Karakızıl bir rejisör: Don Siegel

Don Siegel adı bende her zaman, acımasız, kara bir sürprizler dizisi çağrıştırır. Bu adamın filmlerindeki çok sıradan olaylarda bile dehşete düşebilir, iyi kahramanların kötü, kötü kahramanların acınası zavallı konumuna düştüğünü görebilirsiniz. Don Siegel filmleri, sıradışı, ama eğlendirmek için yapılmış seyirliklerdir.
Bundan tam yüz yıl önce 26 Ekim 1912'de Amerika'da doğan bu adamı ben ilk kez malum "Dirty Harry" filmleriyle tanıdım. Bir fili bile anında öldürebilecek türden kocaman bir Magnum tabanca taşıyan, son derece gaddar bir polis. 1971'de piyasaya düştüğünde, zamanın 68 Ruhu tarafından fena halde eleştirilen ve "faşizoid" bulunan bu karakter, bir karakter olduğunu söyleyen Don Siegel'in kendine has bir polis eleştirisinden başka birşey değil elbette -ama bu bir ilk değil rejisör için. Daha 1964'te çektiği "The Killers"da, ellerindeki kocaman tabancalarla önlerine geleni vuran komik iki tipi sahneye taşıyarak, bu tip filmlerin babası oluvermişti. Bu filmde baş rolde Lee Marvin ve Ronald Reagan oynuyorlardı, hani şu neoliberal Amerikan Başkanı!
Don Siegel'in benim için en büyük önemi, Clint Eastwood'u adeta icad etmesidir. 1930'lu yıllarda Warner Bros stüdyolarında çalışmaya başlayan bu adam, vazgeçilmez teknik elemanlardan biriymiş ve rejisör olarak ortaya çıkması çok sonra. Amerikan sinemasındaki stüdyo sistemi çökünce, ortaya çıkan boşluğu ilk dolduranlardan biri (belki de birincisi) Don Siegel. 60'lı yıllardan itibaren, iyi tanıdığı stüdyo sinemasını aşan öemli biri o. İzleyen diğer orijinal adamlar, sonradan geliyorlar: Scorsese, Coppola.
Don Siegel'in bulduğu pop kültür klişeleri de var, mesela uzaylıların dünyayı işgal etmek için her insandan ruhsuz bir kopya yapmaları gibi. "Invasion of the Body Snatchers" (1956), daha sonra sayısız filme ilham oldu bu bakımdan!
Rejisörün en sevdiğim ve arada iPad'imde gezdirdiğim filmi ise "Two Mules for Sister Sara" (1970).
Bu filmde kovboy Clint Eastwood, bir rahibeyi haydutların elinden kurtarır ve rahibe filmin sonunda bir fahişe çıkar. Meksika iç savaşında taraf olan bu ikilinin macerası, ama özellikle de Shirley McLaine muhteşemdir. Filmdeki kadını Liz Taylor oynayacakken, çekimler İspanya'dan Meksika'ya kaydırılınca Liz Taylor filmden çekiliyor ve yerine McLaine geliyor -iyi ki de geliyor!
Don Siegel, Amerikan sinemasında yeni bir dönem başlarken, eski sinemadan gelip yeni sinemada örnek olup yıldızlaşmanın bir sembolü. Orijinalliği, fondaki ve tiplerdeki dolaylı siyasiliği, şaşırtıcılığı ile örnek. Don Siegel'in, otoriteden nefreti nedeniyle her işinden kovulduğunu ve bununla övündüğünü biliyor muydunuz?
Clint Eastwood, Don Siegel'den rejisörlüğü öğrendiği gibi bunun hakkını da verdi ve "Unforgiven" filmini Don Siegel'e adadı. Onu biz de anıyoruz...

Johnny Depp, hayatının mucizesi Tom Burton'ı anlatmaya çalışıyor

İnsanlar hayatlarının en önemli anlarını, genellikle birkaç sözle anlatırlar. O anların büyüsü, hatta kutsal bir dokusu vardır ve üzerinde o kadar düşünülmüş, o kadar güzel hatırlanmıştır ki, sözle ifadesi mütevazidir, uzun sürmez ve araya sessiz anlar da girer anlatılırken...
Elime, ünlü yönetmen Tim Burton hakkında bir kitap geçti. Yaşayan en enteresan Amerikan rejisörlerinden biri olan bu orijinal adam 1958'de Kaliforniya'da doğmuş, açıkçası çizer olduğunu bilmiyordum. İlk filmini 1971'de onüç yaşındayken çekmiş.
