İşaretlerle konuşmak...

"At bir sakal"…
Romanların bu lafını ve bunu söylerken yaptıkları işareti Avrupalı bir ressama anlattım, çok güldü ve bu işareti günlük hayatında kullanabileceğini söyledi. Ama işaretler çok şey söyler. Halkların böyle orijinal ve özgün el işaretleri vardır. İtalyanlar bu konuda çok zengin bir halktır mesela. İspanyolların da bir erkeğe "boynuzlu öküzsün" anlamına gelen bir el işaretleri vardır. Bu hareket sonrasında kan bile çıkar. Quentin Tarantino'nun "Soysuzlar Çetesi" (Inglourious Basterds) filminde, Alman SS subayı, karşısındaki subaylarının Alman olmadıklarını, yaptıkları bir el hareketinden anlar. Almanlar parmaklarıyla "üç" işaretini (aşağıdaki resimde) sağdaki gibi yaparlar. Ama Alman üniformalı Amerikan ajanı, eliyle soldaki gibi bir işaret yapar ve Alman olmadıkları piyasaya çıkar. Türklerin "çok güzel" anlamındaki, bütün parmaklarını yukarıda birleştirip el sallamalarını, annem Alman doktoruna yaptı ve işaret adamın çok hoşuna gitti, meğer Araplar da bu işareti yaparlarmış...
Bir de, evrensel olduğu anlaşılan işaretler var…
Urfa Göbeklitepe'de "T" şeklindeki megalitlerin üzerindeki işaretleri dört-beş yıl önce gördüğümde, insanlığın bu en büyük hazinelerinden birini keşfetmiş Profesör Klaus Schmidt hayattaydı ve "Tarım yapılmaya ilk bu bölgede başlandı" dedi ve bunu derken çok ciddiydi, zira 12.000 yıl önce kurulmuş tarihin bu ilk mabedinin etrafında buğdayın en eski cinslerinden biri halen yabani bir bitki gibi yaşıyor ve bölgede dolaşınca sayısız taş bıçak buluyorsunuz. Bunların tarım işinde kullanıldığı sanılıyordu, ama kazıların alanı genişledikçe bulguların yelpazasi de genişledi, şimdi bu bölge hakkında çok daha fazlası biliniyor. Klaus Schmidt'i bu yılın 20 Temmuz günü kaybettik, ama arkeologlar çalışmaya devam ediyorlar ve insanlığın yazılı dile geçişinin Göbeklitepe'de olduğu tezi de ağırlık kazanıyor. Burada görülen el işaretinin, yedi bin yıl sonra Mısır'da ortaya çıkan Hiyeroglif yazısında da görüldüğü ve negasyon/Hayır/değil anlamında kullanıldığı biliniyor. Göbeklitepe'deki el işaretinin yanında, bölgede bugün da görülebilen en tehlikeli zehirli yılanın resmi var: Boynuzlu engerek. Daha o zamanlar insanlar, bugün "Dur. Tehlike" anlamında kullanılan işareti, Göbeklitepe'nin etrafındaki yüz kilometre çapında bir alanda kullanıyorlarmış. Bu bölgede yaşayan klanların birçok ortak işarette anlaşarak ilk kez bir ortak yazı dili kurduklarını iddia eden yazı tarihi ve eski Mısır tarihi uzmanı Ludwig Morenz, dil öncesi işaretler ile Mısır yazısı arasındaki kayıp halkanın Göbeklitepe'de olduğunu iddia eden bir kitap yazdı. Batı basınında çıkan yazılara göre Göbeklitepe, pek yakında Mısır Piramitleri gibi önemli bir ziyaret merkezi olacak.
Bugün ağırlıklı olarak Latince alfabenin harfleri ve ikinci sırada Çin kökenli Kanji işaretlerinin kullanıldığı bir Dünyada yaşamakla birlikte, dil öncesi devrin işaretleri tamamen kaybolmuş değil. Bunu, ressam dostumdan öğrendim, hem de oldukça değişik bir yöntemle...
Aynı zamanda Afrika ritüel maskeleri kolleksiyoneri olan ünlü ressam, her biri en az yüz yıllık bu maskelerden bazılarının 8-10 yıl gibi uzun bir süre içinde yavaş yavaş yapıldıklarını, sadece seçkinler tarafından tek bir ağaç parçasından oyulduklarını ve oyma işlemi sırasında ilkel araçlarla çalışırken tek bir yanlış skalpel darbesi bile yapılmaması gerektiğini anlattı. Belli bir kudsiyete sahip Afrika maskelerinin yüzlerindeki işaretlerin çeşitli anlamları da var elbette. Avrupa'da astronomik fiyatlara alıcı bulan bu maskeleri dostum doğrudan Afrikalılardan, birinci elden kendisi için nisbeten daha uygun fiyatlara alıyor ve asla satmıyor…
Avrupalı bir sanatçının bu maskeleri bu kadar iyi tanıyıp, neredeyse uzmanı olmasının onun için, belli Afrikalı aşiretleri ve ritüelleri temsilinden öte bir anlam ifade ettiklerini, özellikle birini elime almamı istediğinde anladım. Bu maskeyi daha önce, tecrübeli bir müze müdürü eline almış, evirip çevirdikten sonra "Ha iyi" falan deyip geri vermiş. Birşey hissetmemiş. Ben maskeyi elime aldığımda, adeta elimden bedenime doğru sızan rahatsız edici, huzursuz bir güç hissettim. Bunu uzun yıllar önce öğrendiğim eski bir Kam pratiğiyle kendimce durdurdum ve maskeyi geri verdim. Bu arada dostumun beni sınadığını da anladım. Benzeri şeyleri o da hissetmiş, hatta başka maskelerde başka şeyler de hissetmiş ve benim duyarlılık derecemi anlamak istemiş…
İnsanlığın beşiği Afrika'da ölüm cezası, sonsuz zamanlardan beri yokmuş. Bir kişi, en korkunç suçu bile işlese, ölümle cezalandırılmıyormuş. Ama gizli bir erkek gizli cemiyeti, böyle insanları cezalandırmayı kendine görev edinmiş. Bu gizli cemiyetin üyeleri, suç işlemiş Afrikalıları tesbit edip onları en kanlı ve barbar yöntemlerle cezalandırıyorlarmış. Bu katiller grubunun cinayeti işleyen üyesi de bu maskeyi takıyormuş. Nasıl cinayetler işlediklerini buraya yazamayacağım!
Elimde tuttuğum şey, Afrikalıların hem nefret ettiği hem de saygı duğduğu bir katiller grubunun Avrupa'da bir elin parmakları kadar az sayıdaki maskesinden biriydi…
Dostum maskeyi yüzden fazla diğer maskenin yanına asarken, bir taraftan da maskelerin değil, onlara yüklenen anlamın ve duyguların etkisinden bahsediyordu. Maske, sadece belli yoğun duyguların bir sembolü ve belki şekli-şemaliyle bir yere kadar taşıyıcısı olmak görevini üsleniyordu, bir işaretti. Zaten konu da buydu: İşaretlerin ardında muazzam bir duygu dünyası da olabilir.
Göbeklitepe'den yirmibin yıl kadar kadar önce Fransa'daki 147 mağralaraya çizilmiş resimlerin arasında da böyle "yasak" anlamında el işaretleri var. O zamanlar insanların işaret hazinesi 26 adetle sınırlıymış. Göbeklitepe'de bu sayı çok daha yüksek ve yeni işaretler de çıktıkça çıkıyor. Mezopotamya'daki Sümer yazısının 900 işareti var, Mısırlılarınkinde çok daha fazla işaret var. Entellektüel bir Çinli üçbin-dörtbin işaret yazıp okuyabiliyor. Ama duygu yazıp okuyan işaretleri galiba haala Afrikalılar yapıyor…
Afrika'daki o gizli erkek cemiyeti artık yok. Ama Göbeklitepe'deki Boynuzlu engerek ve el işaretinin aynısı, Suriye'de Halep'in kuzeyindeki Tel Qaramel'de de bulunmuş. O dil artık her yerde konuşuluyor. Ben de bu satırları, Frankfurt'da "Karamel" adlı bir kahvede yazıyorum!..

O şekeri yemeyecektin kardeşim...

Bir soru soruluyorsa, soruyu kimin sorduğu her zaman önemlidir. Mesela çocuksunuz, bir din adamı önünüze bir kutsal kitap, onun yanına da Robinson Crusoe çizgi romanını koyup, "hangisini okumak istersin?" diye sorduğunda, elinizi çizgi romana uzatırken, "Na na na…" diye ilahi bir uyarı duyabilirsiniz. Soruyu soran, sizi elbette diğer kitaba uzanırken görürse "çok" sevecektir, "bundan iyi bir insan olacak" falan bile diyecektir. Hatta işi abartıp, "bu zaten daha bebekken ezan okunurken ağlıyorsa susardı, o zamandan belliydi" gibi "müteveccüh" cümleler kuracaktır, takma dişlerini göstererek huşu ile gülecektir…
Ama soruyu bir başkası da sorabilir elbette…
Geçtiğimiz günlerde bir gazetede, "başarılı olmak" ile ilgili bir yazı okudum. Burada başarının tarifi elbette biraz getiri-götürü üzerinden hesaplanıyor, yani ekonomi dikkate alarak hesaplanan bir katsayı hesabı…
Meğer 1960'lı yıllarda, gençler saçlarını uzatır, Hippy'ler tıngır mıngır gezerken, "Marshmallow-Test" diye bir test varmış, ilkokul çocuklarına ve daha ufaklarına uygulanırmış, içeriği küçük ve basit ama iddiası büyük ve kapsamlı…
Marshmallow denen şey, köpük şeker… Yazının başındaki resimde bu renkli, ağızda eriyen, meyvalı plastik tadında, çocukların -en çok da renklerine aldanıp- çok heveslendiği birşey. Fazlası diş çürütüyor. O yüzden de bugünün çocuklarına genellikle yasak, ama onları uyaran annelerine babalarına serbest bir tüketim malzemesi…
İşte o yıllarda bunlardan bir tane alıp küçük bir odadaki küçük bir masanın üzerine koyuyorlarmış, içediye de zavallı deney tıfılını salıyorlarmış -ama çocuk odaya girmeden ona diyorlarmış ki: "Bakınız küçük Hanım -veya Bey, masanın üzerindeki şekeri yerseniz, sadece onunla yetinmiş olacaksınız. Ama yemez de sizi buradan çıkaracak örtmeninizi beklerseniz, bi kutu, bi torba -işte neyse o kadar çook şeker alacaksınız…"
Araştırmacılar, bilimsel ve dilimsel yöntemlerle bu çocukları incelemeye almışlar elbette, bunlar ne olacak, büyüyünce ne yapacaklar diye…
Hali-vakti iyi ailelerden gelen çocuklar genellikle daha sabırlı çıkmış, ailesinde sorun olan çocuklar daha sabırsız. Gazete de o deneye katılan iki kardeşi aradan kırk küsür yıl geçtikten sonra ziyaret etmiş -ama önce araştırma sonuçları: Şekere hemen dalıp onu oracıkta yiyenler daha tembel, daha az çalışan, toplumda mesleki ve sosyal alanda daha bir yüksek yer edinmiş insanlar olmuşlar. Yazının müellifi, daha girişe, başlığın hemen altına, "sabreden derviş muradına ermiş" gibi burada fi tarihinden beri bilinen bir kuralı kocaman yazmış: "Sabırlı olan çocuklar daha başarılı oldular." E "başarı" derken?!..
Şekeri görüp canı istemesin diye ona arkasını dönen bir zamanların tıfıl kızı iş kadını, paralı pullu mallı mülklü biri. Diğeri? O, önüne konan kremalı çöreğe parmağını daldırıp sona bi saat parmağını emip yarışı kaybeden, psikologlara kendini beğendiremeyen, bir zamanların tıfıl oğlanı…
O kendine bir firme kurmuş, ama internetteki renkli firma sayfasına ve telefon numaralarına, adreslere rağmen bir tek kişiden oluşuyor: Parmağını yalayan çocuğun yetişkin halinden…
Yazar -zaten bir "ökönomi" yazarı, buradan kibarca bir sonuç çıkarmış ve Marshmallow-Test'inin mucidini arayıp bulmuş, onunla konuşmuş -adam tirit. Meğer bu deneyi artık dünyanın başka ülkelerinde yapıyormuş, eh Amerikelılar çocuklarının deney tavşanı yapılmasını artık istemiyor da olabilirler, Güney Amerikalılar henüz o kadar duyarlı değiller…
Neyse… Yazının müellifi, şekere elini sürmeyen "başarılı" iş kadınını tanıtadursun, satır aralarında, kendisi de farkına varmadan, bazı önemli ip uçları veriyor: Parmağını yalayıp şimdi tek kişilik firmasıyla mütevazi bir hayat süren adam çok mutlu. Kız kardeşi "başarılı olucam" diye yırtınıp gece-gündüz çalışırken, o aşık olmuş, gezmiş tozmuş, canı ne isterse onu yapmış -e tabii bu düzende "başarısızlık" sayılan bir sosyal cürüm, zira "Mutluluk" lafı reklam sektöründe cılkı çıkarılacak boyutlarda kullanılıyor, ama mutluluğun ekonomik bir ölçüsü yok. Kız kardeşinin "başarı"sını ölçmek için sahip olduğu arabalar evler, klüp üyelikleri, maaşı falan mevcut, ama "mutluluk" bu kategorilerin her birine ters, başka bir alan, başka bir şey. Ekonomi yazarı o dünyadan pek haberdar olmadığından olacak, o noktada duruyor ve şeker parmaklayan adamımıza olan ilgisini kaybediyor…
Şimdi bu şeker testi, mutluluk katsayısına göre yapılmış olsaydı, belki de o pisikokacik şeysi -işte her neyse o bilim adamı, belki beklemeden şekerlere dalanları bu yarışın galipleri ilan edecekti…
Yazar bu yazıyı, kafası az biraz karışık bir vaziyette sonlandırmış ama, burada soruyu soranın kim olduğu meselesiyle ilgilenmemiş. Her baktığı yerde çivi gören çekiç kafalılar gibi, her baktığı yerde bol bol üretip tüketenleri gören ve bunu başarının ölçütü sayanların sorduğu soruları ciddiye almamak en iyisi. İnsan kendi doğasına uygun soruların yanıtlarını ciddiye alsa daha iyi olacak gibi...

