Rudi...

68'lilerin eski Berlin, yürüyüş fotoraflarını görünce Rudi Dutschke'yi hatırlarım...
Ben onu hiç görmedim, ama bulunduğu yerlerin hemen yanında, kenarında, bazen tam üzerinde bulundum, bir yıllık arayla, hemen ardından...
"Rudi..." -Solcular ona böyle der- 1940'da Schönefeld'de doğmuş ve orada, yani daha sonrasının Doğu Almanya'sında, spor gazetecisi olmak istemiş ama rejim buna itiraz etmiş. Berlin Duvarı'nın henüz inşa edilmediği yıllarda Doğu ile Batı arasında günübirlik gidilip gelindiğinden, o da Batı'da okula gitmeye başlamış ve sonunda Batı'ya yerleşmiş zıpkın gibi, meraklı, kareketli, özgür düşüncesine sinek gölgesi bile düşürmeyen biri...
Almanya'da yaşayıp, Solla ilgilenmek ve Rudi'yi tanımamak imkansızdı. Bir lise talebesi boyutlarında ben de adını duydum, resimlerini gördüm. Bir kere bizim "Solcu Abi"lerden çok farklı biriydi, bi kere Türklerdeki gibi feodal bir "başgan" değildi. Rudi ilk Sol grubunu 1962'de Berlin'de kurmuş. 1964'de Kongo Başbakanı'nın ziyareti sırasında ilk büyük yürüyüşü örgütlemiş, sonra 1965'de üniversitedeki eğitim koşullarını protesto eden bir yürüyüş gelmiş. 1966 Martında Gretchen Klotz ile evlenmiş ve Mayıs 1966'dan itibaren de Sosyalist Alman Öğrenci Birliği SDS ile birlikte tüm Almanya'da Vietnam kongreleri düzenlemeye başlamış. 2 Haziran 1967'de İran Şahı Pehlevi'ye karşı gösteri yapan Alman öğrenci Benno Ohnesorg'u vurunca, Almanya'da oturma boykotları çağrısı yapmış. Bu olaydan sonra Rudi, herkesin tanıdığı bildiği öğrenci lideri olarak fırtına gibi esmiş. Rudi'nin ateşli konuşmaları gençleri ve öğrencileri büyülerken, sağcıları ve faşistleri de fena halde kızdırmış...
Beni heyecanlandıran bir başka girişimi de 1966'da bir tür Alternatif-Üniversite kurmayı denemesidir. 17 ve 18 Şubat 1968'de Berlin Teknik Üniversitesi'nde binlerce öğrencinin katıldığı büyük bir Vietnam toplantısı düzenler. 68'lilerle ilgili kült fotorafların bir kısmı, o günlerde çekilmiştir. Fotoraflar tüm dünyada yayınlanır. Son gösteriye 12 bin öğrenci katılmıştır ki bu, Berlin Teknik Üniversitesi'nin tıka basa dolması demek. O zamanlar üniversitede Türk öğrenci ya var ya yok -sonranın en hızlı devrimci abileri. Adlarını şimdi yazmayayım, okuyan yazanlar onları tanır zaten!
Rudi'ye karşı nefret olayında ip, "Nato'yu yıkın" diye konuşma yaptığında kopmuş olmalı, zira Alman faşistleri 21 Şubatta sokağa inip "Bir numaralı halk düşmanı: Rudi Dutschke" diye pankartlar taşımaya başlamışlar. Almanya'nın sağcı faşist gazetesi Bild, o zamanlar tam bir nefret küpü. -Nedense Bild'i pek seven Ertuğrul Özkök bilmem biliyor mu, ama o zamanın Bild gazetesi, şimdinin şeriatçı gazetelerinden/dergilerinden daha bed bir dille saldırıyor Rudi'ye. Mart'ya Prag kaynıyor. O da karısıyla birlikte oraya gidiyor. 11 Nisan günü Berlin'in ünlü Kudamm caddesindeki SDS Bürosuna giren genç bir işçi Rudi'ye yakından üç el ateş ediyor...
