Buz ve ateş...

Hava dellenince İzlandalılar kriminal roman yazarlar! Herhalde böyle birşey, çünkü çok iyiler. Mesela Ragnar Jonasson onlardan biri. Burada yılın yarısı hem kış hem gece malumunuz -oturup "kimi nasıl öldürsek" diye mi düşünüyorlardır nedir, heyecanlı ve sürükleyici romanlar yazıyorlar. Hatta bu ülkenin dünyaya ihraç listesinde, "Kriminal roman" da var. Konumuz "kurmaca" olunca, elbette önce romanlar ve filmler geliyor aklımıza.
Bir de kurmaca teoriler var...
Biliyorum, cümle saçma oldu, zira "teori" demek esasen "kurmaca" demek, ama kurmacadan kurmacaya fark var. Mesela Charles Darwin'in evrim teorisi de bir kurmaca, Albert Einstein'ın izafiyet teorisi de bir teori, Hanns Hörbiger'in buz teorisi de bir teori. Bunlardan ilk ikisini mutlaka duymuşsunuzdur. Birincisi hakkında hala ufak-tefek bazı kuşkular olmakla birlikte, ikincisi doğru sayılıyor, çünkü çok büyük oranda kanıtlandı.
Madem kurmacadan bahsediyoruz, ben bugün şöyle bir soru sormaktan yanayım:
Teoriler mi gerçeklerden çıkıyor yoksa gerçekler mi teoriden? Bir yumurta-tavuk sorusu.
Bir gerçeği algılamak için önce bir teori uydurmak gerekiyor olmasın? Tabii teorinin nasıl, hangi şartlar altında uydurulduğu da önemli. Ve her teori doğru çıkacak diye bir kural yok. Günümüz dünyasında tam da bu unutulmuş gibi. İnsanlar aşırı "dikkatli", kendilerini gerçeğe fazla uydurup fazla kasıyorlar ve fantastik şeyler duyamıyoruz, şaşıramıyoruz, şöyle ağız tadıyla çürütemiyoruz veya savunamıyoruz.
Bir teorinin doğuş, serpiliş ve ölüşünün en güzel hikayelerinden birini -teoriyle birlikte- Avusturyalı makina mühendisi Hörbiger yazmış.
Sırf "içine doğduğu için" oturup, evreni açıklamış ve 1894'de aldığı ilhamla, bu işin buz ve ateş ilişkisiyle ilgili olduğunu atmış ortaya. "Fire and Ice" filmini gördünüz mü? 1983 yapımı bu animasyonu, Berlin'de bir Program-sinemasında görmüştüm, piyasa mantığına aykırı filmleri gösteren sinemalardır (Beyoğlu'nda da Alkazar vardı, 2010'da kapandı. Bir tek Beyoğlu sineması kaldı benim bildiğim). Ralph Bakshi'nin yetişkinler için çektiği ilk adam gibi çizgi filmdir bence. Yukarıdaki İllüstrasyon da, film için efsanevi çizgi roman çizeri Frank Frazetta tarafından çizilmiştir. Bu adam, benim çok tuttuğum pervers kedi "Fritz the Cat" çizgi romanını da (Underground-Comic) başarıyla animasyon film haline getirmiştir ve ilk "Yüzüklerin Efendisi" animasyonunun da rejisörüdür (1982). Dünyayı buzla kaplayan kötülerle savaşanların hikayesini anlatan Bakshi' filmini Hörbiger'in teorisi üzerine kurmuş gibidir. 1913'te açıklanan buz teorisine göre, evren, Güneş gibi sıcak yıldızlarla onlara uzak soğuk uzaydaki buzun zıtlığı üzerine kuruludur. Ve bu teori tutmuş!
İkinci Dünya Savaşı'na kadar, evreni bu teoriye göre açıklayan birçok bilim adamı, bu teori temeli üzerinde araştırma yapan çok sayıda bilim adamı var. Bu teoriye inananlardan biri de Adolf Hitler, "Ben de kendimi, Hörbiger'in dünya buz teorisine yakın hissediyorum" diye bir vecizesi var. Teori 1940'larda ilk sarsıntısını yaşamış. "Bu doğru değil" diyenler olmuş, ama "kanıtla" diye diklenmiş buz teorisyenleri. Ay'ı gösterip, "İşte kanıt. Orası buzla kaplı" diyorlarmış (tıpkı Bakshi'nin Fantasy-filmindeki gibi).