Gazeten mi var derdin var...

Yok gazete patronu falan değilim, ben gazeteleri taksitle, yani her gün bi tane bi tane alırım ve okurum o kadar. Tabii bir tane gazete almam, birkaç tane alırım, açıkcası her gün bir on Türk gazetesi okurum ve bunun bedelini de gün be gün öderim, mesela hemen her gün biri, "Abi hepsini okuyo musun?" türünden sorulara muhatap olurum ve çok duyduğum bu soruya karşı vücudumun ürettiği türlü çeşitli antikorları işleterek değişik cevaplar veririm...
"Hayır sadece şunları okuyacağım, diğerlerinden kesekağıdı yapacağım. Bak şu gazete var ya? Ondan çok iyi şeytan uçurtması oluyor..."
Böyle yanıtlarıma önce bön bön bakarlar, sonra çoğu güler ve bunu şaka sayar, -ama hayır şaka değildir! Türkiye'de yaşadığım son onbeş yıldır, kimle hangi dozda ne konuşup ne kadar yakınlık kuracağımı ölçen mekanizma geliştirmiş biri olarak, gazete konusunda böyle sabah "muhabbetlerini" daima yaşarım -kaderin bir cilvesi, veya bir şeysi, işte neyse...
Masanın üzerindeki gazetemde tam okuduğum yere, görüş alanımın içine, kalın bir parmak giriyor ve "Bak burada..." diyor. "Adam ne güzel demiş."
Yanımda oturan adam, yanındaki tipe birşeyler söylerken, okuduğum gazetenin altındaki gazeteyi çekiştiriyor. Açık havadayız, otobüs bekliyorum ve beklerken küçük bir çay bahçesinde yılın kıştan önceki son güneşli ılık gününün tadını çıkarıyorum.
"Ne yapıyorsunuz?"
Kalın bıyıklı ve kasketli adam, hemen elini çekiyor.
"Gazeteler senin mi?"
"Evet."
"Bu kadar çok gazeteyi görünce, kahvenin sandım."
"Benim."
"Alabilir miyim?"
"Hayır. Okuyiym, veririm."
"..."
"..."
"Memleket?"
"Napıcan?"
"Hani belki aynı memleketliyizdir diye sordum -kızma."
"Kızmıyorum, sadece cevap vermiyorum."
"..."
"..."
"Aman senin gazetene kalmadık."
Yanımdan kalkıyor, onunla beraber yanındaki adam da. Yanındaki bana bakarak utangaç utangaç gülümsüyor, eliyle "kusura bakma" anlamına gelebilecek bir işaret yapıyor, selam veriyor, gidiyorlar...
Bir iki dakika sonra en fazla yirmi yaşında muhafazakar görünümlü bir genç oturuyor yanıma, gözü okumadığım gazete eklerinden birinde. Ekin logosunun sağ üstünde, adını bilmediğim yarı çıplak genç ve güzel bir kadının resmi var. Ek orada kendi kendine duruyor, ben bir sonraki gazeteye geçiyorum...
"Utanmasa çıplak poz verecek."
Gülümseyerek söylese belki bir dialog gelişecek, ama yaşına aykırı dozda ciddi...
"E sen de deminden beri ona bakıyorsun ama?"
"Böyle resim mi olur?"
"Ne güzel işte!"
"..."
"Bak ulan bak! Mis gibi güzel kadın, -yoksa sen erkeklere mi bakıyorsun?"
Biatkar gençlik, bunun üzerine resime iyice eğilip baktı. Emir demiri keser hesabı, görevle karışık şehvet duygusu acaip bir doz oluşturdu. Masaya çay parasını bırakıp gazetelerimi alıp kalktım. Genç hâlâ çıplak kıza bakıyordu, benim kalktığımı farketmedi, ya da aldığı komut gereği esas duruşunu bozmadı...
Gazetelere otobüste devam ettim...
"Oh, Cumhuriyet okuyan biri. Sizin gibiler artık nadir bulunuyor, biliyor musunuz?"
"Ama bunu söyleyenler çok, -biliyor musunuz?"
"!.."
Otomatik yanıtlar flash belleğimden, bu soruya verdiğim yanıtların güncellenmiş son versiyonu...

Aydınlıkta da ıslık çal...

"Nasıl da yakıştırıp çalıyo, Aferin!"
Bu lafı anneme bir yakınımız söylediğinde hem şaşırmış hem de sevinmiştim. Gitar falan çalmıyordum, yani çalıyordum da o kadar iyi değil, tuşlu çalgıları da çalıyordum, ama eh! Ben en iyi ıslık çalıyordum, hem de Anneannemin "Cinleri mi toplayacaksın başımıza" gibi şeyler söylemesine rağmen, böyle ufak yollu iltifatlar aldığım da oluyordu. Müzik yapmanın kesin bir sakinleştirici etkisi olduğundan karanlıkta korkanlar ıslık çalar. Ama aydınlıkta çalmak, çok daha güzel! Liseye giderken ve öncesinde, rüyasında bile şarkı söyleyen biri olarak ıslık çalmak geleneğimi, İstanbul metrosunda sürdürüyorum. Johann Strauß'un valslerini, veya bildik Caz ezgilerini, yürüyen merdivenlerden inerken veya gün yüzüne çıkarken çalıyorum. Bazı günler, özel bir melodiyi belirleyip çaldığım da oluyor, ama ortalıkta pek insan görünmediği anlarda elbette...
Islık, insanın en eski müzik aleti -tabii sadece dudaklarını kasdetmiyorum. Üç tür ıslık var. İlki, benim çalabildiğim, dudak ıslığı. İkincisi dil ıslığı -ki ben o enstrumanı çalamıyorum! Bir de parmaklarını ağzına sokarak veya zar gibi şeyleri kullanarak çalınan ıslıklar var, benim hiç bilmediğim türler...
Yazında ıslıktan bahseden ilk kişilerden biri de Cicero olmalı. M.Ö. 61 yılında Atticus'a yazdığı bir mektupta ıslık çalmaktan bahsetmiş. Yetişkinlerin ıslık çalması genellikle pek hoş karşılanmıyor, mesela bir kadının arkasından falan! Ama kadınların ıslık çalması "çok fena", Ortaçağ'da tabu, İslam dünyasında zaten Müzik bile sorun. Eskiden yelkenli gemilerde ıslık çalmak kesinkes yasakmış. Tabii yasaklayarak bir şeyi durdurmanın asla mümkün olmadığını kanıtlayan olaylar da var. Mesela gemiler bir yana, Kanarya adalarında ıslık moda! Öyle ki, bugün bile ıslıkla konuşulan bir dil yaşıyor orada ve Gomera adasında bu dil okullarda da öğretiliyor. Giresun'un Çanakçı'ya bağlı Kuşköy'ünde halk, bir ıslık dili konuşur -bugün de! Islık müziği ise benim favorim olmayı sürdürür, Thomas Alva Edison da ilk ses kayıt cihazını bulur bulmaz, daha tiz olduğundan kaydı kolay ıslık müziğini kaydetmiş zaten, onun geleneğini Ennio Morricone günümüzde de sürdürdü ve ıslığı, Sergio Leone'nin "Bir Avuç Dolar" film dizisinde kullandı...
Frankfurt'ta mutlaka uğradığım üç katlı Hugendubel kitapçısında üst katta kitaplara dalmış vaziyetteyken yanımda bir müzik duydum. Yanılmıyorsam bir Bach melodisiydi. Islık sesi beni benden aldı, çünkü son derece profesyonelce çalınıyordu, tonu düzenli, nefesi kesilmeyen cinstendi -bunu ben de yapabiliyorum, yani nefes almaya devam ederken, ıslığı nefes alarak çalmaya devam edebiliyorum, ama bu adam, sahici bir müzik enstrümanı gibi ses çıkarıyordu ve ıslığına itiraz eden bir tek kişi olmadı, o da çalmaya devam etti. Ben adama övgü anlamında da herhangi bir şey söylemedim, çünkü dikkatini dağıtıp müziği bozmasını istemedim. Benim dikkat kesildiğimi anlayınca bir süre sonra yanımdan ıslık çalarak ayrıldı…
Açıkçası bu olay beni cesaretlendirdi. İstanbul'da son metroya kapağı kıl payı attığım gecelerden birinde, yürüyen merdivenlerde birbirine yapışmış gibi sarılmış bir tek çiftin on metre arkasından gelen tek kişi olarak, metrodan çıkıncaya kadar ıslık çaldım. "Summertime…"
Metrodan çıkarken iki başlı tek beden bir an durdu ve bedenin genç erkek sesi, bana içtenlikle teşekkür etti, "Müzik çok iyi geldi teşekkür ederiz" dedi…
Büyük bir salonda alkışlansaydım bu kadar hoşuma gitmezdi!..

İnternet tarihi ve coğrafyası...

Amerikan iç savaşı başlamadan ve General Li kızılderilileri doğramadan önce ilk internet yasağı Afroamerikalı kölelere konmuş. Geçtiğimiz yüzyılda Salif Keita gibi bir müzik dahisi çıkartmış Afroamerikalıların davul ve benzeri vuruşlu müzik aletleri çalmaları yasakmış, zira kendi aralarında haberleşip isyan edilmesinden korkuluyormuş. Korku bâki, ama insan bu, haberleşmeden duramaz…
Çin'de Twitter, Facebook & Co yasak! Ama herkes VPN üzerinden dünyaya ulaşabiliyor. İran'da da öyle ve tabii Türkiye'de de, hem de gizli kapaklı cinsinden -yavaşlatarak- bir internet yasağı var ve burada VPN de pek işlemiyor…
Yenilikleri ya yapmak, ya da karşı çıkmamak gerekiyor, yoksa özgürlük sizi bir yerde aşıyor ve mecburen uymak zorunda kalıyorsunuz. Son Çin imparatoru Pu Yi'nin hayatını anlatan Bernardo Bertolucci filminde (ve tabii asıl Pu Yi'nin yazdığı kitapta) çok güzel anlatılır, genç imparatora gözlük bile taktırmak istemezler, saraylı kadınar bisiklete binmesine şaşırırlar falan. Osmanlı devrinde de, özellikle ilk meşrutiyet döneminde her yeniliğe "Gavur ivadı" ve "günah" diyen bir mollalar sınıfı olmuştur, ama sonra elektrik gelmiş önce Fındıklı'da ve Pera'da, derken istanbul'un diğer semtlerinde parlamıştır, tıpkı ankesörlü telefonun Pera Palas'ın süsü olması gibi…
İşte 1940'lı yıllarda Dünya savaş ateşiyle cayır cayır yanarken Advanced Study in Printon'da biraraya gelen birkaç dahi, yirmibirinci yüzyılın il muazzam fenomeni İnternet'in temellerini atmışlar…
Bilim tarihi, tarih kadar ilginç bir konu ve bugün olağan sandığımız bir çok önemli fikrin nasıl ve hangi atmosterde doğduğuyla ilgileniyor, eh ben de ilgileniyorum…
Bu bir avuç bilim adamı, dünyanın bu en cıvcıvlı döneminde bir köşeye çekilip beyin fırtınaları, beyin kasırgaları estirerek ilk bilgisayar fikrini ortaya attırmışlar ve tabii heyecanları doruktayken mesela John von Neumann, 1946'da, "Bombalardan daha önemli bir şey üzerinde düşünüyorum" diyor. Harıl harıl atom bombası üzerine çalışan bilim adamlarına söylenmiş bir söz ve bu ele avuca sığmaz bilimci dahilerden Alan Turing de bilgisayarın adını ilk kez kullanıyor, hem de bir makalesinin başlığı olarak, "On Computable Numbers". Bu süper matematikçi mantıkçı adam, benim bugün daha çok tercih edebileceğim, ama tutmamış bir de ad koymuş ilk bilgisayara: "Universal machine", evrensel makine. (Gerçi bu "makine" lafını eskiden Sol talebeler "tabanca" kodu olarak kullanırlardı ama olsun!)
Şimdi bu yazının neden yazıldığı konusuna geliyoruz: Bilgisayarı ve ilk internet fikrini konuşup durmadan sigara, pipo ve kahve içen bu akıllı adamların böyle bir fikre nereden ve nasıl vardıkları, işin bam teli oluyor tabii. Ve bunun için en başta, "Anlam" konusu geliyor…
Bazıları, masa başında oturan ve böyle fikirler yumurtlamanın "hiç yorucu olmayan bir iş" olduğunu sanır. Bunlara, "ortalama salaklar" diyoruz ki nüfusları oldukça kalabalıktır. Düşünmek, dünyanın en yorucu işlerinden biridir ve beyin de çok enerji harcar hani -hatta kafa emeği değil kol emeğiyle çalışanlarda bile beyin enerji harcamak konusunda çok bonkördür. İçte bu ahval ve şeraitin bilincinde olan cıva gibi haraketli konuşgan ve düşüngen genç adamlar, "dinlenirken düşünmek" nasıl mümkün olabilir diye düşünmüşler. Yani, "insan dinlenirken, konuları onun yerine düşünüp hatırlayacak bir alet"…
Kim söylemişti hatırlayamadım -ama iPad'im mutlaka hatırlayacaktır, "Doğru soruyu sormak, doğru yanıtın yarısıdır" diye bir laf var. İşte bugün, Kalübeladan beri bilgisayar kullanıldığını sananların çağı, dumanaltı bir odada böyle bir soruyla başlamış. Kitlesel internet anlayışının 1960'lı yıllarda bu fikrin ve birbirine bağlı bilgisayarların kapasitelerinin artacağı fikrinin üzerinde yükseldiğini biliyoruz. Günümüzde internetle de sorunluyuz elbette. Şimdi insanların interneti değil, internetin insanları şekillendirmesi türünden sosyal sorunlarla karşı karşıya olsak da, sorun, ilerlemek demek. Ve zaman, yeni sorular sormanın zamanı...