Bu adamın sineması, tüm diğer Amerikalı tanınmış rejisörlerle kıyaslandığında, oldukça garip, orijinal, trajikomik, kısacası pek sınıflandırılamayacak tiptedir. Korku filmlerini sevmediğim için, onun korku-komedi filmlerini de çok severek izlediğimi söyleyemeyeceğim ama gerçekten çok orijinal fikirlere (ve tiplere) sahip biri olduğunu söyleyeceğim.
Kitaba Johnny Depp -hani şu korsan Jack Sparrow'u oynayan aktör- bir önsöz (hatta iki önsöz) yazmış. 1963 doğumlu bu iyi aktöre birçok rolü üzerinden hayranlık duyduğumdan, hemen okudum. Nezle-grip yorgan-döşek yatarken insan daha mı bir sentimental/duygusal oluyordur bilmem, Johnny Depp'in Tim Burton'u takdimi,  hayatımda okuduğum en güzel teşekkür yazılarından biri aslında...
Size Depp'in önsözünden bir bölüm sunmak isterim elbette. Ama önce, Depp'in hayatının mucizesini nasıl, hangi basit sözlerle anlattığına gelelim...
Acaip adıyla"John Christopher Depp II" (Depp I, babası oluyor), müzikle uğraşırken, arkadaşı Nicolas Cage sayesinde figüranlıkla giriyor sinemaya. Sonra hemen okuluna gidiyor falan ve televizyonda bir dizi oyuncusu oluyor. Nefret ettiği -ama ünlü olduğu- dizi, okullarda suça eğilimli telebe kovalayan "çocuk benizli" polislerin hikayesi. Depp bu dönemini tam bir karabasan şeklinde anlattıktan sonra, hayatının Tim Burton ile kesiştiği ânı anlattığı önsözüne, "1989 Kışında British Columbia'da Vancouver..." diye başlıyor. Hayatının kontrolünü kadere bırakmış, nefret ettiği bir rolü oynayan, doğru dürüst sinemantecrübesi olmayan, karam karam kararmış bir adam. İşte manejeri o günlerde ona bir senaryo getiriyor okuması için. Tim Burton'un Türkçeye "Makas Eller" diye çevrilen filminin senaryosunu okuyan Johnny Depp resmen çarpılıyor.
"Böyle bir şeyi hayal edebilmek ve bir film halinde kurgulamak, bu mükemmellik beni öyle derinden sarstı ki, oturup bir çocuk gibi ağladım."
Johnny Depp, senaryoyu okuduktan sonra, bu filmin kahramanı Edward'ın kendisi olduğunu düşünüyor. Ve senaryoyu bir daha okuyor. "Mesele para, kariyer hırsı falan değildi" diyor. "Bu rolün büyüsüne kapılmıştım, beni esir almıştı" diyor. Ama Tim Burton'la konuşmaya gitmek istemiyor.
"Ben uyduruk bir televizyon oyuncusuydum. Aklıbaşında hiçbir rejisör, beni bu rol için angaje etmezdi." Manejeri ısrar ediyor ve onu zorla Los Angeles'a gönderiyor...
"Rejisörü, bu rolü oynayacak kişinin ben olduğuma nasıl ikna edebilirdim? Şansım sıfıra yakındı."
Bel Age Otelin Café'sinde görüyor onu. Yanında film yapımcısı da var. Heyecandan ve sigara içmekten ne söyleyeceğini bilemeyen Johnn Depp, Tim Burton'un karşısına oturuyor.
"Soluk benizli, kırılgan görünen, üzgün bakışlı bir adam. Saçının bir tarafı kalkmış, bir tarafı yatık, hiç tarak görmemiş biri." Depp'in içinden geçen ilk laf, "keşke önce iyi bir uyusaydın birader" gibi bir şey. Tim Burton'un sürekli haket eden elleri dikkatini çekiyor. Konuşma anını, "Konuştuk, ya da öyle birşey" sözleriyle ifa ediyor Depp. Yarım cümleler, karşılıklı kesilen sözler. Plastik üzümlerin sinemada ne kadar canlı durduğu veya inek şeklindeki süt kaplarının pervers güzelliği...
Daldan dala atlayan bu konuşmadan sonra Johnny Depp, ne konuştuklarını bile tam anlayamadan Tim Burton'dan ayrılıyor...