Eh 1969'da Ay'a giden Astronotlar, teoriyi kesin bir şekilde çürüttü ve savunucusu da zaten kalmamış bir teoriydi, teoriler tarihi midir tarihin tozlu rafları mıdır -işte oralarda bir yerlerde duruyor olmalı. Ama ne kadar muhteşem bir macera, ne kadar güzel bir inat, ne kadar şaşırtıcı bir fantazi olduğunu da itiraf etmeli...
Bir makina mühendisinin sırf "içime doğdu" lafıyla başlayıp binlerce bilimciyi mobilize edebilmesi, konu hakkında çok sayıda kitabın yazılması... Güzel bir macera. Eğer absürd ise, daha absürdlerini de biliyoruz. (Eski sosyalist doğu bloku ülkelerinde -mesela Brejnev döneminde- yazılan teorik "Bilimsel Sosyalizm" kitapları ve yazarları nerede?)
Soğuktan ve buzdan nefret eden sıcak güzel bir kadına buz teorisini kabul ettirmek belki eskiden de kesinlikle imkansızdı, belki de bu teoriye sadece soğuk mekanik bilim adamları inanmışlardır (bilim kadınları değil!) ama gene de ortaya bir teori atmak, en kral roman kurgusundan daha heyecanlı (yoksa onca bilimci, buz teorisi kitabı yazmazdı). İzlanda'nın aktif yanardağı Hekla da böyle bir teorinin sahibi...
İzlanda'nın en ürkütücü yanardağı kaynıyor. Her an patlaması bekleniyor. Ve bu dağ, Flaman kartoğraf (haritacı) Abraham Ortelius'un harita üzerinde de gösterip üzerine yazdığı üzere, "Cehenneme açılan kapı"dır. Bu da bir Teori.
Dağ sallanmaya başlamış. Lav püskürtecek, açılacak açılmasına da, acaba Ortelius'un 1585'den kalma teorisi doğru mu?!..
Benim merak ettiğim başka birşey şu: Ateş ve Buz teorisinin sahibi Avusturyalı Hörbiger, baba tarafından İzlandalı mı -veya anne tarafından?!..

Gök Tanrı dininin Bulgaristan'daki kutsal dağı...

Bir arkadaşımla İsviçre'de bir dağın zirvesine tırmandık. O dağcıydı, ben ilk kez tırmanıyordum ve hiç teçhizatımız yoktu. Dağın en tepesinde bir haç bulduk, ortasında da paslanıp yamulmuş metal bir kutu vardı. Açtık (o açtı!). Arkadaşım oraya adımı yazdı ve bana, "Bu defterde adı yazan tek Türk sensin" dedi. Olayı o kadar "önemsemiş" olmalıyım ki, dağın adını tamamen unuttum! Tehlikeli, bir işti bizimki ama çok gülmüş çok eğlenmiştik. Dağlarla aram iyidir.
O arkadaşım kayıp, galiba Güney Amerika'da biryerlerde yaşıyor -yirmi yıldır görmedim.
Dağdan indiğimizde bana, "O naylon Türklerden olmadığını gösterdin" demişti -işte bunu unutmadım. Yani naylon Türklerden olsaymışım, mesela duvar gibi dik bir geçitte, aşağıdaki bulutların üzerine düşebilirmişim. (Böyle bir arkadaşım da oldu!)
Bir de adını unutmadığım dağlar var. Bunlardan biri, Babamın memleketi Bulgaristan'daki "Tengri Dağı." Sofya yakınlarında. Bulgaristan'ın en yüksek dağı. Orada Bulgarlar ve Türkler, Vitoşa suyunu överler. O suyu içmek bile bir ayrıcalık gibi anlatılır yaşlılar tarafından. Meriç Nehri, işte bu Tanrı Dağ'ından doğar. Hunlar devrinden beri, adı Tektanrılı dinlerin bu coğrafyada zuhuru öncesinden gelen tek Tanrı'nın kutsal dağdır Tengri. Zirvesine çıkıp Tanrı'ya saygılarını sunanlar arasında adını bildiğim, (dağın zirvesine bir defter konsaydı ilk sayfada başta onun adı yazardı) ilk şahıs, Makedonyanın büyük oğlu Büyük İskender'in babası II. Filip'dir. Dağın zirvesine kadar tırmanmış...