Son ziyaret...

Ankara'da, "Üzerine inme inmiş" deniyordu. Savaşı yöneten Millet Meclisi mebuslarının kendi aralarında konuştukları asıl konu "Yunan Harbi"ydi ve Anadolu'dan gelen her savaş haberi, yüksek elektirik akımının şimşekler çakarak bir nesneden diğerine akışı gibi hızlı ve çarpıcıydı. Mayıs 1922'de, Türk Kurtuluş Savaşı'nın en önemli destekçisi genç Sovyetler Birliği'nin 52 yaşındaki lideri Vladimir İlyiç Lenin, bedeninin sağ yarısına hakim değildi. Ardından diğer darbeler geldi. Lenin, konuşma yetisini bile tamamen kaybetti. Ama hiç yılacak biri değildi. Sol eliyle yazmayı öğrendi, ve konuşmak için büyük çaba harcıyordu. Bir zamanlar ateşli konuşmalarıyla dünyanın bütün Komünistlerini ayaklandırabilen Lenin, sadece "Konferans" ve "Lloyd George" gibi birkaç sözcüğü ifade edebiliyordu. Sert bir fizik tedavi uygulandı…
Lenin, ardılı olarak seçip pişman olduğu Josef Stalin'in onu izole ettiğini, bir öğle yemeğinde anladı. İnme inmesinin ardından bir yıl geçmişti, kısa mesafeleri yürüyebiliyordu ve konuşabiliyordu. Doktorların her hareketine karışması ve hatta gazetelerine bile el koyması, gözünü açmıştı…
Sofradan kalkar kalkmaz tekerlekli sandalyesine oturdu ve karısından onu garaja götürmesini istedi. Bunu öyle bir tonda söylemişti ki, sadece karısı değil, doktorları da gık çıkarmadan dediğini yaptılar. Lenin on tahsis edilen arabaya bindi ve şoföre, şehre sürmesini emretti. Ama hava kararmıştı, şehre giderse, Moskova'da kendini çok az kişiye göstermiş olacaktı. Araba yarı yoldan geri döndü. Lenin ertesi gün arabasıyla Moskova'ya inerken, heryer Stalin'in gizli servisi GPU ajanları tarafından tutulmuştu. Şehre inen Lenin bir tarım sergisini ziyaret etti, yolda gördüğü birçok insana, ünlü kasketini çıkararak selam verdi, gülümsedi, yeniden canlanmış gibiydi. Ertesi gün, önüne gelen gazetelerin bir teki bile Lenin'den ve Lenin'in yaptığı ziyaretten bahsetmiyordu. Lenin üç ay sonra hayata veda etti…
Elbette herkes çok üzüldü. Sadece Moskova'da tören yapılmadı. Ankara'daki Sovyet temsilciliği de taziyelerin merkeziydi. Lenin'in ölüm nedeni, "Aşırı beyin aktivitesi sonucu ölüm" diye açıklandı, yani buna o zaman bile kimse inanmadı. Hemen ölür ölmez bir otopsi yapıldı ve Lenin'in beyni çıkarıldı -beyninin sadece sağ yarısı kalmıştı- ve araştırılmak üzere saklandı. Ölümünün üzerinden iki yıl geçmeden, Lenin'in beyniyle otuzdörtbin farklı deney yapıldığına dair bir rapor yayınlandı. Lenin'in beyni, o zamandan beri, her üç ayda bir özel bir işlemden geçirilip tazeleniyor, sanki yaşıyormuş gibi…
Onun ölümünden sonra, en önemli makama getirdiğine pişman olduğu Stalin, Sovyetler Birliği'nin entelektüel önderi Trotzki'yi katakulliyle görevinden uzaklaştırdı. Trotzki bir süre Büyükada'da sürgün yaşadı, sonra gittiği Meksika'da Stalin'in bir ajanı tarafından başına vurularak öldürüldü, Meksika'da gömüldü. Öldükten sonra Stalin'in beynine itibar eden de olmadı...

Güzelin de güzeli var...

İnsanı en çok, güzelliğin farkına varılmaması üzüyor -benim için böyle. Günlük hayatın koşturmacasına bir kaç dakikalığına da olsa son verip, hayatın bir hediye olduğunu düşünmek, bi durmak, soluklanmak, etrafına bakınmak ve oradaki güzellikleri görmek, işitmek, tadmak, dokunmak, hissetmek, hayatı anlamlı kılar…
Bir de güzellikleri algılamaya yatkın bir hayat düzeni, meslek ve saire tutturmuş insanlar var onların görevi, bu güzellikleri bulup keşfedip, insanlık hazinesine katmak elbette...
Roma'nın fakir mahallelerinin çocuğu Sophia'nın annesi, kızının güzelliğinin erken farkına varmış ve onu güzellik yarışmalarına falan sokmayı bile başarmış, hatta figüran olarak oynamasını sağlamış...
Bu yetmez elbette. Güzelliğin parlayabilmesi ve göz kamaştırabilmesi için ona uygun bir ortam gereklidir. 1950 yılında yapılan güzellik yarışmasında Sophia ikinci olmuş, ama yarışmaya gelen rejisör Carlo Ponti, 16 yaşındaki Sophia'yı keşfedip, ondan bir dünya yıldızı, Sophia Loren'i çıkartmış...
Piyasa malı seri imalat "Güzellik"in de enflasyon kurallarına uyarak değer yitirdiği bir çağdayız, imkan bol, ama bugünün güzelleri, Sophia Loren gibi, Marilyn Monroe gibi, Brigitte Bardot gibi, hatta Simon Signoret gibi olamıyorlar, daha doğrusu "Güzellik" kavramı, bugüne göre yeniden açıklanmak zorunda. Sanatta "Güzellik" anlayışını, edebiyat bilimci Peter von Matt yeni bir kavramla tanıştırdı: "Mükemmel". Artık, güzelde mükemmeli arayacağız ve asıl payeyi ona vereceğiz, zira sözünü ettiğimiz güzellik, sıradan bir optik güzellik değil, anlamlı bir güzellik...
Platon'un "tarihi olmayan, sonsuz" saydığı, Hegel'in fikrin anlamlı ışığı" diye tanımladığı, Baudlaire'in "geçici, uçup gidici" yanına dakkat çektiği 'Güzellik', ancak anlamlı olunca "Mükemmel" seviyeye ulaşabiliyor ve etrafında o çekim gücü, ışıltılı aura oluşuyor. Günümüzün "hiç zamanı olmayan" insanının band sistem seri güzelliğinin şartları altnda mükemmel olmak da zor. Mükemmellik klonlanamayan ve taklit edilemeyen orijinal bir şey. Bu yüzden de gerçek güzellik şimdi daha değerli ve daha az…
Güzelliğin anlaşılmaması ve ona değer verilmemesi, kuşkusuz çok talihsiz bir durum. Sophia Loren, 1960 yılında 26 yaşındayken Oscar ödülü verildi, kıymeti bilindi, ama gazetelere hikayeler yazarak hayatını kazanan Anton Çehov, dünya edebiyatının en güzellerinden sayılan hikayelerin yazarı olarak 44 yaşında "ince hastalık"dan öldükten sonra cesedi, taze istridye taşıyan bir vagona konarak memleketine gönderildi. Güzellik, buna rağmen, Platon'un dediği gibi sonsuzdur ve Çehov da bunu kanıtlamış adamlardan biridir...

Tamamen normal bir gün...

2007 Ocak ayının soğuk bir sabahında Washington DC'nin bir metro istasyonunda bir adam, 45 dakika boyunca kemanla, Bach'a ait altı eser çaldı. Bu süre zarfında, çoğu işe giden yaklaşık 2000 insan bu metro istasyonunu kullandı. Müziği, üç dakika sonra bir yaya farketti. Bir iki saniyeliğine yürüyüşünü yavaşlattı, sonra hızlanıp yoluna devam etti. Kemancı, dört dakika sonra ilk Dolar'ını aldı. Kadının biri, temposunu bozup yavaşlamadan, önündeki şapkaya Dolar'ı attı. Altı dakika sonra: genç bir adam, müziği dinlemek için duvara yaslandı, sonra saatine bakıp yoluna devam etti. 10 Dakika sonra: Yaklaşık üç yaşında bir oğlan çocuğu durdu, ama annesi onu çekerek ilerledi. Çocuk, müzisyene bakmak için gene durdu, annesi onu yeniden çekti, çocuk yürüdü. Çok sayıda çocuk böyle davrandı, ama anneleri, babaları -istisnasız hepsi- çocuklarını çabuk yürümeye zorladılar...
45 Dakika sonra: Müzisyen durmadan çalmaya devam etti. Sadece 6 kişi durdu ve müziği kısa bir süre dinledi. Yaklaşık 20 kişi müzisyene para verdi ama aynı hızla yoluna devam etti. Adamın aldığı para 32 Dolar. Bir saat sonra: Müzisyen çaldığı parçaları bitirdi ve sessizlik geri geldi. Kimse olayı not almadı, kimse alkışlamadı, saygısını göstermedi…
Kimse bilmiyordu ama kemanı çalan, Joshua Bell idi, dünyanın en büyük müzisyenlerinden biri. Çaldığı parçalar da, şimdiye dek yazılmış en komplike en zor müzik parçalarıydı. Çaldığı keman, 3.5 milyon Dolar değerindeydi ve Joshua Bell sadece iki gün önce Boston'da tüm koltukları satılmış bir konserde çalmıştı ve koltuk başına ortalama bilet fiyatı 100 Dolar idi. Bu gerçek bir hikaye. Joshua Bell tak tekmil konser kıyafeti giymiş halde (Inkognitos) yeraltında Metro istasyonunda çaldı... Algılama/idrak, zevk ve şncelikler hakkında yapılan bu sosyal deney için onunla anlaşan gazete de Washington Post idi. Deney şu soruların sorulmasını sağladı:
Günlük hayat çevremizde, olmadık bir zamanda güzelliği algılayabiliyor muyuz?
Eğer algılayabiliyorsak, ona değer verip zaman ayırıyor muyuz?
Beklenmedik bir konteksde/ortamda yeteneği anlayıp algılayabiliyor muyuz?
Bu deneyin olası sonuçlarından biri de şu olabilir:
Dünyanın en iyi müzisyenlerinden biri, en muazzam müzik parçalarını, dünyanın en güzel müzik enstrümanlarından birinde çalarken, onu dinlemek için bile bir anlık zamnımız yoksa…
Hayatımızda koşuşturup dururken kim bilir nasıl fırsatları kaçırıyoruzdur…

(Kaynak: binmitdabei.com)

Raymond Chandler / Televizyon nedir?!..

Bence Televizyon, uygarlığımızın hiç de küçük olmayan ve kolay kazanılmış Dolar'dan başka ölçü tanımayan bir başka yüzü. Bu bugün de böyle ve belki de her zaman böyle olacak…
Bir ölçüde şöyle diyebilirdik: Televizyon ne kadar kötüyse, o kadar iyidir. Duyduğum kadarıyla eskiden radyo dinlemek için oturan birçok kişi şimdi ekran başında. Bu insanların yeterli çoğunluğu belki bir süre sonra aslında kendilerine baktıklarını anlıyordur. Televizyon, gerçekten de ömrümüz boyunca beklediğimiz şey. Sinemaya gitmek çaba gerektiriyordu. Birinin çocukların yanında kalması gerekiyordu. Sinemaya gitmek için arabayı ekstra, garajdan almak gerekiyordu, zor işti. Sora bir de araba kullanmak, arabaya park yeri bulmak gerekiyordu. Bazen sinemaya varmak için neredeyse yarım blok öteye yayan gitmek gerekiyordu. Okumak da bedenen çaba gerektiriyordu, okurken biraz konsantre olmak zorundaydınız, hatta bir kriminal roman, Western romanı, vaya tarihi roman denenleri okumak için. Ve burnunun dikine bazen şu iki heceden uzun yabancı sözcüklere de takılıyordunuz. Bazen insanın başından dumanlar bile çıkıyordu. Radyo çok daha iyiydi, ama orada da insan nereye bakacağını bilmiyordu. Bakışlar hedef gözetmeksizin odada dolaşıp duruyordu ve insan bu şartlar altında başka şeyler düşünmeye başlıyordu, -insanın hiç düşünmek istemediği şeyler. Hatta insanın duyduğu ses ve gürültülerden, orada be olduğunu anlatır bir görüntü düşleyebilmesi için biraz fantaziye ihtiyacı vardı.
Ama Televizyon, kötü anlamda mükemmel. İnsan birkaç düğme çeviriyor, mekanik ayarlardan bazılarıyla oynuyor, gelişmiş maymunların iyice öğrendikleri gibi, ve arkasına yaslanıp tüm düşüncelerinin kafasından sızdırıp akıtmaya bakıyor. Ve sonra oturup ilkutançla o cam balonu seyrediyor. Seyrederken kosantre olmak gerekmiyor, bir reaksiyon göstermek de gerekmiyor. Sonra hiç bir şeyi hatırlamak gerekmiyor. Aklı ölçmüyor, çünkü ona ihtiyaç yok. Kalp, karaciğer ve akciğer aynen normal çalışmaya devam ediyorlar. Bunlarla beraber herşey sessiz ve sakin. Küçük adamın Nirvana'sındasınız. Bu arada biri gelip de onun, çöp yığını üzerinde bir sineğe benzediğini söylerse, dikkate almıyor. Belki kendine televizyon alabilecek kadar iyi kazanmıyordur.
(22 Kasım 1950)

Güzellik sorunu...

