu konularda daha dikkatlidirler. Kadınları kendi hallerine bırakırsanız, kendi içgüdülerine göre davranıp, mutlaka daha kadınsı ve daha güzel olacaklardır -ama kendi hallerine bırakırsanız!..
(Mesela topuklu ayakkabı giyerler, çünkü parmak uçlarında yürüyünce kendilerini daha çekici hissederler. Saçları çok önemlidir. Biçimini değiştirerek hayatlarını bile değiştirdikleri olur, vs.)
Kadınlara yapılabilecek en büyük kötülük, onları din ahlak falan diyerek, kadınsı karakterlerine ters bir şekilde -zayıf erkeklerin sahiplenici mantalitelerine göre- davranmaya ve giyinmeye zorlamaktır...
Başörtülü kadınlar elbette güzellerdi. Ama etraflarında dolaşan şortlu dekolteli başörtüsüz kadınlarla güzellik konusunda yarışmalarının imkansız olduğunu da biliyorlardı. Yani onlar kadar güzel değillerdi...
Bir kadına yapılabilecek en büyük kötülüklerden biri, onun kendini güzel hissetmesine engel olmaktır.
Güzelliğin cinsellikle ilgili birşey olduğunu, her kadın gibi başörtülü kadınlar de biliyorlardı. (Mesela doğanın en güzel yanı çiçekler de cinsiyetle ilgilidirler) Kadınlar böyle şeyleri hiç konuşmamış bile olsalar kendiliklerinden bilirler, o yüzden de genç ve çekici (doğurgan) görünmek isterler...
Bir kadın bu kadınsı özelliği bana şu sözlerle özetlemişti:
"Kadın beğenilmek, arzulanmak ister. Herkese gösterir. Ama sadece bir kişiye, sevdiği erkeğine verir."
Bu çok net bir ifadedir...
Adada, ilk kez dikkatimi çekecak kadar çok başörtülü kadın vardı. Ve bunların hepsi, turist toplulukları gibi birlikte geziyorlardı. Giydiğini yakıştırmış iki türbanlı genç kadınla tanıştım ve beni sevindirdiler, çünkü ikisi de sanatla ilgileniyordu...
(Karikatür kursuna gittiğini söyleyenin gösterdiği çizimler birer felaket olsa da!..)
Adada dikkatimi çeken diğer şey, minimini etekli kadın sayısındaki artıştı. Başörtüsüz kadınların çoğu şortlu veya miniliydi, kıvrımlarını da cesurca sergiliyorlardı. Onlar yalnız, küçük arkadaş grupları veya sevgilileriyle birlikte dolaşıyor, bisiklete biniyor, külotlarının görünmesine falan da aldırmıyorlardı...
Beni şaşırtan ve sevindiren asıl olayı, vapurla İstanbul'a dönerken yaşadım...
Geminin alt katında en arkada, pervanelerin köpürttüğü denizi seyrederken solumda yedi-sekiz çarşaflı kız belirdi. Hepsinin de sadece gözleri ve burunları görünüyordu, bazılarının ellerinde fotoraf makinası vardı. Kendi aralarında fısır fısır konuşuyorlardı. Derken çarşaflı başka biri geldi ve hemen yanımdaki kıza küçücük bir kağıt parçası gösterdi. Bu, cikletlerden çıkan mani veya fal gibi birşeydi. Kız onu fısır fısır okuyup yorumladı, yanımdaki kızın sevinip mutlu olduğunu gördüm. Aralarında erkek muhabbeti yaptıkları belliydi. Sustukları bir anda bodoslama sordum.
"Siz neden böyle birörnek giyindiniz, okul gezisi falan mı."
(O anda aklıma gelen ilk laf buydu malesef -Sorry!..)
"Biz Kur'an kursu öğrencileriyiz, Sakarya'dan geldik."