Hiç umudu yok. Tam bir depresyon. Rejisörle sözler üstü bir yerden iyi anlaştıklarını anlaması, onu daha da üzüyor, çünkü rolü alacağı konusunda hiç ümidi yok...
"Bir gün telefon çaldı açtım. 'Makas elli Edward sensin' dedi. Telefonu ahizenin yanına açık vaziyette koydum ve sözü yavaş yavaş tekrarladım. 'Makas elli Edward sensin.' İnanamadığım için bunu herkese, önüme gelen herkese anlattım. Tim riske giriyor ve beni angaje ediyordu. O anda bunun hayatıma Tanrısal bir müdahale olduğunu düşündüm. Bu rol, sadece kariyerimde tayin edici önemde değildi, benim için özgürlük demekti, yaratıcı olmak, deneysellik, kendi kendimle hesaplaşmak, kendimi yeniden bulmak demekti. Burton beni, tüketim odaklı televizyon dünyasından kurtardı. Kendi hayatım üzerinde yeniden kontrol kurmamı sağladı. Bana maledilen başarının büyük bölümünü, o garip sohbete borçluyum. Yoksa, kendime olan saygımı yitirmemek için televizyondaki işimi bırakacaktım. O rolümden sonra Tim sayesinde Hollywood bana kapılarını açtı.
Artık nasıl bir film çevireceğine de bakmıyorum, oynuyorum. Onun hayallerine, zevkine, espri anlayışına, kalbine ve aklına gözü kapalı güvenirim. O benim gözümde gerçek bir dâhi. Ve bu sözcüğü, gerçekten sık kullanmam. Onun sanat işlerinin tam tarifi yapılamaz. Büyü değil, çünkü bu durumda seyircinin kandırıldığı düşünülebilir. Tam bir marifet de değil, öğrenilebiliyor. Tim'e "Film üreticisi" demek de tam yerinde bir tabir değil. Burada "dâhi" sözü daha iyi uyuyor. -Sadece filmleri konusunda değil, çizimleri, fotorafları, fikirleri, düşünceleri...
Bu kitaba bir önsöz yazmam istendiğinde, bunu, eskiden bulunduğum yerin perspektifinden, beni kurtardığı yerden bakarak yazmayı düşündüm: kaybetmiş biri, dışlanmış, yerine başkası konabilecek sıradan bir televizyon oyuncusu.
İnsanın bu kadar saydığı ve bu kadar dostluk beslediği biri hakkında yazması zor. Onunla aramızdaki Oyuncu-Rejisör ilişkisini yazmanın zor olduğu gibi. Tim'in birbiriyle alakasız sözler söylemesi, başını yana eğmesi, bözlerini kısması, bana bir şekilde bakması, onu anlamama yetiyor. O zaman bir sahnede benden ne istediğini anlıyorum, ona istediğini vermek için elimden geleni yapıyorum. Tim hakındaki düşüncelerimi bu yüzden sadece kâğıt üzeride anlatabilirim. Bunları yüzüne söylesem, çılgın bir gülücük eşliğinde, gözüme bir tane patlatır.
O bir sanatçı, bir dâhi, çıkıntı, cesur, inanılmaz komik, sadık, uyumsuz, dürüst bir dost, bir arkadaş. Ona çok şey borçluyum ve ona, sözle ifade edebileceğimden daha fazla hayranım. O kendine münhasır bir klasa sahip. Ayrıca Sammy Davis Jr.'ı ondan daha iyi kimse taklit edemez.
Şimdiye kadar hem toplum dışı olup hem de toplumanbu kadar iyi uyum sağlamış biri görmedim -kendi usulünce.
Johnny Depp. New York, Eylül 1994"

13 Sayısının uğuru ve uğursuzluğu!

Ayların Cumaya denk gelen 13'üncü günlerinde parmaklarının ucuna basarak gezen bir arkadaşım oldu. Batıda bu gün ve ondan ziyade 13 sayısı uğursuz sayılır. Bu olayın en abartıldığı yer de Amerika'dır kuşkusuz, -13'üncü katlar, hatta 13 numaralı koltuklar yoktur mesela...
Doğu hayattan korkmaz; doğan, "doğuşan" bir yer. Eskiden tüm göçebe çadırlarının girişi Doğuya, yani "Göğe" bakarmış. Eski Göçebe (ve Çin) geleneğinde Doğu, Mavi renkle sembolize edilir malumunuz. Batı, Ak'tır (Beyaz) ve aynı zamanda ölümün de rengidir Doğuda. Batılıların 13 sayısından çok irkilmeleri irkilticidir ve bu acaip duruma takılmış kulp da çok ürkütücüdür...