"Shadows are falling and I've been here all day
It's too hot to sleep, time is running away (…)
There's not even room enough to be anywhere
It's not dark yet, but it's getting there."
Bob Dylan

"Film noir…"
Bir stil. Dünyaya karanlık ve kötümser yanından bakan sinema…
Açıkçası bu sinema türünün klasiklerini seyretmiş olmakla birlikte, adını çok sonra öğrendim ve severek telaffuz ettiğim bir ad da değil. Ama işte sokakta dolaşırken rastlayıveriyorsunuz ve cazibesine asla "Hayır" diyemiyorsunuz…
Frankfurt Nordend'de ulu ağaçların altından yürürken kaldırımın tam ortasında camekanlı ahşap bir kitap dolabı duruyordu! "Bu da ne ki böyle" derken kızkardeşim, "bu kitaplardan okumak istediğin varsa alabilirsin" dedi -mahallelinin düşündüğü bir hizmat- ve o anda benim gözüme Diogenes yayınlarının tipik sarı-siyah kapaklı Raymond Chandler kitabı ilişti. Yayınevinin bu ünlü kriminal roman dizisinden birkaç kitap okumuştum ama bu kitap bir roman değil, yazarın yazarlık hakkında yazdığı mektuplardan derlenmiş bir hazine. Alfred Andersch kitabı, "Yazı yazmak konusunda yazılmış en iyi kitaplardan biri" diye yorumlamış. Derhal el koydum!..
Kriminal romanla ilk Mayk Hammer romanlarının kötü Türkçe çevirileri vesilesiyle tanıştığımdan uzun süre sevemedim ve elbette tüm Agatha Christie'leri okudum -lise dönemimdi ve ikinci yarısını Almanca Goldmann yayınlarının kırmızı-siyah dizisinden okudum. Ve Christie dışında bu türden okuduğum kitap oldukça azdır. Chandler de Christie'leri okuyamadığını söylüyor -eh edebi değeri düşük tabii...
"Film noir'ın karasıyla kriminal romanların karası aynıdır. Hem karanın tonları da yoktur" gibi bir cümle kurmak zor. Elbette karanın da tonları vardır ve bunlar içinde en yeni keşfim de "Gilda" tonundaki güzel kara!..
Eskiden, "Sanat sanat için mi halk için mi olmalı" diye salak bir soru vardı! Bu lafı çok duyup çok pısmışımdır, çünkü sanat gibi bir şeyi böyle bir ikilemle sınırlayıp, kulağa "ya paranı ya canını" gibi gelen bir entelektüel haydutluk dayatmasıyla tartışmak zordu. Soranın duruşu, bıyığı, elinde tuttuğu Sol dergi, yanıtını haykırıyordu zaten. Ve açıkçası, "Sanat için sanat"ın ne demek olduğunu da hala anlamış değilim. Güzel şeylere sanat mı diyorduk?!..
Ama sanat sayılan birçok şey güzel değil. Hatta eski zaman şiirlerinden bazıları iğrenç bile olabiliyorlar. Bu konularla ilgilenen (Yeni Alman edebiyatı konusunda ordinaryus profesör) Peter von Matt'ın çok sevdiğim bir sözü var: "Günümüzde 'Güzel' topyekün, kitsch olmak kuşkusu altında." Her haltın kestirmeden "güzel" diye sıfatlandırıldığı, araziye uymak için olmadık şeylere "güzel" dendiği bir devirde, bu sözcükle ifade edilenin rüküş/kitsch olma ihtimali yüksek. Çin'de gördüğüm neon pembesi süpertopuklu ayakkabıların tepesinde tay tay durmaya çalışan neon yeşili tişörtlü kadınların da güzel sayılma çabalarını hesaba katarsanız, ne demek istediğim daha bir anlaşılır gibi olabilir. Eh sanat ille de güzel değil, ama gene de sanat, halkımız için sanat da olamıyor çünkü yumruk havada insanlar yok resimlerde sanat için falan da değil, insan için…
"Halk için yazıyorum" diye düşünmek, sadece "profesyonellerin" işi olabilir. Chandler profesyonelleri, "durmadan yazanlar" diye tanımlıyor ve "ilhamla yazanlar"dan ayırıyor. Kendisi de bir profesyonel olduğundan ve "ben aslında fantastik kitaplar yazmak isterdim, kriminal romanlar değil" derken, doğrudan söylemediği şu: Sanat, içten geldiği için yapılan bir şeydir ve içten geldiği gibi yapılmalıdır. Chandler, pek ünlü olmayan, ama istediğini yazan sanatçıların daha mutlu olduğunu söylemeden de edemiyor. Mesela roman yazmayı herhangi bir fakültede, kursta, veya özel olarak başka bir romancıdan ders alarak öğrenemezseniz -tabii gerçekten orijinal bir sanatçı olmaktan bahsediyor isek. Sanatçı, bu işi kendi kendine öğrenmek zorundadır ve içinden geldiği gibi yapmak zorundadır. Bunu Chandler'den de duymak serinletici, ferahlatıcı, soğuk nar suyu, şarap falan gibi birşey, ama güzel değil…
Sanatın güzellikle ilişkisi de burada başlıyor zaten…
Güzel olan kadının adı Margarita Carmen Cansino. İlk filmlerini Rita Cansino adıyla çevirmiş ve Columbia Pictures'ın şefi adını beğenmeyince, babasının soyadını bırakıp annesinin soyadını almış: Hayworth. Bu muhteşem kadını, iTunes üzerinden aldığım "Gilda" filminde seyrettim, tam bir Film noir örneği ve bir aşk-nefret ilişkisi. Başrollerde birbirini çok iyi tanıyan ve arkadaş olan iki oyuncu var: Glenn Ford ve tabii Rita Hayworth, bu muhteşem kadının "The Love Godess" lakabını alıp Türkçeye "Aşk Tanrıçası" diye çevrildiği film. Basit sahneler, siyah-beyaz, 1946 yapımı. Başrol Humphray Bogard'a teklif edilmiş ve ünlü aktör rolü, "Seyirci Rita'ya bakmaktan beni göremez, o kadar güzel bir kadının yanında oynamak istemem" diye reddetmiş ve işte o güzellik de, "Gilda"da kara sinemanın dehlizlerini aydınlatmış. Filmde "çok ünlü" bir striptiz sahnesi var ki, Hayworth sadece uzun eldivenini çıkarıp dans ediyor -o kadar!
David Hume, daha 18. Yüzyılda, "Güzellik şeylerin kendilerinde değil, onlara bakanların ruhunda olan bir şeydir" demiş. Aşık Veysel de bunu, "Güzelliğin on para etmez, şu bendeki aşk olmasa" diye -muhteşem tarafından- ifade etmiş, ama bu kadın sadece fiziğiyle değil, yaptığı rolle de eşsiz. Sanatçılar güzeli severler (ben bayılırım mesela!) ama işleri sadece güzellik üretmek değildir. Güzellik, sanatın kullandığı önemli faktörlerden sadece biridir. Sanat, insana, hayata farklı bakışlar sunar ve asıl işlevi budur. Hayat, "Sinnfeld" dediğimiz anlam bütünleri katmanları halinde bir varoluş biçimidir ve sanat, bu katmanlar arasında zıplayabilen, insanlara bir anlığına da olsa farklı perspektifler sunabilen ve onların kendi varoluş duygularını genişletmelerine yardımcı olan bir şeydir ve bu anlamda insanın insan olma macerasının vazgeçilmez koşullarındandır. Yani sanat ne ahlakçı kriterlere uyar ne dine saygı duymak zorundadır, ne de gerçeğin korkunç yanlarından kaçar. Bu konu hakkında diğer blogumda birşeyler yazmaya hazırlanırken karşıma Raymond Chandler ve Rita Hayworth çıkmasaydı, bu yazının seyri de belki daha farklı olacaktı. Sanat-manat falan tamam da, güzellik, dünyanın en güzel sorunu! Rita'yı seyredin, mutlaka anlayacaksınız...

Leseratten...

Bizim "Kitap kurdu" dediğimiz tiplere Almanlar "Leseratten" yani "Kitap sıçanları" diyorlar ve bunda hiç de haksız sayılmazlar. Eski kitaplarda küçük delikler açan kitap kurtları, kitap sıçanlarının yanında vızıltı bile değil, çünkü sıçan denen dişlek hayvan, peynirden çok kitap yemeyi seviyor…
M.Ö. ikinci yüzyılda Roma eyaleti haline gelmiş Mısır'ı yöneten Ptolemaios, "Okuyup da akıllanmasınlar başımıza" diyerek, Anadolu'ya Papirüs ihracatını yasaklıyor. Bunun üzerine Bergama'nın kitap kurdu kralı II. Eumenes, "kim bana yeni bir kağıt üretme tekniği icad ederse, onu kitaba boğarım" diyerek bir ferman salıyor. O dönemde Bergama, Mısır'daki İskenderiye Kütüphanesinden daha büyük bir şehir kütüphanesi kurup alemlere şan olmayı hedeflemiş insanlar tarafından yönetiliyor. Nihayet biri çıkıp, dana derisini incecik katlara ayırarak, son derece dayanıklı bir kağıt türü icad ediyor ve bu kağıt türüne bugün de "Pergament" yani Türkçe'ye -tercümenin tercümesinin tercümesi olarak- "Parşömen" deniyor. Papirüs, Mısır'ın kuru çöl iklimine dayanıklı bir kağıt, ama parşömen, ikibin yıl sonra bile aynen ilk günkü gibi kalabiliyor, yani değerli, çok değerli…
İnce dana derisini kirece yatırıp tüm kıllarından arındırıyorlar, sonra iyice gerip kurutuyorlar. Son olarak bir zımparalama işleminden geçen parşömen, yazı için hazır oluyor -hatta günümüzde yeniden, Bergama'da üretilmeye başlandı…
İşte farelerin en sevdikleri kağıt bu kağıt!..
Aberdeen kütüphanesinde 1931 yaşanan bir olay, devrin tüm bilimcilerini, falcılarını ve kehanet ehlini hayretlere gark etmiş, zira kütüphande fareler hiç bir kitaba dokunmamışlar ama bir tek yayınevinin bütün kitaplarını parça pinçik etmişler. Bazıları, yayınevinin kitaplarına bakıp "bu ilahi bir işaret" falan bile demiş. Yayınevinin yazarları bir fena olmuşlar, "Başımıza ilahi bir bela geliyor" diye. Kitapları araştırmışlar, kimyasal deneyler mi yapmamışlar. Farelerden birkaçını bile yakalamışlar, üzerlerinde deneyler yapmışlar… Cık! Sonuç sıfır...
Sonunda olayı kitap faresi -yani kitap kurdu- bir okur çözmüş: "Fareler kitap severler, ama parşömeni daha çok severler. Eh diğer kitaplara tenezzül etmeyecek kadar gözleri tok, ama parşömene dayanamazlar" demiş…
"Modern kütüphanede ne parşömeni? Yenen kitaplar, kütüphanedeki şömiz ciltli her kitap gibi. Özellikle bir tek yayınevinin kitaplarını yiyorlar."
"Şömiz cilt mi?!"
"Evet!"
Hikayenin bundan sonrası, tüm astrolog, politolog, kırıkçı-çıkıkçı ve kehanet erbabını hayal kırıklığına uğratacak türde: Bu klas yayınevi, şömiz ciltli kitaplarının sırtında cilt için keçi derisi kullanıyormuş ve fareler de, parşömen kalınlığına eş ince keçi derilerini yiyebilmek için kitapları parçalayıp duruyorlarmış…
Kısacası: Kitabın her halinden, sadece kitap fareleri anlar!..

Sanatta doğal afetler...