Bu yazı, Macaristan'dan Japonya'ya kadar uzanan ve günümüzde (Kazakistan, Kırgızistan ve özellikle Japonya'da) yeniden popüler olan Tengri diniyle ilgili değil. Ama ölümsüzlükle ilgili olabilir! Tanrı Dağı, Bursa'daki Olimpos Misios (Uludağ) gibi kutsal bir dağ. İskitler, Hunlar, Avarlar ve Çingis Han'ın orduları tarafından Avrupa'ya kadar taşınan Tanrı Dini ve kadim göçebe kültürünün, onlarla birlikte Prototürk halkların da -özellikle Balkanlardaki- eski tarihinin bir işareti. Türklerin buralardaki binlerce yıllık Anayurdunun üzerinde. Tengri dininin mensubu Bulgarlar 9'uncu Yüzyılda Ortodoks Hristiyanlığı kabul etmelerine rağmen, kutsal dağın adını değiştirmemişler -ta ki Osmanlılar gelene kadar. Dağın adını Osmanlılar değiştirmiş! 15'inci Yüzyılda Bulgaristan fethedilince, dağın adını "Maşallah Dağı" koymuşlar. Tanrı'nın Dağının adını hangi Osmanlı paşasının değiştirdiğini kimse bilmiyor ve bilmeyecek, ama bugünkü adıyla "Masala Dağı"nın Gök Tanrı'nın Avrupa'daki tek kutsal dağı olduğunu Bulgarlar hâlâ biliyor, çocuklarına okulda öğretiyorlar -artık Türkler de öğrenecek, hatırlayacaklar...

İki kere bak...

Bazı şeylere iki kere bakmak gerekir...
Çünkü ikincisinde bambaşka birşey görebilirsiniz. Hatta milyonuncu bakışta bile göremeyeceğiniz önemli şeyler vardır. İşte bunlardan birini, çok yakında Ayasofya hakkında duyacaksınız ve gazetelerde okuyacaksınız, yabancı basın günlerce bunu gösterecek, hatta sırf bu yüzden Ayasofya'ya yeniden gideceksiniz. Milyonbirinci bakışta görülen bir sır, yakında günyüzüne çıkacak.
İkinci bakış, umduğunuzdan da önemli olabilir ve mutlaka yanıldığınızı değil, birşeyi -önemli bir şeyi- gözden kaçırdığınızı gösterebilir.
En ilginç tesadüfler, ikinci bakışla gelir...
(Bu kurala ben de dikkat ederim ve mesela önemli saydığım yazıları genellikle ikinci kez yazarım. Birincisinde yazıp bir kenera kaldırırım, aradan zaman geçer, sonra açıp yeniden okurum.
(Ya, yazıyı yazarken önemsemediğim bir cümlenin aklıma yepyeni fikirler getirmesi nedeniyle şaşırırım, ya konuyu bambaşka türlü anlatmanın daha doğru olacağını anlamam nedeniyle, ya da "bunlar benim aklıma nereden gelmiş?" diye sorarak!)
Bence en güzel keşifler, bildiğiniz bir şeye ikinci kez baktığınızda, onun hiç bilmediğiniz bir yanını keşfederek, onun deryalara açılan bir kapı olduğunu anladığınızda gerçekleşir. Güzeldir, çünkü o kapı size tanıdık-bildiktir, güvenirsiniz. (Ama eski Göçebe öğretisinin, "bilinmeyene doğru açılırken savaşçı duruşuna sahip ol" öğüdünü de unutmazsınız)
1936 yılında, ünlü bilimci Isaac Newton'un el yazması not defterleri, Londra'da açık artırmaya çıkınca, defterlere ilk ilgi gösterenler bilim adamları olmuştur elbette. Newton, başına elma düşüp, yer çekimi kanununu bulan, klasik mekaniğin hareket kurallarını yazan, Fizik ve Matematiğin en önemli dahilerinden biridir. Bizim birinci bakışta tanıdığımız, tüm ders kitaplarında okutulan Newton, Fransız İhtilalinden sonra rasyonel düşüncenin ve bilimselliğin bayrağı olmuş en önemli bilim adamlarından biridir. 4 Ocak 1643'de Lincolnshile'da doğmuş, 84 yaşında hayata veda etmiş.