Rudi, başına iki, omuzuna bir kurşun yarası alıyor ve acilen ameliyat ediliyor. Evet ölmedi, görünürde bir şeyi de yoktu, ama bu olaydan sonra fazla ortalıkta olmadı. Rudi konuşma yeteneğini ve anılarını yitirdi. Konuşmayı yeniden öğrendi. 1969'da bunun için ve dinlenmesi için İsviçre'de, İtalya'daydı. Sonra Cambridge Üniversitesine öğrenci yazılıyor. Ama taşınmak için para bulamıyor. Zamanın Alman Cumhurbaşkanı Gustav Heinemann, cebinden 3000 Mark verip, 1975'de Rudi'nin taşınmasını finanse ediyor. Rudi 1976'da, parçalanan SDS'in ardıl gruplarından birine üye oluyor ve yeniden politikaya dönüyor...
Doğu Alman Rejimi ve reel Sosyalizmi eleştiren Rudolf Bahro Doğu Almanya'da tutuklandığında, Rudi Berlin'de ortalığı ayağa kaldırmış. Benim de alıp tamamını okuyamadığım (ağır geliyordu, anlayamıyordum) Bahro kitapları (mesela "Die Alternative") piyasaya çıktığında, o da Bahro-dayanışma komitesi kurmuş. 1979'da, Yeşillerin ilk komitelerine katılmış Rudi...
24 Aralık 1979'da, banyoda bir epilepsi nöbeti geçiren Rudi, küvette böğularak öldü. Aldığı kurşun yaraları onu yıllar sonra Danimarka'da öldürdü. Rudi, 3 Ocak 1980 günü Berlin Dahlem'de gömüldü, onu üçbin kişi uğurladı. Bu olaydan kısa bir süre sonra ben Berlin'e geldiğimde, Rudi yaşıyor gibiydi...
Berlin Teknik Üniversitesi'nde önce farkında olmadan, sonra farkında olarak, onun nefes aldığı havayı soludum ve onun hoşuna gidecek birşey yaptım. O yıl, adı henüz "Alternative Liste" olan Yeşillerin ilk tüzüğünü Türkçeye çevirdim. Hayatımda yaptığım ilk çeviriydi...
Rudi, Berlin gençliğinin ruhu...

Edebiyat eleştirisinin ölümsüz devi Marcel Reich-Ranicki...

Canlı yayında yanına oturmak isteyen yazara şöyle bağırıyordu:
"Benim yanıma oturarak meşhur olamayacaksın, yıkıl! Senin vasat zerzevatını kimse okumak istemiyor."
Kim olduğunu hala bilmediğim ve bilmek de istemediğim o yazar, Marcel Reich-Ranicki'nin bu tondaki yıkıcı, hatta parçalayıcı sözlerine sadece onbeş saniye dayanabildi -ki kayda değerdir! Ve adam, üç kişilik edebiyat eleştirmenleri programını terketmek zorunda kaldı.
Alman yazarlarının kabusu ve koruyucu meleği eleştirmen Marcel Reich-Ranicki, 93 yaşında bugün hayata veda etti. Onun büyüklüğünü bu vesileyle kemiklerime kadar yeniden hissettim. Anlatmak da kolay değil tabii...
Gencecik biriyken Almanya'dan toplanıp gönderilen Yahudilerden. Hem kendi ailesinden, hem de karısının ailesinden sayısız insan kaybetmesine rağmen İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Almanya'ya geri gönüp, asla aksatmadan edebiyat eleştirisi yapıyor. Ranichki, tüm varlığıyla sanat tutkunu biri. Şimdi bu yazdıklarımı görse, mesela "Geç kardeşim bunları, adam neden, hangi hasletleri nedeniyle önemliymiş onları anlat" diye küstah ve saygısız bir ses tonuyla çıkışırdı. Evet. Bu adamın konuşmalarını, Marcel Proust hastası kızkardeşim mükemmel taklit ederdi. "R"lerin üzerine basan, bazı sözleri uzatan, aksanlı sert bir Almancası vardır ve her lafı olaydır. Derinliği konusunda söyleyecek söz bulmak zor. Şu anda iPad'imdeki bir kitabına göz gezdirdim. Kitap, Türkiye'de de bir ara çok yapılan söyleşi kitaplarından. Ranicki'ye sorular soruyorlar, o da yanıtlıyor, ama her satırı şu kalitede:
"Gustave Flaubert ve Madame Bovary'ye ne diyeceksiniz?"