Baphomet diye adlandırdıkları garip bir gizli sembole sahip Templer/Tamplier tarikatının büyük şefiyle ilgili çok bilinen bir hikayedir. Kudüs'te Süleyman'ın Mabedi'ni bulup oradaki "değerli hazineyi" aldıkları, bu hazinenin Kutsal Kase olduğu söylenen Haçlı Tarikatı, Türklerin Savaşçı Dervişlerine benzer bir kurumdur ama acaip bir şekilde para (ve faiz) delisidir. Kudüs'ten kovulduktan sonra Avrupa'nın ilk enternasyonal bankerlik ağını kurmuşlardır. Onların zenginliğine göz diken Fransız Kralı Güzel Filip (IV. Philipp), kendisini üye kabul etmeyen tarikata bir komplo kurdurur. Paris'te ve başka Fransız şehirlerindeki askerlerine birer gizli emir gönderir. Emir, 13 Ekim 1307 Cuma günü açılır ve uygulanır. Tarikatın tüm bilinen (yakalanabilen) üyeleri yakalanır. Suçları, dine karşı gelmek, cadılık ve kendi aralarında eşcinsel ilişkiye girmektir. Hiçbir zaman kanıtlanmamış bu suçu, korkunç işkenceler yaparak, tarikatın son lideri Jacques de Molay'a ve diğer bazı üyelere kabul ettirirler. Jacques de Molay, yakılmak üzere iki tarikat üyesiyle aynı kazığa bağlandıktan sonra ölmeden önce, tarikatının temiz olduğunu haykırır ve Tanrı'dan yardım ister, sonra da Güzel Filip'i ve onunla ittifak halindeki Papa'yı lanetleyip, bir yıl geçmeden Tanrı'nın huzurundaki tanrısal mahkemeye çağırır. Kral ve Papa, bir yıl geçmeden ölürler.
Batıda 13 sayısı hep batış tarafından ele alınır. Mesela Hz. İsa'nın 13'üncü havarisi nedense hain Yudas'tır -böyle bir numaralandırma hiçbir eski kaynakta mevcut olmamasına rağmen. Halbuki Yahudi geleneğinde ayın 13'ünün Cumaya denk gelmesi uğurlu sayılır. Aynı şekilde 13, Moğolların da, İtalyanların da uğurlu sayısıdır. Japonya'da 13 uğurludur. Hintliler, ölünün ardından 13'üncü günde Tehranvi yaparlar. Ve Hristiyanlıkta 13, Oniki Havarisinin başındaki Hz. İsa'nın sayılması daha doğalken, bu 13 korkunun nedeni "bilinmemektedir"!
Onüç sayısı, bugünlerde yeniden konumuz. Çünkü 21 Aralık 2012 tarihi, Maya Takviminde 13.0.0.0.0 olarak ifade ediliyor ve biz de bunu merak ediyoruz elbette. Kutsal Maya Takvimi Tzolkin'in 13'üncü son Baktun'unun (1618-2012) 13'üncü son Lamat'ında (1992-2012) yaşıyoruz. Ve buradan, onüç sayısından neden bu kadar tırsıldığını veya önemsendiğini anlıyoruz. Çünkü 13 sayıdan ve 20 işaretten oluşan Maya Takvimi'nin -evrenin işleyişi konusunda bir anahtar olması muhtemel- 13'üncü evresinin sonu, kestirmesi/anlaması yor bir yeni başlangıç anlamına geliyor. Öylesine yeni ki, bu takvimi yazanlar, 13'üncü son Lamat sonrası için bir takvim yazmaya bile gerek duymamışlar -iPad'leri olmamış, uçağa binmemiş, para kullanmamış, hatta metal araç ve at/eşek kullanmamış arkaik bir uygarlığın, ufkunun son noktası. Demek ki 21 Aralığa kadar bile herşeyi hesaplayabilenlerin bile ötesine aklının pek ermeyeceği bir noktaya doğru ilerlemek meselesi!..
İnsanın otomatik reaksiyonudur: Bilmediğin şeylerden korkarsın -hele ölümle falan da ilişkiliyse...
Ama bilmediğin bir şeyden...
13 sayısı, nereden baktığınıza bağlı: Batıdan bakınca batırgan, Doğudan bakınca doğurgan görünüyor...