Newton'un defterlerine Cambridge Üniversitesi adına göz atan profesörlerin ortak kanısı şu olmuş: "Bu defterlerin bilimsel bir değeri yok, satın almaya değmez." Ve defterlerin fiyatı bir anda düşünce, onları merak edip John Maynard Keynes adında bir Cambridge profesörü, kendisi için satın almış. (Ekonomiyle ilgilenen herkesin tanıdığı bu adam, o yıllarda henüz ünlü değildi tabii)
Keynes, İkinci Dünya Savaşının en cıvcıvlı 1942 yılında Londra'da Royal Society Klübünde Isaac Newton hakkında bir sunum yaptığında, Newton'un tüm defterlerini satır satır okumuş bitirmişti ve anlattığı Newton, bambaşka biriydi. Şimdi sözü Keynes'e bırakalım:
"18'inci Yüzyıldan beri Newton, bize katı ve soğuk rasyonel akılla düşünmenin prensiplerini öğreten, yeni çağımızın en önemli ve en büyük bilim adamı sayılır. Ben onu bambaşka bir ışığın altında gördüm. Onun 1696'da Cambridge'i terkederken bıraktığı not defterlerini ve el yazmalarını okuyup araştıran herhangi bir kişi de, onu farklı değerlendirirdi. 
Newton, rasyonel akıl çağının ilk Aydınlanmacısı kesinlikle değildi. O, yaşayan son büyücüydü, son Babilonlu, son Sümerliydi, görünen dünyayı ve görünmeyen ruhani dünyayı aynı tek bakışla değerlendirebilen son ruh, son büyük ruhtu, tıpkı bundan on bin yıl önce bizim, insanlığın, ilk ruhsal mirasımızı oluşturanlar gibi. Newton, uzun yıllarını, gizli gizli bilgelik taşını arayarak geçirdi. Uzun süre, Eski ve Yeni Ahit'in kronolojisi üzerinde çalıştı, çünkü buradan, Kıyamet'le ilgili çıkarımlarda bulunulabileceğini düşünüyordu. Gül-Haç tarikatı, Astroloji, Nümeroloji onu cezbediyordu. Hz. Musa ve Kopernik'in de, yer çekimi kanununu bildiklerini düşünüyordu. Ünlü 'Principia Mathematica' eserini yayımladıktan sonra Newton, Süleyman'ın Mabedinin kesin planını ortaya çıkarmakla uğraştı, çünkü 'Gökteki Cennetin topografisine götüren en önemli kılavuz' olduğunu düşünüyordu. Newton, yoğun bir şekilde Alşemi ile uğraşmasaydı, belki de o büyük keşiflerini asla yapamayacaktı."
O ikinci bakışın şoku o kadar büyüktü ki, bugün bile Keynes'in Newton hakkında anlattıklarını -meraklısı dışında- kimse bilmez. Newton'un yaşayarak gösterdiği şey şudur:
"'Rasyonel Akıl' denen şey, ancak 'İrrasyonel Akıl' ile desteklendiği takdirde çok büyük olur" Bugün bile kimselerin anlamadığı, anlamak istemediği bir şey.
Kısacası...
Şaşırmak güzeldir. Şaşırmaya alışın, -ilk bakışta olmazsa ikinci bakışta. Ama mutlaka...

Cin fikirli adalar...

Kristof Kolomb, Küba'nın güneyinde uzaktan görüp 1503'de haritasına işlediği kayalıklara "Los Tortugas" adını takmış. Şimdi bu adalara -sadece üç ada- "Cayman Adaları" deniyor ve Büyük Britanya Kraliçesine bağlılar, bayraklarında kocaman bir taç resmi var. Bildiğim kadarıyla buraya gidenler genellikle zengin kişiler veya zengin olmak isteyenler...