Karagöz'le Hacivat'ın Bursalı olduklarını çocukken öğrenmiştim, hatta galiba Bursa'daydık ve çizgi roman kahramanlarının da bal gibi "gerçek" kişiler olabileceklerine çok daha önce inanmış biri olarak turlamaktaydım! Tommiks okuyup dururken bizim sahildeki kapalı sinemada "Tom Mix"li siyah-beyaz bir film oynayınca, bu adı taşıyan uzun şapkalı adama bakıp, mahallede ilkokul arkadaşıma ilk "Tommiks" hikayesini anlattım. Davy Crockett de bir çizgi roman kahramanıydı ve gerçek biri olduğunu sinemada görmüş, ansiklopedide okumuştum. Benim hikayemde Tommiks, daha modern biriydi ve motorsikletinin terkisine attığı Suzi ile bizim kasabamıza gelmişti -olabilirdi, neden olmasındı, bal gibi inanılırdı, çünkü o günlerde Türkiye'deki Amerikan Hava üslerinden biri de bizim mahallenin dibindeki "Amerikan Mahallesi"nde başlıyordu. Arkadaşım hikayeye inandı! Birkaç hikaye sonra dayanamayıp "bu bir hikaye" deyince ettiğimiz kavgaya değinmeme gerek yok, ama sanat galiba biraz da pembe yalanlarla, yapay gerçeklerle ilgili bir alan...
Bir gazetede birkaç gündür Zeki Müren'in uçuk yaşamı ve aykırı karakterini anlatan bir yazı dizisi yayımlıyor. Sanatçıların ilginç insanlar oldukları, garip takıntıları, adetleri, tavırları falan olduğunu çok sonra öğrendim. Ve tabii bu çıkıntı adamların ve kadınların neden eleştirilemeyeceklerini de Jorge Luis Borges'den ders niyetine okumak mümkün oldu. Yeni İspanyolcanın şiir dilini icad etmek gibi benzersiz bir özelliğe sahip bu adamın, 1955'den beri gözleri görmüyor olsa da 1980'lerde, "İyi şairler birer doğa olayıdırlar, o yüzden eleştirilemezler" deyip olayı görmüş -ki bu konu daha güzel nasıl ifade edilebilir bilmiyorum! Bu söz, benim buralarda "güzellik ve kutsallık" arasındaki ilişkiyi yazmak girişimlerimde eksik kalan yapboz parçalarımdan birini daha yerine koyup beni mutlu etmekle de yetinmiyor. Evet, sahici sanatçılar, insanın doğayı örnek alıp onun güzellik orantılarını kendi ölçülerinde yeniden yaratırken, araya Borges giriyor ve bu güzellikler yaratan muhteşem sanatçıların da birer doğa olayı olduklarını gözümüze sokup, herşeyi yerli yerine oturtuveriyor. Gönül gözü ve kudsiyet böyle birşey işte. Ama bu büyük sanatçı hiç Nobel alamamış, Brecht'i hiç okumamış, tiyatroyla hiç ilgilenmiyor olabilir, Zeki Müren de belki edebiyatla pek ilgilenmiyordu -bilmiyorum...
Seneca, karakterin, insanın küçük olaylardaki davranışlarından anlaşılacağını söyler. Paul Newman, birinin karakterli olup olmadığını anlamak için onun düşmanının olup olmadığına bakmak gerektiğini üzerinde durur ve biz de bu işin kesin bir normu olmadığını anlamış oluruz böylece. Asıl olan, büyük sanatçıların daima köşeli sivri karakterleri olduğudur, oval falan değil, yani bazen batıcı ve kesici yanları olan karakterler. Zira ancak böyle karakterler, doğaldırlar, Çin malı plastik, seri imalat değildirler, kullanışlı da değildirler. Biraz (veya çok) zor insanlardır sanatçılar. Ama ancak böyle karakterler, aşkın bir tutku, bir afet, bir bağımlılık, bir cennet ve cehennem olduğunu, ölümle aşkın akraba oldukları gibi sofistike konuları iki söz bir nota veya bir dans figürüyle anlatabilirler, -Shakespeare'in "Romeo ve Jüliyet"i böyledir mesela. Günümüzde "ne gider?" diye sorup piyasa malı üreten, onları da sanat diye pazarlamaya çalışanların anlamadığı da budur işte. Gerçek sanatçı, doğal bir afet ve aşk gibi tutkulu, benzersiz, orijinal ve yoğundur.

Hap kitaplar...

Dostoyevski'nin ünlü "Suç ve Ceza" romanı...
Bu kitabı herkes bilir, dünya edebiyatının en iyi on romanından biri sayılır. Konusu, kahramanlarının adları, metafor olarak falan kullanılır, ama benim bir türlü zaman ayırıp okumadığım önemli kitaplardan biridir. İşte bu "eziklik" duygusuyla Pandora'da görür görmez aldım kitabı. Çok iyi resimlendirilmiş ve yeniden anlatılıp altmış küsür sayfaya sığdırılmış bir hap kitap. Dosteyevski'yi torunlarına anlatmak amacıyla bir Yahudi yazar tarafından yeniden yazılmış, o da Türkçeye çevrilmiş. Aslında bir çocuk kitabı olarak tasarlanmış -ama o kadar güzel ki...
Çocukluğumda "Robinson Crusoe"dan La Fontaine Fabllarına kadar çok sayıda hap kitap okumuştum. Bu kitaplar, hacımlı eserlerin, çabuk ve hızlı okunabilir hale getirilmiş haline denir ve genellikle çocuklar için yazılır. Ama sadece çocuklar için değildir, mesela Rius'un yazıp çizdiği, "Yeni başlayanlar için Marx" kitabını ilk gördüğümde sevinçten nasıl uçtuğumu hatırlıyorum. Daha yeni Almanca öğrendiğim yıllardaydı ve Marx'ın karmaşık Almancasını anlamam imkansızken, onun -bir kısmını bildiğim- fikirlerini çizgi roman formatında okumak, çok güzel bir şeydi. O duyguya sadık kalıp, dizinin "Yeni başlayanlar için Lenin", "Yeni başlayanlar için Freud" gibi diğer kitaplarını da okudum ve hızımı alamayıp ben de o kitapların çizgiroman formatında (Sachcomics) bir kaç sayfa çizdim, Hitler'in skandal anı defteri hakkındaydı.
Hap kitaplar'ın çabuk okunabilmesi cezbedicidir...
Onlardan uzaklaştıktan uzun yıllar sonra internet çağında bu türün inanılmayacak ölçüde yaygınlaştığını ve bunun pek farkına varılmadığını, hergün Twitter başına oturmaya başladığımda keşfettim. Japon arkadaşların Twitter'da roman yazmaya başlamaları bir yana, -onların alfabesi buna yatkın- bir de cidden Twitter romanları yazanlara rastladım. Tanınmış bir romanı en fazla yirmi Tweet ile anlatanlardan tutun da, App üretip uzun ve karmaşık konuları kısaltarak şemalarla anlatanlara kadar, hap kitap türünde tam bir patlama yaşandığı günlerdeyiz. Ve işte Dostoyevski kitabını almaya karar verdiğim gün, koca Webster sözlüğünü yüz seçmece sözcüğe ve onların kullanışına indirgemiş bir App indirdiğim gündü.
Hap kitap türünün hiç yabana atılmaması gerektiğini düşünüyorum, çünkü Çehov'un da özellikle belirttiği gibi, yazıda kısa kesmek hiç kolay değildir. Uzun yazmak daha kolaydır, ama bir konuyu kısacık bir yazıyla anlatabilmek gerçekten ustalık ister.
Yeni nesil hap kitaplar, yazı ile birlikte görüntü ve sesi de kullanıyorlar ve işi mümkün olduğunca kısa tutuyorlar. Bunların elime geçen en iyi örneği, Beatles grubu için yapılmış "Yellow Submarine" kitabı. Çabucak okunduğundan silindi ve artık iPad'imde yer işgal etmiyor ama her an indirip, sayfalarını yeniden çevirmeye değecek bir hap eser!..
Çocukken, "fizik veya kimya hapı olsa da o hapı içip bu sıkıcı dersleri bir anda öğreniversek de çizgi roman ve hikaye kitabı okumaya zamanımız kalsa" diye düşünürdüm. Gerçekten zevkle okuduğum kitapların hapa indirgenmesi hiç işime gelmez, ama lise mezunu Albert Einstein'ın izafiyet teorisini, portakal tadında bir hap şeklinde yutup okumuş olmak isterdim, Çin'in Ming devri yıllıklarını da Pekin ördeği tadında bir hapla okuyabilirdim mesela, soya sosuyla iyi giderdi...

Tefrika roman...

Gazetelerde tefrika romanları çocukluğumdan hatırlıyorum. Sayfaların altında olurdu ve sayfaların üçte birini, bazen yarısını kaplardı. bir tekini bile okumadım, onları annem okurdu, ben çizgi roman tefrikalarının müdavimiydim...
("Teksas-Tommiksci" denen tayfa için bulabildiğim en "olumlu" deyim!) Gerçi tefrikalar yayınlayan Doğan Kardeş dergisi, benim ilgi alanıma girmediği yallarda çok yazılı az resimliydi, ama yıllar içinde sadece bir çizgi roman dergisine dönüştü ve bu hikayeler tefrikaydı, yani devamlıydı. Birbirimize ödünç verirken, dergilerin sayılarına bakar, devamlı olmalarına dikkat ederdik, yoksa hikayeler kopuk kopuk oluyor, devamını okumak kadar zevk vermiyordu. Gazetelerde de tefrika çizgi bantlar ilk ve tek okuduğum şeylerdi! Fatoş'undan Hoş Memo'suna kadar bazen yarım sayfaya yakın yer kaplarlardı -özellikle hafta sonları. Tefrikalar, sadece gazetelerde değil, dergilerde de vardı, belki de asıl dergiler, tefrikacılık yapıyordu da ben farketmemiştim. Hayat dergisi, bazıları İngilizceden çevrilmiş -ve beni asla ilgilendirmeyen- hikayeler, tefrikalarla dolu olurdu. Türkiye'de herkesin alıp okuduğu, satışı yüksek edebiyat dergilerinin olduğu yıllardı, bizim evimize Varlık dergisi mutlaka, onunla birlikte Cep Dergisi "Dünyaya açılan pencere" kesinlikle girerdi. Bu dergide, Avrupa ve Dünya ile eş zamanlı olarak Sartre gibi büyük edebiyatçı ve düşünürlerden makaleler, okuma parçaları bulunurdu.
Benim yakınımda gezinen son tefrika, Hürriyet'in Avrupa baskısında bir süre yayımlanan "Pehlivan tefrikaları"ydı. Bir tekini bile okumadım, ama evde okunurdu. Derken zaman değişti. Özal devrinde tefrikalar gazeteleri tamamen terketti, dergilerden de dışlandılar, ama benim için güzel bir nostalji olarak sahaflardaki eski dergilerde yaşıyorlar. Türkiye'de biriki "yeniden tefrika" denemesi tutmadı, ama Harlequin'in "aşk romanları" Türkiye'de de satılıyor. Şimdi tefrika, bir tek mizah dergilerinde ve onlar da çok azaldılar ve her hafta tek hikayeye dönüşüyorlar. İşte bu ehval ve şerait altında Almanya'da gördüğüm onca tefrika, aklıma yeniden bu yazı/medya/vs. türünü aklıma getirdi. Bu sabah İstanbul metrosunda, sadece İkinci Dünya Savaşı'nda yaşanmış savaş hikayeleri anlatan bir dergi okudum. Süreli yayın. Dergiyi, sadece meraktan, Güney-Doğuda savaşmış ve orada yaşadıklarını yıllarca anlatmış Güney-Doğu gazilerini düşünerek okudum. Türkiye'de 90'lı yıllarda böyle 60 sayfalık, kitap boyutunda bir dergi çıksaydı, mutlaka yüksek tirajı olurdu -tabii Türkiye yasakçı bir ülke olmasaydı. Haydi onu da bırakalım, Birinci Dünya Savaşı'nda yaşanmışlıkların tefrika edildiği bir dergi olsa… "mesela" diyorum!.. Onu da geçtik, pehlivan tefrikaları neden ve nasıl ortadan kalkabilir? Bu aynı zamanda bir kültür. Japonların Sumo dergileri var, Türklerin güreş dergisi yok… 
Almanya'da gene hiç okumadığım, kitap boyutunda tıp romanları, köy romanları vs. romanları dergileri var. Her birinde bir tek hikaye anlatılıyor, ama belli bir okur kitlesine hitab etmeyi sürdürüyorlar. Elbette çizgi roman tefrikaları yayınlayan dergiler de var. Türkiye'deki örneği Doğan Kardeş dergisi, ilgi yokluğu nedeniyle ikinci denemesinin ardından 2011'de 38. yeni sayısıyla hayata veda edip kapandı. Tefrika, bir zamanlar en iyi romanların Türk okuruyla buluşmasına önayak olmuştu. Yaşar Kemal'in "İnce Memed"i aklıma geldi, 1954'de Cumhuriyet Gazetesi'nde tefrika edilmiş. Tefrika, şimdi yeniden canlandırılmayı bekliyor...

Ho Ho Ho Chi Minh...