Eskiden Kur'an kursuna giden kızların sadece bir başörtüsü olurdu. Şimdi çarşafla dolaşıyorlar demek. Kızla daha fazla konuşmak mümkün olmadı tabii. Hepsi Bayan Daltonlar gibi birörnek giyindiklerinden anlayamamışım, arkada çarşaflı orta yaşlı bir kadın bana çok fena baktı. Kendimi bir an tecavüzcü Coşkun gibi hissettim. Berbat bir şey. Ama kolay pes ettiğimi kim söylemiş. Ben kızlara, Heybeli Ada'nın yanından geçerken oradaki Ruhban Okulu'nu gösterdim, ne olduğunu anlattım ve beni hiç yadırgamadan dinlediler. Benim konuştuğum kız çarşafını düzeltirken, pembe camdan yüzüğü dikkatimi çekti. Açılan bileğinde papatyalardan örülmüş bir bilezik gördüm, neşem yerine geldi. Kadınları çarşafa da soksanız, onların kadın karakterini örtemezsiniz, bir yerden görünür...
Onlar kendi aralarında parmaklarıyla Heybeli'yi göstererek fısır fısır konuşadursunlar, sağ yanıma otuzlu yaşlarda üç adam geldi. Bira içmeye başladılar ve "'mına koyiym" lafının zırt-pırt kullanıldığı bir erkek muhabbeti başladı. Bana iyice sokulmuş olan çarşaflı kızlar, benden ve yanımdaki tiplerden uzaklaştılar. İşte o zaman ilginç bir hikayeye kulak misafiri oldum. İçlerinden en iriyarı olanı diğerlerine şöyle birşey anlattı:
"Ben askerden geleli üç gün olmuş. Motora bindik, bir dalga ki görme, kıyamet 'mına koyiym!.. Derken motordan bir kadın denize düştü. Ben bağırıyorum kaptana 'Dur lan' diye, bu devam ediyo... Adam, kadının düştüğünü duyunca, denize sanki elma düşmüş gibi, hiç tınmadı, 'Ha iyi' falan dedi. Sonra mecbur geri döndü. Ben motorda asılı can simitlerinden birini kaptığım gibi atladım..."
"Hadi lan!.. Vallaha mı?"
"Tabi lan. Motor bas geri yaptı. Ben atladım denize. Simit var. Yoksa karı beni dibe çekip boğar bakarsın..."
"Sonra?!.."
"Kadını çıkardık, baygın... Islak elbiselerle donuyodum. Kadın ayıldı, teşekkür etti..."
Bu yazıda kıssadan hisse şudur:
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir...
Ya da daha doğru bir Türkçeyle:
Görünüşe aldanma, önyargılı olma ve insanlara güven...
Vapurdan, kafamda bu son sözle indim. Beşiktaş sahilinde, yolculuğun üzerine birşeyler içmek için güzel bir birahanede durduğumda, tıklım tıklım dolu mekana türbanlı çok güzel bir kız girdi. Tırnakları yeşil ojeli hızmalı ve makyajlıydı. Erkek arkadaşıyla masaya oturduktan sonra iki hareketle türbanını çıkardı...
Kestane rengi saçlarını iki yana savurup düzeltirken, ben şaşkın şaşkın ona bakıyordum!..
Kendimi biriki dakika sonra ancak toparlayabildim...
Kadehimi kadınların şerefine kaldırıyorum!

Jean-Jacques Sempé / Sylvia...

"Sen gerçekten harika bir tipsin"dedi Sylvia, birinci hafta.
"Biliyor musun" dedi ikinci hafta, "arkadaşım Laura'yı gerçekten anlayamıyorum, senin gibi şahane bir tipi nasıl terkeder."
Üçüncü haftanın başında, "Senin gibi birini bırakmak için, insanın tamamen sıradışı biriyle tanışmış olması lazım vallahi" dedi.
O zamandan sonra seyahatimizin sonuna kadar garip bir melankoliye büründü.

Titanic ve Amiral Battı...

"Amiral Battı..."