Ama oraya gelmeden, birkaç ilginç bilgiyi paylaşmalıyım. Adaların nüfusu resmen sadece beşbin. Ama turist ve dışarıdan gelenlerin yanında son Mohikanlar kadar azlar! Buradanın vatandaşlarının sayısı bu kadar, ama merkezi bu ada olan doksan bin firma var. Caymanlıların her birinin başına kaç firma düştüğünü hesaplamadım. Olay yeterince absürd zaten. Adresi Cayman adasında olan firmaların bir çoğu, sadece bir posta kutusundan, hatta sadece bir eMail adresinden ibaret. Neoliberal dönemde "sıcak para" diye ünlenen şeyin tüccarlarının, yani "Hadge Fond" denen yatırım fonlarından yarısının adresi Cayman adalarında. Adanın hikayesini duysanız, kulaklarınıza inanamazsınız...
Kolomb buraya, dev kaplumbağalar "Los Tortugas" adını veriyor ama bu ıssız adaya gelenler gidenler kaplumbağaları yiyor ve neslini tüketiyor, geriye şimdi Honduras'daki bir kaplumbağa çiftliğinden başka birşey kalmıyor. Uzatmadan, bu yazının yazılma nedenine gelelim: Araya giren plan dşı bin türlü iş nedeniyle bir türlü bitiremediğim "Fikir tarihi" yazısıyla ilgilenirken dikkatimi çekti...
Cayman adaları bu adı, 1540 yılında almış almasına ama burada ancak 1666 yılından itibaren insanlar yaşamaya başlamış, Jamaika'dan gelmişler, daha önce korsan gemilerinin uğradığı ıssız adalardan. Ama orada oturanlar her hafta bir başka korsan gemisi tarafından soyulunca burayı terkediyorlar ve 1670'de İspanyolların deniz imparatorluğu burayı İngilizlere bırakıyor, ama sahibi Jamaika. 1734'de insanlar gene geliyorlar ve 1832'de kendi kendilerini yönetmeye başlıyorlar. Ama komşu adalar "bağımsızlık" sloganlarıyla yıkılırken, bunlar gidip Britanya sömürgesi oluyorlar. Cin gibi bir fikir...
Burada duralım. "Aykırı fikirler" derken, genellikle "ilerici, özgürlükçü" fikirler düşünülür. Hayır burada bir toplumsal korsanlık mantığı işliyor ve Cayman adaları 1962'de bu "emeline" ulaşıp Büyük Britanya'ya dahil oluyor. İç işlerinde bağımsız, dış işlerinde bağımlı. Dünya para diliyle söyleyecek olursak, burası bir "Tax haven" yani "vergi cenneti"dir. Cayman Adaları'nda kimse vergi vermez. Ülke kendini, ithalden alınan yüzde yirmi gümrük ücretiyle finanse eder. Dünyanın en lüks malzemesinin ithal edildiği bir yer olduğu için, gelir konusunda bir sorunları yok, ama OECD'nin ekonomik korsanlık yapan yerler listesinde yer alıyor. Dünyanın dört bir yanında kaçırılan vergilerin sorumlusu Cayman adalarıdır. Neoliberalizmin zirve yaptığı yıllarda, 2004'de, hiç ummadığı bir felaketle karşılaştı. Muazzam bir fırtına, başkasaba George Town'ı ve diğer lüks köyleri yoketti. Buralarda Bolşeviklere ve onların kızıl ideolojisine inanan kimse olduğunu sanmıyorum. Ama adadaki yerleşim birimlerinin neredeyse tamamını bir anda denize süpüren tayfuna, "İvan" adını verdiler...
Eh o da bir fikir!

Anadan doğma çocuk ahlakı...

Çocukların hayvanlarla nasıl dostluk kurduklarını, nasıl arkadaşlık yaptıklarını gördünüz mü? Mutlaka görmüşsünüzdür.
Konu biraz zor aslında...