"Gustave Flaubert her ikisi de; hem şair hem protokolcü. Bir romantik ve bir realist. Bir vizyoner ve bir haberci. İhtiraslı ve aşırı titiz. O Fransa'nın en nesnel şairi ve en şevkatli kronisti. Rus Tolstoi ve Dostoyevski'yle birlikte, 19'uncu yüzyılın belki de en büyük roman yazarı. Asıl eseri, 'Madame Bovary' romanı tüm sınırları patlatmıştır: Uygar dünyanın bütün dillerine çevrilmiştir..." Bu şekilde devam ediyor ve onu okurken yazarlar ve eserler hakkında mutlaka hiç duymadığınız ayrıntılar ve çarpıcı keskin yorumlar görüyorsunuz. Sohbet esnasında Ranicki 151 yazardan bahsedip, 155 romanı eleştiriyor. Konuştukları, elbette daha çok sevdiği ve değer verdiği eserler ve yazarlar.
Ranicki, Alman gazetelerindeki "Edebiyat sayfası"nın mucidi. Frankfurter Allgemeine Gazetesinde başlattığı bu geleneği, sonra diğer büyük gazeteler de devralmış. Ranicki son nefesine kadar gazetenin, sadece edebiyat eleştirisi yayınlayan sayfasının da başeditörüydü.
Marcel Reich-Ranicki'nin stilini en iyi ifade edebilecek sözler galiba şunlar olabilir: Vasata ve sıkıcı olana asla müsamaha göstermeyen, bunlara karşı çok acımasız biri ve özgün kaliteyi yüceltiyor. Tarzını da, galiba en iyi Can Baba'nın o meşhur söyleşisindeki kesici laflarıyla tarif edebilirim.
Yanılmıyorsam 1980'li yılların sonu. Can Yücel, yeni yetme boş televizyon muhabirinin karşısında. Kadın soruyor:
"Kartpostal şairi Nazım Hikmet hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Can Yücel:
"Kart sensin, postal da sana girsin."
Program kesiliyor, -Reklamlar!
Cehalet ve vasatlık karşısında büyük şair Can Baba'nın fütursuz acımasız saygısız ve hatta kaba tavrı, aynen Ranicki'de de var. O, yazarların kişiliğine fena bindiriyor. Ve bu adamın parlak zekasının, keskin dilinin ünü, pek edebiyat okumayan sıradan Almanları da kavramıştı. Onun makineli tüfek veya tereyağı fabrikası gibi işleyen dili, Orta Avrupa'da bir fenomen olmuştu. Sokağa çıktığı zaman herkes onu tanıyordu. Bu kadar ünlü bir edebiyat eleştirmeni daha yoktu.
Marcel Reich-Ranicki, 20'inci Yüzyıl edebiyatını en derinlemesine bilen, eleştiren ve hakkını veren, ona değer kazandıran, değersiz olanları acımadan ezen, yazarları kaliteli olmaya zorlayan bir doğal afet, bir çığ, bir tayfundu ve edebiyat dünyasını da muazzam etkiliyordu. 15 metrekarelik çalışma odasından, tüm Almanca edebiyatı yönlendirdiğini söyleyenler, hiç de abartmıyorlar.
Ranicki çok dürüsttü. "Türk edebiyatını nasıl buluyorsunuz" sorusuna kameralar karşısında kısaca "ilgilenmiyorum" demekle yetindiğini iyi hatırlıyorum. Yanıtın, Ranicki'nin en nazik ve saygılı halini yansıttığını da söylemeliyim, çünkü daha sonra bu istikamette kurduğu biriki cümle sırasında yüzünün ifadesi ve el kol hareketlerinden, ben şahsen Orhan Pamuk'u ve diğer popüler birkaç Türk yazarını hayalinde kesip biçtiğinden eminim -ki asmış falan da olabilir! Bunu neye dayanarak mı söylüyorum? Onun sözlerine dayanarak. 1992'de şöyle demiş: "Nobeli önce Updike, sonra Philip Roth almalıydı, ama ikisi de almayacak. Onun yerine Sudan'dan falan birilerini bulacaklar. Yazıp yazamadıkları hiç önemli değil. Kongo'da yazamadıklarından, onlara bir Nobel ödülü vermeli."