Bu sloganı en son ne zaman attığımı hatırlamıyorum ama ilk kez nerede duyduğumu çok iyi hatırlıyorum. Eminönü'nde bir miting veya gösterideydik. Üniversiteli abilerin endişeli göründüğü bir ortamdı ve sonra Dev Yol kitlesinden, "Ho Ho Ho Chi Minh, iki üç, daha fazla Vietnam, Ernesto'ya bin Selam" diye bir gürleme geldi. Ben, henüz yeni yeşillenmiş lise birli olarak, "Ho Ho Ho" ve devamı hoşuma gitmişti ama birşey anlamamıştım. Leo Huberman'ın "Sosyalizmin Alfabesi"ni ve Harun Karadeniz kitaplarını yeni okumuştum, "sömürü" falan gibi konuları, emperyalizmi biliyordum, ama bu "Ho Ho Ho" da neydi, veya kimdi?! Bizim tıfıl liseliler kolundan kopup bir abiye "Bu ne demek?" diye çekine çekine sorduğumu, onun da bana yukardan bakarak (iyice ufalmıştım orada), "Bilmiyor musun?" diye yüksek perdeden birşeyler söyleyip sonra beni sepetlediğini hatırlıyorum -ki bu nedenle iyice öğrendim sloganı! 1970'lerin en cıvcıvlı ikinci yarısında bu sloganı Mahir Çayan'ın kurduğu cephenin ardılı devrimciler atıyorlardı...
Vietnamlılar şaka maka koskoca ABD'yi yenip, dünyanın gidişatını değiştirdiler. Şimdi politikanın lüzumu yok, ayrıntısına girmeyeceğim, ama gerçek 1968'li entelektüellerle sohbet ederken bulunduğumuz kahvenin duvarında bu sloganı görünce ürperdim. Frankfurt'un Solcu kült kitapçısı Ypsilon'un kahvesinde, duvarda o slogan da yazıyordu ve orada diğer unutulmaz sloganlarla beraberdi, ama aramızda konuştuğumuz konular farklıydı. Şimdi Ortadoğu'daki yeni gelişmeler ve Türkiye, tartışma konumuzdu. Almanya'da herkesin tanıdığı büyük bir entelektüel de yanımızdaydı ve birçok kitabını okuduğum bu örnek adamla birçok konuda hemfikir olduğumu anlamak, benim için günün en büyük ödülü ve sevinci oldu. Ho Chi Minh, tüm sohbet boyunca bizimle birlikteydi. Sonra bana yapılan hoş sürpriz...
Bir Vietnam lokantasına gittik ve orada da Ho amcanın kocaman bir resmi bizi karşıladı. Eski Sol yaşıyor ve herkes birbirini tanıyor, eskisi gibi tartışıyor, düşünüyor. Lokantanın sahibi Alman bir aktivist. 1968'lerde Vietnam yanıp yıkılırken oraya gidip orada üniversite eğitimi alan bir öğrenci. Sonra şehrine geri dönmüş ve yılllar yıllar sonra bu lokantayı açmış, Ho Chi Minh'i de unutmamış...
Vietnamlılardan daha Vietnamlı olduğu söylenen bu Alman devrimciyle ne yazık ki tanışamadım, ama Vietnam'a gitmiş kadar oldum. Bu yaz başında güney Çin'e neredeyse Vietnam sınırına kadar gitmiştim, galiba bundan sonra Ho Amca'nın ülkesini görüp O'nu da ziyaret edeceğim...
Ho Ho Ho Chi Minh,
Daha fazla Vietnam,
Ernesto'ya bin selam...

Kadını çizen romanların mefkûresi...

Sahilde çizgi roman okuma günümde kütüphanemde bulduğum eski Karaoğlan'ı okurken, gerçek bir nostalji dalgalanmasına maruz kaldım. Yani dalgaya kapılmış sandal misali, sinüs dalgalarından farksız bir aşağı bir yukarı ırgalanma durumu...
Almanya yolculuğum öncesi, orada talan edeceğim çizgi roman dükkanlarına girmeden önce kendi kütüphanemi iyice sallayıp bir sürü eski çizgi romanı sapır sapır döktükten sonra Aragones'den Sempe'ye, oradan Türkiye döküntüsü Zagor ve Mister No ciltleri arasından elbette Karaoğlan'ı seçtim. En nostaljik olanı Karaoğlan'dı. Daha ilkokula giderken ilk Karaoğlan cildini amcamdan hediye almıştım. O ânı hâlâ, çok iyi hatırlıyorum.
Bu ciltler artık basılmıyor. İtalyanlar kendi mallarını sattırmakta pek mahir. Teksas'ından Tommiks'ine ve Zagor'undan Kaptan Swing'ine kadar her halt var, ama Karaoğlan, Tolga, Tarkan yok. Olmalı mı? Eh!..
Mesela Kültür Bakanlığı gibi birşey olsa, bununla ilgilenirdi...
Eski türk filmlerinde Belgin Doruk ve muadili "esas kız"ların nasıl konuştuklarını hatırlayın!..
Genizden gelen ve "Je"li seslerin duyulduğu, bir tür amatör şımarıklık ve "masumiyet taklidi" içerir. Ok gibi kirpikler, sürmeli gözler, ay kaşlarla, dudaklarını uzata uzata konuşurlar...
Filmler siyah-beyaz olduğundan dudakların hangi cartlak kırmızıya boyandığını anlayamazsınız ve bunu düşünmezsiniz de, çünkü beyaz perdedeki kadınlar, o gri halleriyle ve mükemmel olmayan kusurlu güzellikleriyle eşsizdirler. İşte o kadınların hepsi, bir kadın tarafından seslendirilirdi ve onları şuh-şuh acaip "Je"li bir genizden sesle seslendiren kadını da kızkardeşim mükemmel taklit ederdi (ve ediyor!) Gözlerinizi kaparsınız ve Türk filmlerindeki başrol kadını seslendirmesini kardeşimden aynen dinleyebilirsiniz. Bizim kahkahalı dalga seanslarımızın vazgeçilmezidir. Ve ben Karaoğlan'ı okurken resmen o kadınların sesini duydum. Çünkü "Ti-yen-şan Canavarı" gibi yanlış yazılmış bir ad taşıyan canavarın (doğrusu "Tien Shan" olacak, Han Çincesinde "Tanrı Dağı" demek") başrolü oynadığı Karaoğlan albümünde kadınlar resmen Türk filmlerindeki repliklerle konuşuyorlardı ve ister istemez filmlerdeki seslerini de duyuyordunuz! Karaoğlan'da kadınlar, gözleri yaşlı zayıf yaratıklar olarak resmediliyorlar, "Altaylardan gelen yiğit"e asla dayanamayıp onunla hemek yatağa giriyorlar ve ondan tokat da yeseler bacaklarına sarılıyorlar! Bu Karaoğlan albümünde de, özgüvenli kadınlar kötü kadınlar olarak çizilmiş. Yani iyi kadın olmak için tokadı yiyip oturacaksın ve yoldan geçerken uğrayan serserilerin -Karaoğlan oldukları için- her istediğini yapacaksın -ki iyi kadın sayılabilesin. Onun dediğini yapmazsan, bir "kahpe" olarak öleceksin!..
Altaylardan gelen yiğit Karaoğlan'ın eskimesi ve ilgi görmemesi (son filmi tam bir flop idi) biraz da bu yüzden olmalı. Kartal Tibet'in baş rolü üslendiği Karaoğlan filmlerini de seyrettim elbette, ama bu filmlerde ve tabii çizgi romanda, hiç olmazsa erotik sınırlar dahilinde kadın bedeni de resmedilir, şimdinin çizgi romanlarında -hatta mizah dergilerinde- çıplaklığın esamisi yok...
Kitaptaki hikaye elbette sıradan Karaoğlan hikayesi, kitabı elbette fi tarihinde okudum, ama o zaman Çin'le ve Hindistan'la şimdiki kadar ilgilenmiyordum ve gördüğüm kadarıyla Suat Yalaz'ın çizdiği "Ti-yen-şan Mihracesi" ve kızı, Türklerin ilgisizliğine denk gelmiş de itirazsız okunmuş. Yoksa, Pekin'de neden "Arşidük" olmazsa, Tien Shan'da da o yüzden "Mihrace" olmaz. Tien Shan, asla Hint bölgesi olmamıştır. Çizgi romanın Hint kıyafetleri de hikaye gibi atmasyon. "Eh kurgudur, olabilir" diyebiliriz elbette, ama Tanrı Dağları'nda ahtapot... İşte bu biraz fazla geldi gibi oldu. Ve bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Asya'da kasırga gibi esen, Çalık, Baybora, Balaban gibi iyi tipleri/karakterleri olan Karaoğlan albümleri arasından bu albüm, günümüzün özgür ve özgüvenli kadınlar devrine oldukça ters. Aslında ben, Kanadalı ünlü çizer Seth'in edebi değer taşıyan ilginç çizgi romanlarından bahsedecektim. (Suat Yalaz da bir Kanadalıdan esinlenmiştir malum, Hal Foster'dan) Şimdi Almanya'da diğer Seth çizgi romanlarını da taze dalından koparıp okuduktan sonra yazacağım...

1937'de Beyoğlu'nda bir gece muhabbeti...

Aslında gecenin bir numaralı konusu, Amerika ve oradaki hayattı, ama Amerika'da piyasaya çıkar çıkmaz büyük ses getiren "Fareler ve insanlar" romanına geçilmiş, edebiyat muhabbeti başlamıştı. Prusyalı bir babanın oğlu John Steinbeck'in romanını başından sonuna yarım saatte bir güzel anlatan Fehmi Bey, sözlerini bitirince derin bir sessizlik oldu. Üzerinde tütün dumanının sis gibi salındığı ahşap masadaki beş bira bardağı, üçüncü kez tazelenmiş olmanın rehavetiyle yeniden havaya kaldırılıp tokuşturulmayı bekleyedursun, beş kişi arasında ve belki son yıllarda Beşiktaş'ta oturup da Londra üzerinden Amerikaya uçmuş tek kişi olan Fehmi, alkışlanmayı bekleyen sirk cambazları gibi iki yanındaki edebiyatçı arkadaşlarına baktı ve arkasına yaslanıp sağ eliyle bıyığını burdu. Fehmi, eski adamlar gibi, hatta Enver falan gibi bıyıklarını yukarıya kaldırmak için limon suyu bile kullanmaktaydı.
Son zamanda moda olan Hitler bıyığıyla Yahya Kemal'e benzemekten hoşnut Nazif Bey, başını gerdan kırar gibi yana eğerek, "İyi hikaye, ama biraz fazla bolşevik etkisi altında sanki" dedi. Ünlü şair gibi kiloluydu ve ciddiyeti asla elden bırakmazdı.
Karga burunlu fotör şapkalı Mehmet Bey, şapkasını baş parmağıyla geriye iterek, "Böyle bir romanı bu memlekette kimse basmaz" dedi. Fehmi neşeli bir kahkahayla, "Kaliforniya'da yasaklanma ihtimali var zaten, ama kimin umurunda. Kitap gerçekten iyi" deyip bıyıklarının ıslanmasına aldırmadan koca bir yudum aldı birasından. Mümtaz, bence biz de elaleme bakmayalım ve istediğimizi yazalım, sahici yazarlık da bunu gerektirmez mi?" diye ortaya bir soru atıp çekildi.
"Gerekir gerekmesine de, nerde o yazarlar, nerede o eserler?" deyip gülen Fehmi, sadece onun hissedebildiği kadar kayan protez cam gözünü şık bir hareketle göz boşluğunda düzeltti. Onun bu hareketine alışkın arkadaşları hiç oralı olmadan, övdüğü Kaliforniya şaraplarını damaklarında hissetmek adına biralarını yudumladılar. Zengin bir ailenin oğlu ve Türkiye'nin Amerikan büyükelçiliğinde katiplik yapmış olan Fehmi, Amerika'dan gelirken getirdiği bir sandık dolusu kitabı, daha gemide okumaya başladığını ve Doğu ekspresi Sirkeci garına ininceye kadar üç roman okuduğunu söyleyip, okuduğu romanları anlatmaktaydı.
Masadakiler, üçüncü bardakların son yudumlarını alırken, bir ara dört kişi birbirlerine bakıp "zamanı geldi" diyen ortak ifadenin güvencesiyle sustular. Pek konuşmayan Nizamettin, sinekkaydı traşlı yüzüne musallat olan sineği yeniden kovalayarak, "Fehmi, biz kararlaştırdığımız gibi bir edebiyat dergisi çıkarmak istiyoruz artık, Babıali'de eksikliği hissedilen bir şey, halk gazetelerdeki tefrika romanları deli gibi okuyor, bizim dergiyi de okur diyoruz" dedi.
Fehmi, biraz canının sıkıldığını belli etmemeye çalışarak, hafiften başını salladı ve Nizamettin'in sözünü bitirmesini bekledi.
"Amerika'ya son gidişinden önce burada toplanmıştık, hatırlarsın. Dönüşte senin pederden, dergi için başlangıç sermayesi ayarlayabileceğini söylemiştin. Dergide her hafta sen de kitap yazılarıyla katkıda bulunacaktın, eh malzemeyi getirmişsin. Başlangıç sıkıntısını atlattık mı tamamdır, gerisi gelir, dergi tutar. Eminiz." Nizamettin masaya doğru eğilerek, "değil mi Mehmetciğim?" dedi.
Mehmet, uzun bir cevap verip Nizamettin'in kurduğu ciddi atmosfere halel getirmemek adına, sadece "Evet evet" deyip somurduğu sigarasının dumanı ardına saklandı.
Fehmi, bu konuyu çabucak kapatıp Amerika maceralarını anlatmaya devam edebilmenin şevkiyle, "Valla şimdilik biraz zor, ama bir fırsatını bulursam pederle konuşmayı denerim" deyip, uzun bacaklı Amerikalı afetler konusuna geçti.
Fehmi'nin ipe un sermekte olduğunu anlayıp ilk tepkiyi veren, Mümtaz Bey oldu. Fehmi'nin bir Amerikalı sarışını nasıl tavladığını anlattığı sırada, "Fehmi, senin bir göz eksiğin olsa da, kimse anlayamıyor, inan" dedi. Fehmi bir kahkaha daha atıp, "sevecen bir bakış insanı sempatik yapıyor mirim, karşı tarafın da ilgi varsa..."
Mehmet, sigarasından bir nefes daha çekti ve başını kaldırıp ağzını hafif açarak, "Senin hangi gözün camdı?" diye sordu. Bunu söylerken sigara dumanı ağzından, rüzgardaki mangal ateşi gibi savrularak çıkmıştı.
Fehmi Bey, başparmaklarını pantolon askısına takarak arkasına yaslandı ve "Sağ gözüm" deyip sırıttı.
Mehmet, "Hah işte" dedi. "O gözün daha sempatik ve daha anlamlı bakıyor."
Denize düşen Fehmi, önündeki bira bardağına sarılırken, dört arkadaşı da birer kahkahayla geceyi onurlandırdılar ve bardaklarını son kez tokuşturup sağlığa kadeh kaldırdılar. Fehmi Beyle son kez...