Biz bir tür ahlak koduyla mı doğuyoruz? Buna dikkatli bir "Evet" diyorum. Çocukluğu ve çocukları da yetişkinlerden çok daha fazla önemsediğimi buraya kocaman yazıyorum. En yakın arkadaşlarım da, biri yedi diğeri beş yaşındaki iki tıfıl cengaver. Eski bilgelerin çocukları kendilerine örnek almaları, onlardan öğrenmeleri (mesela Daoculukta bu çok böyledir) yerinde ve doğru birşeydir deniyorsa, bu boşuna olmasa gerek. Ruhaniliğin en eski biçimi ile yeniden ilgilenirken bunu yeniden görünce bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Çocuklar hayvanları, kendileriyle eş değerde canlılar olarak görürler, onları kendileri gibi (insanmışlar gibi) değerlendirirler. Bir böceğin üşüdüğünü, üzüldüğünü, hatta ağladığını, çocuklardan duyabilirsiniz.
Peki civciv sevmiş pıtırcık bir kız çocuğuna, "yemeğinde o civcivin eti var" demeyi denediniz mi?
Ya da şöyle: Çocuklar hayatlarının bir gününde, sevdikleri hayvanları yediklerini öğrenirler (bunu öğrenmelerinin bence en insafsız biçimi, çocuklara Kurban Bayramında hayvanların boğazlanmasını izletmektir. Bunu yapan yetişkinleri asla affetmemek gerekir)
Şunca bin yıllık insanlık tarihinde çocukların o sevdikleri hayvanları yemeyi düşündükleri hiç görülmemiştir. Onlar çocukların arkadaşlarıdır. Çocuklar böcekleri falan da sadece meraktan öldürürler, "deney" yaparlar. Mesela benim bir yakınım çocukluğumuzda sineklerin kanatlarını koparıp kibrit kutusuna hapsederdi. Çok garibime giden ve hâlâ unutamadığım bir şeydir. Ama en ufak bir kötülük düşünmeden, meraktan, oyun olsun diye yapardı.
Çocukken et yemediğim için çok zılgıt yemiş biri olarak, vejeteryenlerle ilgili bir yazı okurken dikkatimi çekti: Bilimin bir türlü açıklayamadığı bir yeni durum var. Amerika'da vejeteryen çocukların oranı 2005'te yüzde 5'ken, 2010'da yüzde ona çıkmış. Olaya bir "anlam" veremeyen "Bilim" dallamaları, bu çocuklara güzel de bir isim bulmuşlar... Onlara "Idependent Vegetarians" diyorlar! Bu çocuklar, et yemeyi reddeden tipler.
Günümüz dünyasında çocukların ille de et yemesinin şart olmadığını biliyoruz, yeter ki anneler babablar çocukların et yerine ne yemesi gerektiğni bilsinler. -Eskiden et yemek nedense çok önemsenirdi.. Evcil hayvanları olan çocuklarda "kendi başına buyruk vejeteryenliğe" daha sık rastlanıyor.
Bu isyankar tıfıllar arasında yapılan bir ankette, "neden et yemiyorsunuz?" diye sormuşlar. Ortak yanıtları şu:
"Biz arkadaşlarımızı nasıl yiyelim?!.."
Eh başka sözüm yok...

Yüz ve maske...

"Yüz..."  Bu sözcüğün gençler arasında "Surat"a çevrilmesi artık sıklıkla bu halde kullanılması ne hazin, tıpkı "Baş"ın "Kafa" yapılması gibi. Konumuz yüz ve portre kültürü...
Afrika maskeleri kolleksiyonu yapan bir sanatçı tanıyorum. Kendi yaptığı kâğıt maskelerle bir de sergi açtı. Maske, kendini bir süreliğine başka biri veya başka bir şey hissetmekle ilgili bir şeydir. Maske, takan biri olmadığı sürece anlamsızdır, ona, maskeyi takan can verir. Maskeler konusuna sanatçı arkadaşı kadar hakim kızkardeşim, en değerli Afrika maskelerinin hangi kabileye ait olduğunu, hangi tip maskelerin ne için kullanıldığını, fiyatlarını falan biliyor. Bana bunları anlattığında çok şaşırmıştım, çünkü bambaşka sihirli bir dünya maskeler. Eski Yunan tiyatrosunda Anadolu'da kullanıldıklarını biliyoruz. Ben japon Kobuki tiyatrosundan ve eski Çin operasından da biliyorum bunların nasıl kullanıldıklarını ama şunu merak ediyorum: Portre kültürüyle eski maske kültürü akraba mıdır?