Ve ben çocukları çok severim!

Gece elbisesiyle satranç oynayan kadın...

Satranç ustası Elisabeth Paetz
Satranç oynar mısınız? Ben oynardım...
http://konstantiniye.blogspot.com/ Çocukluğumun İzmit'inde, piyasada satranç takımı diye birşey hiç görmediğimden, kurallarını nereden okuyup öğrendiğimi hatırlayamadığım satranç takımımı kartondan yapmıştım! Tüm taşların şekillerinin çizili olduğu karton figürlerin 64 karenin üzerinde nasıl hareket ettiklerini mahallede anlatınca oynamaya başladık. Önce komşu çocuklarıyla, derken akraba çocuklarıyla satranç turnuvaları bile yaptık.
Satrançı yeniden, Berlin'de keşfettim. Katalog kalınlığında küçük ama özenerek basılmış satranç kitapları vardı. Tüm ustaların oyunlarının kaydedildiği böyle kitapları -meraktan, alıp inceledim. Dergiler de vardı ve şifre gibi yazıları ve işaretleriyle ilgi çekiciydiler. Daha sonra yani bir satranç tribi yaşamadım değil ama olay kapanmıştı, -ta ki İstanbul Satranç olimpiyatlarını görünceye kadar...
Ağostos'un sonunda, yılın en sıcak günlerde, klimalı devasa salona girdiğimde, sersemlememek için bir kenara tutunmam gerekebilirdi, çünkü salondaki uzun masaların iki tarafına dizilmiş milli satranç takımları başka milli takımlarla oynuyorlardı ve o dev salonda çıt çıkmıyodu. Erkek ve kadın takımlarının ayrı ayrı oynadığı masalarda, Togo Ruanda'ya karşı, Jamaikalılar Lichtensteinlılara karşı, Etiyopya Sudan'a karşıydı. Kadınlarda Kenya Afganistan'a karşı oynarken, Lübnan Filistin'e karşıydı. Bu ve bunun gibi eğlenceli eşleşmeler vardı salonda ve satranç tahtalarının üzerindeki taşlara göz atmadan gezemeyen insanlarla doluydu salon. Eşleşmeler ve masalardaki küçük bayraklar o kadar eğlenceli, komik ve hatta trajikomikti ki, bir ara satrançı da unutup, dünyanın öbür ucundan gelmiş Orta Amerikalı, Asyalı, Afrikalı genç kadınları, erkeklerin kılık kıyafetleriyle, hareketleriyle ilgilenmeye baladım.
Başörtülü Iraklı kadınlar, Paraguaylı kadınlara karşı...
İsrailli kadınlar, tüllü Hint kadınlarına karşı...
Amerika, Moğolistan'a karşı...
Ve ilk şaşkınlıktan sonra işin havasına girmeye muvaffak oldum. Orada bir masa vardı orda. Ve o masa, beni meraklandıran asıl masaydı! Çin, ABD'ye karşı!..
Bütün gazeteciler, fotomuhabirler, o masanın etrafındaydılar. Ve bu hengamede arada duyulan öksürük sesleri dışında çıt çıkmıyordu. Sadece basın, hakemler ve antrenörlerin girebildiği oyun sahasını bir başından bir başına yürüdüm ve o başı kalabalık masaya geri döndüm. O an, dünyanın en önemli satranç oyuncularından Nakamura, önemli bir Çinliye karşı oynuyordu. Bir hamle yapıp kalktı ve sıradan biri gibi salonda dolaşmaya başladı. Onu ilk kez görüyordum. Otuzlu yaşlarda, özgüveni son derece yüksek, siyah parlak saçlı bir Asyalı. Siyah bir tişört giymişti. O haliyle sıradan bir turistten farksızdı. Amerika'da doğmuş bir Japon o. Her usta gibi, oynadığı tahtadaki taşları ve bundan sonraki birçok hamleyi aklından sağa-sola sürmeye devam ediyor olmalıydı. Hemen komşu masada, Çinlilerin en az Nakamura kadar tanınan kadın yıldızı Hou oynuyordu. Uzunca boylu güzel bir kadın. Karşısındaki Kazakistan takımını adam yerine koymadığı her halinden belliydi. Bir süre sonra o da yerinden kalktı ve salonun kenarındaki reklamlara yaslanıp etrafını dikizlemeye başladı.