İşte bu oyunu oynardık. Akraba çocuklarıyla anlaştığımız, ortak oyunlardan biriydi (diğeri "İsim-Şehir"). Burada marifet, karşındaki gemilerin yerini tahmin edip vermektir top mermisini. Tabi atışlar, laf üzerinden olur, "oyun" denen misterium da bir tür yalandır zaten. Ama hep de öyle olmak zorunda değil...
Nice yalanlar, en bilimsel verilerle de desteklense, en inanılamayacak şekilde batabilirler. Bunların en tumturaklı örneği de Titanic gemisinin batışıdır tabii. Bundan tam yüz yıl önce Nisan ortasında ilk yolculuğuna çıkmaya hazırlanırken, çağın en büyük ve en lüks gemisinin sahibi bir konuşma yapar ve sözlerini şöyle bitirir:
"Bu gemi o kadar sağlamdır ki, onu Tanrı bile batıramaz."
Tanrı'yı bilmem ama, bazı meleklerin buna katıla katıla güldüğüne dair bir his var içimde!.. Nitekim nereden geldiği (ve sonra nereye gittiği) bilinmeyen bir buz dağcığı (hadi biz buz tepeciği diyelim!) geminin karizmasını yandan enlemesine çizer!..
O devirde, "Bu gemiler artık batmaz" türünden, kainata efendilik taslayan makinatik kinetik bir "mantalite" hakimdir ve öyle bir gemi inşa tekniği kullanılmaktadır ki, üstüste bindirilmiş çelik levhalardan yapılma gemi gövdelerinin yırtılması imkansız gibi birşeydir...
Ama "Amiral Battı"dan biliyorum. Konu herzaman şudur: "Her gemi batıcıdır..."
Ve imkansızın da bir zayıf noktası vardır. İşte o zayıf noktayı, bir buz tepeciği bulmuştur. Yaptığı da basittir. Çeliği delemediği, yırtamadığı için, tam da ek yerlerine çalışmıştır. Çıtçıtlı yerlerinden ayrılan bir zıbın gibi kolayca açmıştır geminin gövdesini ve açılan yerden giren su, geminin ön sancak tarafından çok yönlü olarak heryeri istila etmiştir...
Her kabininde Telefon tesisatı, elektriği bulunan, promenadlara, yüzme havuzuna sahip, ilklerin en lüks gemisi Titanic'in batışı iki küsür saat sürmüştür. Ama buna rağmen, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış yolcular, rahata alışık mürettebat ve "dünyanın en iyi kaptanı" Mr. Smith, şaşkın ördekler gibi sağa sola bakınmaktan, birşey yapamamıştır. Titanic'in 2200 kadar yolcusundan, sadece 711 kişi kurtulabilmiştir. Bu gafletin nasıl (ve neden!) işlediği hakkında birkaç grostonluk kitap ve film yapıldı, ama 1178 kurtarma sandalından, neden sadece 705'inin kullanıldığını haala kimse bilmiyor mesela...
Ben Titanic filmini de zevkle seyretmiştim, gemi hakkında resimli kitapları ve batığın (yanılmıyorsam) 1985'deki keşfi haberlerini de kaçırmadım. Sonra National Geographic, batık hakkında harika fotoraflar, yazılar yayımladı vs...
Aradan yüz yıl geçmiş. Şimdi dönüp baktığımızda şunu görüyoruz:
Titanic'in serisinden üretilen gemilerin adları şöyleydi: Titanic, Olympic, Gigantic!..
Bugün böyle adlar koyarken iki kere düşünüyorlar...
O zaman -bir dönem- bu kadar büyük gemiler yapmayı durduruyorlar ve "batmaz gemi" tipi "sağlam" konstruktlardan ziyade, daha rahat gemiler yapmaya soyunuyorlar...
Soyunuyorlar, çünkü yeni tip gemiler batabiliyor...
Ha bir de mutlaka yüzme öğrenip, büyük konuşmuyorlar!..