Ben bu adamı seviyordum. O aksi haliyle inanılmaz boyutlarda doğrucu davut biriydi ve sözünü hiçbir şekilde esirgemiyordu. Bu sayede sağlam bir Çağdaş Alman Edebiyatı'nın doğmasına önemli katkısı oldmuştur. Ama onu seven yazar da oldukça azdır. Günter Grass'ın onun hakkında, "İlk gördüğümde Bulgar ajanı sanmıştım" gibi iğneliyici bir lafı vardır mesela. Ranicki de onun hakkında bir zamanlar, "Sadece ikinci sınıf yazarlara Nobel veriyorlar, o yüzden Grass bu ödülü kazanır" demişti!
Bu dünyadan büyük bir yıldız kaydı. Gerçek edebiyatın ne olduğunu Alman halkına ve Avrupalılara anlatmıştır. Yeri her daim boş kalacak, asla doldurulamayacak.

Philip Glass...

Ben sahici müzisyenlerle tanışmak şerefine nail oldum. Mesela Fazıl Say, şimdi adını buraya yazmak istemediğim ünlü bir Yunanlı müzisyen, Udo Lindenberg -ki hala bir efsanedir. Hemen yanında olduğum halde tutuldum, konuşamadım ve tabii Cem Karaca ve diğerleri...
Müziği küçümseyen adamları adam yerine koymam -çünkü müzik, insanoğlunun/insankızının beyninin sağ ve sol yarısının birlikte işlediği, benim "bedenin düşünmesi" diye adlandırabileceğim bir olayı tetikleyen en yaygın en popüler şeydir ve insanın ruhsal anlamda yücelmesinin de en elementar enstrümanıdır...
Japon kılıcı kullanmak hakkında bir fikir sahibi olanlar bilirler, hareketlerin otomatikleşmesi, yani bedenin belli vuruşlara, kılıçla belli hamlelerle karşılık vermesi, hiç düşünmeden olur. Bu olayda düşünceyi devreye sokan, yenilir. Müzik de bunun gibidir. Müzik yapanların çaldıkları müzik aletlerinden çıkan o muhteşem melodiler, çalanın hiç düşünmeden ortaya koyduğu şeylerdir...
Müzikle profesyonel bir şekilde ilgilenmenin eşiğinden, daha bir Ortaokul talebesiyken, bir Pop grubunun solisti olmak üzereyken direkten dönmüştüm. Ama eskiden rüyasında bile şarkı söyleyen biri olarak müziğe olan ilgim asla azalmadı...
Müzisyenler önce ikiye ayrılır: İyi müzisyenler ve diğerleri...
İyi müzisyenler de ikiye ayrılır: Orijinal müzisyenler ve diğer iyi müzisyenler...
Orijinal müzisyenlerin özelliği şudur: Yaptıkları müziğin herhangi bir parçasının sadece bir kısmını duysanız bile onları tanırsınız. İmzalarını, müzikleriyle atarlar...
Ben Philip Glass'ı, bir filmin müziği ile tanıdım, Francis Ford Coppola'nın dünyanın parasını bayılıp tek kuruş kazanmadığı "Koyaanisqatsi" filmiyle. Bu filmden daha önce de bahsetmiştim. Bir Hopi kehanetini, dünyanın beyazlar tarafından mahvedilişini anlatıyor. Sadece muazzam görüntüler ve tabii Philip Glass'ın acaip, orijinal ve etkileyici müziği eşliğinde. Filmi, Berlin'in bir program sinemasında keşfedip en az on kez izledikten sonra, plağını da almıştım. Kocaman siyah bir LP ve üzerinde kırmızı köşeli harflerle o uzun sözcük yazıyordu. Daha sonra "Kundun" filmi geldi -bu kez Beyoğlu'ndaki bir program sinemasında, Alkazar'da seyrettim. Filme sırf onun müziği nedeniyle gittiğimi itiraf edeyim. Dalay Lama'nın çocukluğunu anlatan harika bir filmdi. Ondan önce "Mishima" vardı elbette. Seppuku yaparak kılıçla gazetecilerin önünde intihar eden son Japon. Büyük yazar Mishima Yukio'nun hayatını anlatan bir filmdi. Philip Glass'ın plaklarının çoğunu aldım, bazılarını aradım durdum. Onun ezgilerini duyar duymaz hemen "Bu Philip Glass" dersiniz. Bugün bir klasik müzik parçasında onun stilini duyunca önce kulaklarıma inanamadım. O klasik müzikten ayrılma biridir ama...