Bu arada fısıldaştığım, satranç hastası bir diplomat, Hintlilerin de böyle bir satranç ustasına sahip olduğunu, adının da Vishy Ananad olduğunu anlattı ve Putin muhalifi eski satranç ustası Kasparov'un gene eski bir satranç ustası olan Karpov tarafından ziyaret edildiği konusuyla sözlerine devam etti. Karşımda kocaman yeni bir dünya vardı ve bu dünya, İstanbul'a, ayağıma kadar gelmişti...
Oyuncuların çoğu, dikkat çekmeyecek şeyler giymişlerdi. Tişörtler ve kot pantolonlar ağırlıktaydı. Afgan kadınların gevşek başörtüleriyle satranç oynamaları, en sevdiğim görüntülerdendi -ve Jamaikalılar. Simsiyah tenlerinin üzerine, milli renklerinden oluşan parlak renkli eşofmanlar giymişlerdi, her birinin oyun tahtasının yanında da küçük bir Jamaika bayrağı "dalgalanıyordu". Orada benim merak ettiğim, Türk ve Alman takımları oldu tabii. Yanlarında sessizce durup oyunlarını kestim -ama Alman takımındaki bir oyuncu özellikle dikkat çekiciydi.
Bu genç kadının üzerinde, somon rengi dekolte bir gece elbisesi vardı, saçlarını özenle taramıştı. Ojeli parmaklarını uzatıp taşlarını hareket etirirken, hem tam bir kadın, hem de gözükara amansız bir mücadeleci olduğu anlaşılıyordu, ünü şimdiden satranç dünyasını tutmuştu. Elisabath Paetz'in bu kadar genç biri olduğunu bilmiyordum. Zorlu rakibiyle didişirken, pek de kadınsı olmayan, ama çocuksu sayılabilecek hareketler yapıyordu, sonra yeniden ciddileşip kadın kadıncık oluyordu. O kadar sabrım olmadığından, oyunun sonuna kadar yanında kalamadım -konuşmak zaten yasaktı- ama bir şey öğrendim. Bu güzel kadın, Türkiye'deki genç satranççıları çalıştırması için İstanbul'a davet edilmişti. İş Bankası'nın sponsorluğundaki bu harika bir olayın üzerine gene harika bir bilgi. Salondan çıkarken ona son bir kez bakıp içimden başarılar dilerken, sandalyesine astığı küçük çantasını gördüm. Elbisesiyle uyumlu küçük şık bir kadın çantasıydı...
Dışarıda karşılaştığım iki tıfıl satranç meraklısından biri, alenen Türk milli takımındaydı ve benim satrançı öğrendiğim yaşlardaydı. Daha da minikken başlamış oynamaya, şimdi gelecek vaadeden oyunculardan biri Can Özrifaioğlu. Daha dokuzunda, ama oho! Türkiye'de yeni bir satranç oyuncuları kuşağı yetişiyor ve kocaman gözlerle Nakamura'ya, Hou'ya bakarken, bir taraftan da Elisabeth gibi ablalarından satrancın ruhunu öğreniyorlar. 'Satranç' sözünü bir kenara yazın. Geleceğin yıldızları arasında Türkler de olacak.

Dünya'nın ruhunu aramak için Güney'e yolculuk...

Güneye doğru yolculuğa çıkmak...
Bilgelerin Güney'e çıktıkları yolculukları vardır böyle...
Goethe, anılarını yazdığı ve 1830'da yayımladığı kitabına da bu işi vermiş, 1978'de Çin'in modernleşme hareketini başlatmak için Deng Xiaoping de "Güneye Yolculuk" yapmış. Çin kültüründe Güneye yolculuğun özel bir anlamı vardır. Güneye tatile gidilir, ama birşeyler öğrenmeye aynı zamanda. Eski Türk geleneğinde (ve Çin geleneğinde) Güney, kırmızı renkle betimlenir...
Maya'larla ilgilenirken okuduğum kitaplarda, Güney Yolculuk yeniden çıktı karşıma. Mayalar gibi gizemli Hopi Halkı da Güneyle ilgilenmiş...
Hopilerin ünlü Koyaanisqaatsi kehanetlerini ve Francis Ford Coppola'nın aynı adla çaktiği belgesel filmi de unutmadım. Müziğini Philip Glass'ın yaptığı ve ezbere bildiğim filmde, modern uygarlığın çöküşü, sadece görüntüler ve müzikle anlatılır...