Tanıyamamak...

Bir insan bedeninin her yedi ila on yıl arasında tüm hücrelerinin yenilendiği söylenir. Ama bazı organların kendi kendini yenilemesi biraz daha uzun sürer. Yanılmıyorsam bağırsaklar kendilerini onaltı yılda tamamen yenilemiş oluyorlar. Beyin hücrelerinin kendilerini yenilemediği söylenirdi, bunun da tam doğru olmayıp bir tür hurafe olduğu ortaya çıktı. Kısacası her insan, en fazla yirmi yılda bir, daha önceki yirmi yıllık bedeninden neredeyse tamamen farklı bir beden taşıyor. Burada "Taşıyor" sözcüğünü özellikle kullanıyorum, çünkü biz kendimize, "Yaw ben gene aynıyım işte" diyoruz, güya değişmiyoruz, "Sadece biraz daha yaşlandım o kadar" diyoruz. E öyle değil işte...
İnsanların fikirleri, kısmen karakterleri, dünyaya bakışları da değişiyor, ama biz kendimizi hala "aynı kendimiz" saydığımızdan, bu değişiklikleri ya görmüyoruz, ya da farkına varabildiklerimizi -kendimizce- doğal bir proses sayıyoruz...
Geçenlerde Avrupalı bir arkadaşım önüme bir fotoraf koydu ve sordu: "Bu kim?" Açıkçası hemen kestirip attım, "Tanımıyorum" dedim. "İyi bak, tanımıyor olamazsın" deyince, gide-gele birkaç dakika dikizleyip, "Cık" dedim. tanıdığım hiç kimseye uzaktan-yakından benzemiyordu...
Sonra bana bir ad söyledi...
Son on yıldır, ya da şöyle, "bedenimi tamamen yenilediğim son 20 yıl zarfında" birini tanıyamamak konusunda kendi kendime bu kadar şaşmamıştım. Resmine baktığım kişi, altı yıl boyunca içtiğim su ayrı gitmeyen Avrupalı bir arkadaşımdı ve kendisiyle en son yedi-sekiz yıl önce uzak bir yerde, başka bir kıtada buluşmuştuk ve o dönemden sonra haberleşmelerimiz azalmış, son birkaç yıldır da tamamen durmuştu...
Ben resimde, tanıdığım dostumu ararken, allak-bullak bir vaziyette, bağımızın kopma nedenlerini de düşündüm ve vardığım sonuç, ancak böyle anlarda idrak edilebilecek cinstendi: Değişmiştik -hem de nasıl...
İnsanlar değişince, değişmeden önceki bedenlerinden değil sadece, o süreçteki atmosferlerinden de ayrılıyorlar. İlgi alanlarından düşünce biçimlerine, yaşadığınız yerden dostlarınıza kadar bir dizi değişim de o bedensel değişimi izliyor. Hayat biraz da böyle birşey zaten. Ben onun resminde yarım saat boyunca tanıdığım kişiyi aradım. Sadece gözleri ve burnu dostumunkilere benziyordu. Son dönemde fikren ayrıldığımızı, anlaşamadığımızı biliyordum, ama bir insanın bedenen de bu kadar değişebileceğini hiç düşünmemiştim...
Yıllar sonra beni telefonla aradı...
Fikir ayrılıklarının ve farklı insanlar haline gelmenin bir öneminin kalmadığı yerde buluştuk: Seslerimizde...
"Bir insan ne kadar değişirse değişsin, iki şeyi pek değişmez: Sesi ve hareket etme biçimi". Bunlar da onun sözleri. Ben telefonda ona, ne kadar değişmiş olduğunu "anlata anlata bitiremedim", o da bana, benim tanımadığım Güney Afrikalı bir dostunu havaalanında, davranış biçiminden nasıl tanıdığını anlattı. "Yoksa tanımam mümkün değildi, adam tamamen değişmişti" dedi!..
Şimdi, yeniden alışma faslı. Ve yalnız telefonla görüşüyoruz. Ben de "değişmediğim" konusunda umutsuzca kanıt sunmak ister gibi telefonda ona "Türkiye'nin berbat siyasi durumu"nu falan anlatıyorum. Eh, değişmeyen şeylerden biri de bu! Yani!..

Bir kaçış ve tesadüf hikayesi...

Tüm kaçışlar, aslında az veya çok kendinden ve dayatan gerçeklerden kaçıştır. Hayatınızın bir yerinde, eğer göründüğünüz ile olduğunuz haliniz arasında bir kopuş yaşarsanız, ya onunla yüzleşir ya da ondan kaçarsanız. İnsanlar kaçmaya yatkındır, zira hesaba çekilmek, hesap vermek, ne kadar haklı olursanız olun bir yerde can sıkıcıdır ve sıkıntıya gelemeyenler genellikle kaçar...
1980'li yıllarda Türkiye'yi terkedip yutdışında iltica edecek ülke arayanlar da böyleydi. Sonra onların sahiden kaçmak zorunda kalanları, bulundukları ülkelere iltica ettiler. Yunan adalarına gelip Türk sahillerini seyrederken Uzo içip aşlayan ve saz çalanlar da çoktu ve hiçbiri, yaşadığı sürgünü haketmemişti, tamamına yakını sadece fikirleri yüzünden cezalandırılmışlardı. Ama bir de, yaptığı haksızlıklar ve yolsuzluklar nedeniyle içinde bir an bile durmadan rahatsızlık veren kurtçuklarla yaşayanlar da var. Hiç bir gerçek hukuk devletine sığınamayacak ve ancak parayla doymak bilmez birilerini satın alabildiği ölçüde -bir süreliğine- kaçabilecek olanlar...
Dünyanın henüz bugünkü kadar küçük olmadığı günlerde, aykırı mizah anlayışıyla ünlü İngiliz yazar Noel Coward, Londra'da oturan yirmi ünlü kişiye, içeriği aynı olan yirmi mektup yazmış ve acil postayla göndermiş. Mektupta aşağı yukarı şöyle bir cümle varmış: "Her şey ortaya çıktı, henüz kaçabilecekken kaç."
Ne olmuş dersiniz? O yirmi kişi de şehri aniden terketmişler...
Bugün Türkiye'nin haline bakarak, o yirmi kişinin kaçmak yerine, mektubu yazan yazarı yakalatıp -şakaymış falan demeden- en derin zindanlardan birine attırabileceklerini tahmin edebiliyoruz, ama sahiden de hep böyle mi olur, yani Türkiye'deki gibi dünya tersine mi işler? Hiç sanmıyorum. Zira tesadüfler, hiç ummadığınız bir biçimde işleyip, olağanüstü zamanların olağan zamanlara dönmesini sağlayıp, rahata alışmışlar için yeni bir kaçaklar dalgasına yol açabilir. Avustralya'da yün fiyatlarının yüzde seksen artacağını öğrenip asrının vurgununu vuran adamın hikayesini biliyor musunuz?
Evsiz barksız bir adam 1870 yılında Sydney'de limanda oltasıyla bir köpek balığı yakalıyor ve balığın midesinde bulduğu gazeteyi okuyup, şehrin yün tüccarlarından birine gidiyor ve bir iş öneriyor:
"Güvenilir bir kaynaktan aldığım bilgilere göre yün fiyatları yüzde 80 artacak. kara yarı yarıya ortak olursak, size kanıt sunarım." Tüccar razı oluyor, anlaşmayı yapıyorlar ve adam, köpek balığının midesinden çıkarttığı gazete parçasını gösteriyor.
"Bu gazete, Sydney'e bir hafta sonra gelecek olan gazete. Köpekbalıkları gemilerden çok daha hızlı yüzerler. Gazetede, Fransa'nın Prusya'ya savaş ilan ettiği yazıyor. Gazete, bir asker paltosu parçasının cebinde, köpekbalığının cebindeydi. Yani çok sayıda üniforma ve asker paltosuna gerek duyulacak, yüklü miktarda yün teslimatını en hızlı yapabilecek yer de Avustralya."
Kendi gerçeğinden kaçıp limana sığınmış olan bu evsiz barksız adam bir anda zengin olmuş, ama Avustralya da hızlı haberleşmenin önemini kavrayıp bir yıl sonra Asya kıtasına telgraf telleriyle bağlanmış. Şimdi internetle herkes birbirine bağlı, dünyanın herhangi bir yerinde olan önemli bir olayı anında öğrenmek mümkün. O yüzden kaçmak da eskisi kadar kolay değil, pek anlamlı da değil. Kaçtığınız gerçek, her zaman bir tık ötenizde...

Adalar vapuru birinci mevkide iki kişi...

1930'lu yılların başı, iki yaşlı adam Adalar vapurunda birinci mevkide aynı yuvarlak masanın kenarına ilişmiş, sohbet ediyorlar. Bembeyaz sakallı Rum tüccar, bir sessizlik anında az şekerli kahvesini höpürdetirken, kolalı dik yakalı papaz da yuvarlak masanın üzerinde duran Cumhuriyet gazetesine bir göz gezdiriyor, sonra yakın gözlüklerinin üzerinden tüccara dik dik bakıyor. Prens adalarının ilki Kınalıada'ya yanaşmalarına daha bir saate yakın zaman var. Sohbet konusu tıkanmış, ilerlememekte.
Tüccar, yeleğinin cebinden çıkardığı köstekli saatinin kapağını açarken, papaza hiç bakmadan, "Hayır, ben hayaletlere inanmıyorum" diyor. Bu sözü değişik versiyonlarda üçüncü kez tekrarladığından, aslında sohbet birmiş de sayılabilir, ama papaz pes etmek istememiyor. Akşam vapuru neredeyse tamamen boş, etrafta yeni bir sohbet başlatmaya değecek bir birinci mevki sakini de görünmüyor.
Papaz, koltuğuna yaslanıp, sivri sakalıyla tüccarı hedef alarak başını kaldırıp, "Ama bir hayalet görseydiniz inanırdınız değil mi mirim?" diye alaycı bir ifadeyle sorar. Gülümserken yüzündeki kırışıklar onu olmak istemeyeceği kadar muzip göstermiştir. Toparlanıp ciddileşir.
"Hayır" der tüccar. "Görseydim de, onun sadece bir hayal olduğunu bilirdim."
Papaz, sivri bir bıçakla dürtülmüş gibi ani bir hareketle masaya yaklaşır ve tüccara öfkeyle sırıtarak  tehditkar bir tonda, "Eh o zaman inanacaksın demektir dostum, çünkü ben bir hayaletim" der.
Tüccar, saatini yeleğinin cebine sokuşturup önündeki kahvesinden bir yudum alırken, fincanın üzerinden de karşısında oturan papazı süzer. İşte o sırada papaz, tüccarın gözünün önünde sigara dumanı gibi saydamlaşıp dağılır ve uçup gider, kaybolur.
Fincan elinde öylece kalakalan tüccar, son yudumunu almadan kahvesini masaya bırakır ve etrafına kuşkulu gözlerle bakınır, birinci mevki neredeyse boştur. İkinci mevkiyle aralarındaki süt rengi buzlu camın ardından geçen bir iki gölge ve birinci mevkinin kanepelerinden birinde başı önüne düşmüş uyuklayan şişman bir memur dışında kimseleri göremez. Beyaz peşkirli garson da, birinci mevkinin büfesinde kendi işiyle meşguldür, Devlet Deniz Yolları'nın Paşabahçeye yaptırdığı kahve fincanlarını silip parlatmaktadır.
Tüccar, beyaz sakalını sıvazlayıp, vapura binmeden önce bir alacaklısıyla yaptığı rahatsız edici tartışmanın onu kötü etkilediğini düşünür ve tabakasından yassı bir sigara çıkarıp yakar, arkasına yaslanır. Kendi duyabileceği bir sesle, adeta fısıldayarak, "Zaten hayaldi" der. "Sadece hayaldi."

Kitaptan filme, ince bir hikaye...