Sahiden oydu ve hiç duymadığım bir parçasıydı. 2013'de yapılmış bir plakta, Symphony No. 8 Movement I, II, III ve Duo No 1, 2, 3, 4'ünü çalıyor. Ardından Hapsichord Concerto'su geliyor...
Gecenin müzik gıdası Philip Glass'dan...

Havalanan etekler...

1955 Yapımı güzel bir Billy Wilder komedisidir "The Seven Year Itch". Bu filmde benim en beğendiğim oyuncu, Marilyn Monroe değil Tom Ewell. Ama konu bu sevimli adam değil tabii...
Filmde Monroe, beyaz etekliğiyle metronun mazgalları üzerinde eteğini havalandırır, mutlaka görmüşsünüzdür, görmediyseniz bu olayın fotorafını görmüşsünüzdür. İşte Gezi Olaylarının en cıvcıvlı günlerinde, ünlü oyuncunun o elbisesi İngiltere'deki Random House tarafından açık artırmayla satışa çıkarıldı. Kimliği açıklanmayan kişi elbise'ye 3.21 milyon Yuro ödemiş. Şimdi elbiseyi hangi kadına hediye ettiyse -ki ben böyle birşey satın alsam kesin sevdiğim kadına hediye ederdim- bir metro mazgalı arıyor olabilir. Eh aramalı!
Geçen gün Hürriyet gazetesinin bahçesinde bir gazeteciyle sohbet ederken işte bu elbiseyi düşündüm. Çünkü oturduğumuz yerin hemen karşısında kantinin açık satış kısmı var, oraya geliyorlar, duruyorlar ve siparişlerini verip birkaç saniye bekliyorlar ve rüzgar var! Sadece benim görebildiğim, diğer dostlarımın arkası dönük manzara şu: Oraya gelen kadınlar eteklerinin kanarını öyle tutuyorlar ki, yırtacaklar. Rüzgar, kadınlara takmış olmalı, resman alttan esiyor!
Önce genç bir kadının eteği ters dönmüş gelincik çiçeği gibi açıldı, kar gibi beyaz külodu görünür görünmez şık bir hareketle kapandı. Kadınlar çırılçıplak bile olsalar, istemezlerse kimseye kendilerini göstermezler. Diğer kadınlarla utangaç gülüşmeler ve ellerinde çayları kantinden ayrılmalar.
Bu arada oradan Mehmet Yaşin geçti. Şimdi yemek programları yapan Yaşin, Türkiye'nin en iyi dergicilerindendir ve yanılmıyorsam bir ara Doğan Yayınları'nı yönetmişti. Kendisiyle birkaç kere telefonda konuştum ama yüz yüze tanımışmıyoruz. Beni bağışlasın ama çok şişmanlamış, -anormal boyutlarda.
Neyse o geçti, bu kez en fazla 21 yaşında genç bir kadını gördüm. Kantinin önüne dayanmış, ultra minisinden kimseye birşey göstermemek için adeta üçüncü dünya savaşı veriyordu. Bir taraftan utanan bir taraftan da bir an evvel ters rüzgardan kaçmaya çalışıyor, ama pilili eteğine hakim olamıyordu. İşta o zaman nedense Marilyn Monroe aklıma geldi. Aslında ne eteği ne de kendi o artiste benziyordu ama çok güzel bir kadındı. Etrafa bakındım, aslında milletin pek umurunda değildi, ama onun yaşı icabı bir istenmeyen frikik, onun için şu anda hayatının en önemli şeyi olabilirdi. Ve arkadaşlarını yardıma çağırdı! Evet. Kadınlar onu kadınca bir operasyonla oradan kurtardılar.
Son günlerde seyrettiğim en ilginç filmdi!