Basit ve garip bir müzikleri olan Hopilerin mitolojilerinde Plat Kwapi adını verdikleri bir şehir var. Adı, "Güneyin gizemli kızıl şehri."
Yerliler Güneye gidip orada taştan bir şehir yaparlar. Şehrin yapılış amacı oturmak falan değil. Her köşesini işleyen yerlilere verilen göreç şöyledir: "Plana göre yapın ve sonra şehri terkedin." Amaç, gizli bilgilerin kodlanarak taşa işlenmesi ve daha sonraki yüzyıllarda şehre gelebilecek olanlara, şifrelenmiş bu önemli bilgileri aktarmaktır. Amerika'da da yerliler böyle Güneye giderlermiş anlaşılan. Güneye gidenler, oraya neden gönderildikleri unutup şehrin tadını çıkarmaya kalkınca bozulup yozlaşıyorlarmış...
İşte burada duralım...
Bozulup yozlaşanların ne olduğunu merak etmemek elde değil!
İşte bu tip unutkan oluyorlar. Zevk arttıkça ruh azalıyor anlaşılan. Ama nihayet günün birinde bir olay olup hatırlıyorlar. Aynı mitin Maya'larda da olduğunu belirteyim: Güneyde Kızıl şehir...
(Bizim Güneyimizde Kızıl şehir değil Kızıl Deniz kurmuşlar -yani denizi böyle adlandırmışlar, benimsenmiş!)
Güneye Yolculukları düşünürken (ben de bir dostumla İtalya'ya gitmiştim. Eh o da Güney idi!) bir Güney yolculuğu buldum ki, 1976'da yapılmış, gene sihirli bir yolculuk...
Maya'ların ritüel takvimi Tzolkin'i bulan José Argüells, Amerika'dan yola çıkıp, Güneye, Orta Amerika'daki Palanque taşşehrine gelmiş. Şu eski ve boş şehirlerden biri. Şehre vardığında, yanındakilerle birlikte Maya piramitlerine çıkarken bir tropikal yağmur bastırmış, çareyi kaçışta bulmuşlar. Ama piramidin üstüne kısmına yakın olduğundan, yukarı çıkmak aşağı inmekten daha kolay gelmiş ve en Pacal Votan'ın mumyasının 1947 yılında bulunduğu taş odaya sığınmışlar. Yağmur kıyamet yağdıktan sonra güneş açmış. José Argülles odadan çıkıp baktığında, tam anlamıyla uçmuş olmalı, çünkü burada bilimselliği falan bırakıyor kitabında!
"'Rüzgarlar Mabedi'nden çıkan iki gökkuşağı görünmekteydi!"
Doğanın harikası iki şeyi birden burnunun ucunda görünce etkilenmemek mümkün mü?
Ozaman genç biri olan Argüelles, o seyahatinden sonra Maya takvimi konusuna iyice dalmış.
(Ben de İtalya'ya gidip geldikten sonra yoğun bir şekilde Yi Ching ile ilgilenmeye başlamıştım!)
Yi Ching'i keşfeden Argüelles, Maya takvimi ile ilgisini de anlamış anlamasına ama, Orta Asya'lara kadar gönderdiği Maya Atavatanının, aynı zamanda Türklerin Atavatanı olduğunu ve aynı adı taşıdığını anlamamış. Türklerle hiç ilgilenmediğine bahse girerim...
Güneye inilince ne olur?
Doğru zamanı tesadüfen de olsa tutturduysanız, hayatınıza yepyeni bir yön verebilirsiniz. Nitekim Çin'in ilk Sarı İmparatoru da bu amaçla Güneye gitmiş, Mayalar da. Oradan, her zaman yeniliklerle dönmüşler. Benim bu hikayede, Güneye yaptığım bu hayali seyahatten getirdiğim son yenilik, Maya'ların Atavatanı "Turan" hakkında. ("R" sesini, tıpkı Altay kökenli Japonlar gibi "L" gibi okuyorlar!)