Kendi kendiyle dalga geçebilmek, kendini hicvedebilmek, Türkiye'de pek bulunmayan meziyetlerden biri. Bu ülkede kişiler belki, ama kurumlar kendilerini asla ti'ye almaz! Ama kendine gülebilmek, bir olgunluk göstergesidir ve Disney Stüdyoları tarafından çekilip 2013'de vizyona giren"Saving Mr. Banks" filmi, bunun en iyi örneklerinden biri...
Açıkcası Disney filmleriyle ilk çocukluğum dışında pek ilgilenmedim, asla para verip bu çizgi romanları almadım, Mickey Mouse veya Donald Duck okumadım -kuzenlerim okurdu, onlara takılırdım. Gerçi bu tipleri severim, Disney filmlerini de yani yani seyrediyorum, çünkü en sevdiğim tıfıllara bir film izleteceksem mutlaka önce kendim izlerim ve içinde hoşlarına gitmeyecek çıkıntı bir yanın olup olmadığına bakarım. Walt Disney, gerçekten çok önemli biridir ve bir endüstridir elbette. Bugün hala, koca koca adamların bile "eğlenmek için Disney World"lara neden gittiklerini anlayamam. Çok Amerikandır, ama Disney fenomenini kabul ederim…
Senaryosunu Kelly Marcel ve Sue Smith'in yazdığı, John Lee Hancock tarafından yönetilen filmi, sadece Walt Disney hatırına ve anısına anmayı elbette düşünmezdim, ama bu film birçok bakımdan önemli. Şöyle…
Avustralyalı yazar Pamela Lynwood Travers'in ilk kez 1934'de Londra'da yayımladığı çocuk kitabı "Mary Poppins"i okumadım, okumayı da düşünmüyorum. Ama bu kitabı filme çekmek isteyen Walt Disney'in (Tom Hanks), çok aksi bir kadın olan yazarı ikna edebilmek amacıyla çalışıp didinmesini anlatan "Saving Mr. Banksfilmi, hele Disney'in ürettiği o ilk filmi görmüşseniz büyük anlam kazanıyor. Disney Stüdyolarında çekilen ve bir kısmında animasyon öğelerin de kullanıldığı 1964 yapımı "Mary Poppins" filmi, bugünün kıstasları ve zevklerine göre ilkel. Teatral oyunculukları ve müzikal öğeleriyle itici bile sayılabilir. Bugüne kadar gelmiş, unutulmamış şarkıları ise, daha o zaman Oscar ile ödüllendirilmiş Richard & Robert Sherman kardeşlerin eseri. Film 1965'de beş Oscar almış. Beni etkileyen yan tam da burada: "Mary Poppins" kitabının nasıl filme aktarıldığını ve yazarın hikayesine derin bağlılığını işleyen yeni "Saving Mr. Banks" filmi, Oscarlı "Mary Poppins" filmiyle kıyaslanamayacak kadar güzel ve sinema zevkiyle tekniğinin aynı firmanın kadrajı içinden bakıldığında bile nasıl geliştiğinin belgesi. Ve tabii bir firmanın kendi kült objesi haline gelmiş Walt Disney'i hem hicvedip hem de nasıl sevgiyle anabildiğinin olgunluk gmstergesi...
Yazar Travers, zengin bir aileye doğup güzel bir çocukluk geçirdikten sonra babası ölünce sefaletle tanışıyor ve Avustralya'dan Londra'ya gelip orada ucuz tiyatrolarda sahneye çıkıyor ve lezbiyen aşkı keşfettikten sonra sevgilisiyle beraber yaşarken bu kitabı yazıyor. Kitap çok tutunca devam kitapları da yazmış ve onlar da tutmuş. Disney de bir kitabı değil, iki kitabı naz alıyor filmine. Bu film, gördüğüm en kötü Disney filmi, ama daha sonra çekilen ve baş rolde "Saving Mr. Banks" filminde yazar Travers'i oynayan Emma Thomson'un başrol oynadığı sihirli dadı "Nanny McPhee" filmleri çok daha iyi ve eğlenceli…
"Saving Mr. Banks" filmindeki oyunculuklar iyi, bir kitabın nasıl filmleştirildiğini, yazarın filme doğrudan katkısını ve o çalışma ortamını görmek çok güzel, olayın 1964'de geçtiğini bilmek daha da güzel, -günümüzün sıkıcı malum döküntüleri yok. Filmde ne cep telefonu, ne hepsi spor ayakkabısına benzeyen birbirinin aynı otomobiller, ne de şehirli kompleksli Amerikalılar var. Herkes sevimli. Eh, bu bir Disney filmi! Asıl sıkıntı yazarda.
Filmin ikinci etkileyici yanı, bir yazarın hikayeleriyle olan bağı. Sahici yazarların neden günün her saati bin kişiyi ziyaret edip çene çalmadıklarını iyi anlatan yanları var. Ve her hikaye, az ya da çok yazarının kendi hayatından veya etrafındakilerin hayatından esinlenir ve bitmiş hikayelerin yazarlarıyla mistik bir bağlılığı vardır. "Saving Mr. Banks"de yazarın hikayesiyle duygusal ilişkisini çok gerçekçi net bir şekilde görüyoruz. Film, yazarın neden aksi biri olduğuğunu da açığa çıkaran sağlam psikolojik (hadi "duygu yüklü" diyelim) yanlara sahip. 2013 Yapımı filmin adı da oradan geliyor. Mary Popins romanındaki Baba figürü Mr. Banks'in, aslında yazarın babasından esinlenmiş olduğu anlaşılıyor. Disney, yazarın bir sırrını da, sadece yazarla paylaşmak üzere ortaya çıkarıyor. Disney'in filmindeki Mr. Banks, yazarla babası arasındaki kırgınlıkların tamiri, baba-kız sevgisinin tazelenmesine neden oluyor…
Asıl adı Helen Lynwood Goff olan yazar P. L. Travers'in adını, bir Aglosakson yazarlar antolojisinde bulamadım. 1828 yılında kurulmuş saygın Philipp Reclam jun. yayınevinin altıyüz sayfalık yazarlar antolojisinde Travers, nedense anılmaya layık bulunmamış. Travers, 23 Nisan 1996'da Londra'da doksanbeş yaşında hayata gözlerini yumdu. 1989'de mitler ve sembollerle ilgilenen ve kimsenin dikkatini çekmeyen son bir kitap yayımlamıştı, ama bu bir hikaye kitabı değildi. Hayatının son evresinde Mary Popins kitapları yazmak istemedi…
Bir kitabın nasıl ortaya çıktığını, hikaye kurgulamanın nasıl güzel ve eşsiz, benzersiz bir uğraş olduğunu bilen biri olarak, ünlü Türkçe kitapların hikayelerini anlatan filmleri beyaz perdede görmek isterdim. Yazarlar genellikle fazla para kazanmazlar, ama sadece yazı yazmanın ve kurgulamanın hazzı dünyanın hiçbir parasıya ölçülemeyecek kadar yüksektir. Bu suskun yalnız insanların hayalle gerçek arasında dolanan muazzam renkli hayatlarını anlamanın yolu, onları kitaplarının hikayeleri üzerinden tanımaktır. "Saving Mr. Banks", bu açıdan göz dolduran örnek bir film...

Büyük Budapeşte Oteli'nin lobisinde müzik...

Bu yıl seyrettiğim en iyi film, "The Grand Budapest Hotel", detayları iğne oyası gibi işlenmiş tam bir grotesk komedi, -trajikomedi de diyebiliriz. "Büyük Budapeşte Oteli"ni önce müziği üzerinden tanıdım. Dünya basınında, hakkında iyi eleştiriler okuduğum filmlerin müziğini mutlaka bulup dinlerim, bazıları hayal kırıklığı da olabiliyor, ama bu filmin Alexandre Desplat tarafından yapılmış müziğini "çalışırken dinlenen müzikler" listeme hemen ekledim ve filmi görmek için bir fırsat kolladım...
O fırsatı dün Beyoğlu Fitaş'da yakaladım, hem de önce Pera Palas otelin lobisinde çay eşliğinde filmin müziğini dinledikten sonra! Bence bu filmin en güzel yanı, kurduğu fantastik atmosferi ve en küçük rolleri bile yetenekli aktörlere-aktristlere bırakılmış detay zenginliği, konunun öngörülemez bir yol haritasına sahip olması ve Anglosakson piyasa sinemasından öğeler de kullanmasına rağmen, ona aykırı yanlarının kesinlikle ağır basması...
Rejisör Wes Anderson, favori rejisörlerimden değil, absürd yanını sevdiğim bir sanatçı, bu filmi de diğerlerinden çok farklı değil, ama filmde küçücük bir rolü olan aktör Bill Muray'ın deyimiyle "Şimdiye dek çevirdiği en iyi film..."
Beni bu yazıyı yazmaya iten iki konu var. Birincisi, rejisörün filmi çekme nedeni...
Wes Anderson, Stefan Zweig'ın üç romanını okuduktan sonra bu filmi çekmeyi düşünmüş. Burada konunun bam teli, Anderson'un Stefan Zweig'ın hangi romanlarını okuduğundan çok, yazarı daha önce hiç duymamış olması! Halbuki Türkiye'de azıcık kitap mürekkebi yalamış herkes, "Yıldızın Parladığı Anlar"ı (yani onun sadece İstanbul'un alınışıyla ilgili bölümü) mutlaka okumuştur, çünkü bu kitap, öğretmenlerin sağcı-solcu diye birbirinden sentezle ayrılmadan önce ve sonra, talebelere önerilen az sayıda "yabancı kitap"tan biridir. Stefan Zweig, çağdaşları arasında da özel bir yere sahiptir. Nazilerden kaçıp sığındığı ABD'de savaşın ortasında karısıyla birlikte hayatına son vermesi sansasyonu bir yana, oldukça basit bir dil kullanan, iyi bir anlatıcıdır, biyografi kitapları da bugün bile popüler olmayı sürdürür falan. Anlaşılan bu gerçek, rejisörümüzün çeperine, ancak 45 yaşındayken uğramış...
Filmi yazı konusu yapan ikinci konu, atmosferi...
Bu fenomeni gözüme sokan büyük Japon filmci Hayao Miyazaki'yi anmadan edemeyeceğim. Filmlerinde Japonca konuşup birbirini Japon geleneğinde olduğu gibi eğilerek selamlayan tiplerini Bavyera veya İsviçre kırsalı gibi yerlerde yaşatıyordu. "Mutlu taşra" atmosferi kurmak için o bölgelerdeki mimariye benzer evler çiziyor, oradaki nehirleri, dükkanları, o örneğe göre çiziyordu ve zaman olarak da 1950'li yılların başından esinleniyordu. Bu filmin tarihi kısmı 1930'lu yılların başı ile 1945 arası bir dönemde, Alp Dağlarındaki "Zubrovka Cumhuriyeti" adlı hayali bir ülkede geçiyor, elbette ana dili Almanca olan bir yer. Burada, artık uzatmaları oynayan bir masal dünyasını otelinde yaşatmak için "elinden ve belinden geleni ardına komayan" otel müdürü Gustave H. (Ralph Fiennes) ve otelin Müslüman komisi Zero'nun (Tony Revolori)'nin hikayesi hızlı geri dünüşlerle ve zaman içinde sıçramalarla anlatılıyor. Bu sıçramaları en abartılı biçimde filmin başında görüyoruz ve absürd komedi tadını da daha filmin başında alıyoruz. Rejisör bu tadı pekiştirmek istediğinden olacak, türün en iyi örneği "The Fearless Vampire Killers" (Roman Polanski, 1967) filmini çağrıştıracak sahneler koymuş filme, mesela karda kayakla kötü adam kovalama sahnesi ve orada kullanılan abartı, aynen Polanski!..
Film dünyada film eleştirmenlerinin haklı olarak göklere çıkardığı bir Britanya-Almanya ortak yapımı. 2013'ün Ocak-Mart aralığında çeşitli yerlerde çekilmiş, ama optik bu kadar güzelliği bir arada görünce, elbette görüntülere takıyorsunuz. Mesela filmdeki otel bir tasarım -hem de gerçek görünmesi için orijinal bina boyutuna yakın ebadlarda üretilmiş bir maket. Filmde daima, Mustafa Kemal ve Enver Paşa'nın da Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında birkaç kez kura gittikleri Karlsbad'dan örnek alınmış. Filmde dağbaşındaki geyik heykeli de Karlsbad'da. Buradaki "Palace Bristol Hotel", Budapeşte Oteli'ne benziyor. İç mekan tasarımı için, "Jugend Stil" ornamentlerden ve eski "Görlitz Alışveriş Merkezi" dekorasyonu, estetiği kullanılmış. Filmde kullanılan dağların bile örneklere bakıp yeniden tasarlanması falan elbette etkileyici ve rejisörün nasıl ince bir iş ürettiğini gösterir, ama bir detay, benim rejisöre saygımda tavan yaptırdı...
Filmi gördüyseniz mutlaka dikkatinizi çekmiştir: "Elmalı Genç."  Wes Anderson, bu tabloyu, Michael Taylor'a gerçekten sipariş vermiş ve ressam da oturup bu resmi yapmış, hem de -istek üzerine- 16'ıncı yüzyılın Floransalı fresk ressamı Agnolo Bronzino'nun tarzına uygun şekilde....
Gelelim filmin atmosferine. Bence filmin en hoş yanı da, kayıp Avusturya-Macaristan kültürünü popüler ve komik bir sosla seyirciye sunması. Filmdeki masal dünyasına bir kabus gibi düşen Nazi kopyası faşistler ve onlarla işbirliği yapan tamahkar katiller olmasaydı, günümüzün popüler sinemasında sıklıkla "kötü adam" rollerini üslenmeye devam eden Alman kültürü bambaşka bir yerde olurdu, -şimdi heryer Anglosakson kültürü olmazdı. Hatta şunu da yazmadan edemeyeceğim: Eğer o Nazi devri ve iki Dünya Savaşı yenilgisi yaşanmasaydı, bugün Charlie Chaplin yerine Karl Valentin diye birinden bahsediyor olacaktık. Ama bu başka bir yazı konusu...