Eskiden beri o kadar Turan hikayesi dinledim, buradan coğrafi bir bölge adıyla/sanıyla bahsetmeyenini görmedim. "Turancılar" vardı mesela. Ama Maya'ların kutsal kitaplarından Chachiquels'de, "Annelerimiz-Babalarımız bizi Turan adlı yerde doğurup büyüttüler" gibi bir söz söyledikten sonra, Turan'ın gerçekte ne olduğunu da açıklıyor: "Bir dünyadan diğerine geçiş bölgesi". Siz belki ışınlanan insanlar, zaman tünelleri falan düşüneceksiniz ama ben sadece bilinç değişmesi görüyorum. Turan'da, çok katmanlı bir geçeklik duygusunun yaşandığını tahmin ediyorum. Argüelles de farklı, yeni bir kültürün/uygarlığın doğmasını ve dönüşen insanların yeni bir uygarlık kurmalarını görüyor. Yeni bir bilince uyanan insanları, Orta Asya'dan Bering Boğazı'na kadar yürüten ve oradan Kuzey Amerika'yı yukarudan aşağıya geçirip Orta Amerika'ya getiren şey neyse, oldukça büyük bir etki olmalı...
Jose Argüelles, bu macerasının sonunda, yeryüzünün de bir ruh bedeni olduğunu anlamış. Ve rahatlamış...

Maya diye bir ad...

Maya takvimiyle ilgilenirken, "Maya" ismini başka kimlerin kullandığını merak ettim. Arı Maya (bir kızdır malumunuz) ve Hace Nasreddin'in göle çaldığı Maya değil, kudsiyet içeren isimler arasında Maya'nın yeri neresiydi?!..
Karşıma çıkan manzume hem eğlendirici hem de ilginç olduğundan buraya almamak olmazdı...
Ben bu sözcüğün Sanskritçe anlamını biliyordum. Maya, esasen, Türklerin "Yalan Dünya" sözünün Hintçeye tercümesidir. Maya, "Maddesel yanılgı" diye de okunabilir. Felsefi bir kavram olduğu için şimdi uzun uzadıya anlatmanın alemi yok...
(Konuya değinen bir yazının diğer blogda yeraldığını hatırlatayım.)
Maya Sanskritçe, başka anlamlarda da kullanılıyor, mesela "Büyük" demek ama "Ruh" da demek, "Ölçüt" de demek, hatta "Büyü" veya "Ana" anlamına da gelebiliyor -kullanıldığı yere bağlı...
İşte buradan, Buddha'nın annesinin adına geliyoruz: Maya.
Anaç, dişi bir ad...
Bu ada, Hintlilerin büyük destanı Mahabharata'da da rastlıyoruz. Orada büyük bir astrologun adı. Asya denizlerinde göçebe olarak yaşayan bir halkın adı da Maya...
Amerikalı Maya halkı ile Asya arasında neden ve nasıl bağ kurduğumuza uzun bir yazıyla değineceğiz elbette, ama bu Maya adı hiç olmadık yerlerde ortaya çıkıyor ve insanın dikkatini çekiyor! Mesela çocuk firavun Tutenchamun'un hazinecibaşısının adı ne demeye Maya? Ve sakladığı nasıl bir hazinedir ki kutsal yazıtlarda adından bahsedilir?!..
Daha ilginci, Eski Mısır yazıtlarında "Evrensel Dünya Düzeni" anlamında kullanılan terim, Maya adıyla ilişkili "Mayet" sözcüğü. Bilmiyordum, yeni öğrendim!..
Bizim buraların 'Maya'sı sağlamdır -malum! Mayıs Ayının adı Maya'dan (Maia) geliyor ve kendileri Roma devrinin Bahar Tanrıçası!..
İstanbul'u kuran Büyük Konstantin'in, tek Tanrılı din Hristiyanlığı kabul eden ilk İmparator olduğunu biliyoruz. Hristiyanlık Dininin kurallarını, din adamlarıyla birlikte tartışıp karara bağlayacak kadar derin din bilgisine sahip Konstantin, ancak ölürken Hristiyan olmuştu. İmparatorluğunda Hristiyanlardan çok Eski Roma dinlerine inananlar olduğundan, eski Tanrıların adlarını da korumuştu. Bugünün ay adları da o zamandan! Avrupalılar Maya'ya, -ay adı olarak- "Mai/May" diyorlar, Türkler de "Mayıs..."
Orta Amerikalı Maya'lar bu işin neresinde diye sorarsanız, Maya'ların ana vatanı Yukatan Yarımadasına verdikleri ad Maya...
"Maya'ların ata vatanlarına verdikleri ad ne?" -diye soracak olursanız, "Turan (Tulan)" diyeceğim!..
Ama o da başka bir hikaye...
(O Turan, birçok bakımdan Türklerin Turan'ına benziyor ve sadece coğrafi bir vatan değil tabii. Diğer blogda bu konudan, uzun bir yazıyla bahsedeceğim...)