Evet!..
Bu yanıtı veren sanat tarihçisi Hans Betting. Yazdığı "Faces" adlı kitapta, adeta "yüzün tarihi" gibi birşey yapıyor. Şimdi tarih bir yana, İstanbul'un sokaklarını şöyle bir dolaşın, kaç tane afiş ve plakat ve resim görüyorsunuz farkında mısınız? Hepsi de bir tek şeye odaklılar: Yüze...
Darp edilmiş kadınlara dikkat çekmek isteyen Hülya Avşar, sinema afişlerinde yerli-yabancı oyuncuların manalı manalı bakan yüzleri, kayıp insanların A4 bilgisayar çıktısı fotorafları. Bunların hepsi, bir beden sahibi olan kişilerin bir anını dondurmuş görüntüler. Bazıları feci bir Fotoshop'tan geçirilmiş, diğerleri abartılı gölgelerle korkunçlaştırılmış, hatta bedensiz yüzler. Bunların adlarını saymaya başlayacaksak, Miki Fare'den başlayıp Yuki'ye, oradan Luc Beson'un Minimoylarına kadar uzanabiliriz.
Beni en etkileyen portre, Leonardo da Vinci'nin Mona Lisa'sı değildir. Onun eşsiz gülümsemesini görmezden gelmek imkansız olmasına rağmen...
Beni en etkileyen portre, Albrecht Dürer'in, 1500 yılında yaptığı otoportresidir. Yukarıda bu portreyi görüyorsunuz. Resim Mühih'te bulunuyor. Dürer'in diğer resimlerini, memleketi Nürnberg'de görmüştüm. Bir zamanlar grafikerlik ve çizerlik yapmış enim gibi biri için altın vuruş gibi birşeydi! O renklerin, o güzelliklerin, kanat resminin ünlü tavşanının 1500'lü yıllarda yapıldığını bilmek ve orijinalini görmek, eminim büyük sanat dostu Sultan II. Mehmet'i de heyecanlandırırdı. Ama portreler, Fatih'in de bir tane yaptırdığı gibi, maskelerin ortaçağ temsilcisidir. Çünkü o zamanın portreleri birer statü maskesidir. Eski portrelerden bize bakanlar, "en güzel" halleriyle, titrlerini konuşturarak ölümsüz olmak isterler. Kalıcı olmak isteyen maskelerdir onlar. Evlerinde ayaklarını uzatıp oturdukları anları değil, statü sembolü elbiseleriyle bakarlar. Bu ortaçağ maskeleri, Afrika maskelerinden ve eski şamanların kullandıklarından farklıdır. Eski şamanlar, yaptıkları maskeye bir can ve karakter kazandırıp ruhlarla ve Tanrı'yla yakınlaştıktan sonra maskeyi yakarlar veya kurban ederler. Maskenin işi bitmiştir. Şaman gerçek ölümlü/değişken yüzüne dönmüştür. Portreler gerçek hallerine dönmezler, hep aynı ifadeyle bakarlar. Mona Lisa'nın değil mezarının yeri, kim olduğu bile tartışmalıdır. İnsanlar, vazgeçemedikleri yüz sembolünü, fotorafla trivialleştirdiler. Fotoraf insan neyse onu österiyor -ama aydınlanmacı ilk filozofların sunduğu gibi "yüz, kişiliğin aynası" mıdır, oksa arkaik maske kültürünün modernizme uyarlanmış hali midir, tartışılır. Bence allı-pullu porteler, Andy Warhol'un o ünlü Marilyn Monroe ve Mao fotorafı uyarlamaları, portre kültürünün gelip dayandığı son absürd yerdir. (Tabii bilgisayarların konuşması için yapılan yüz animasyonlarını tamamen ayrı, yüz kat daha absürd örnekler olarak değerlendiriyorum) bunun galiba en kesin kanıtı, gene Warhol'un ünlü "Konserve domates kutuları" resmidir, Monroe ve Mao resimleriyle tamamen aynı stilde yapılmışlardır ve bence sıradan bir tüketim objesiyle yüzlerin aynı "değer"de buluşmasını gösterir: Her süpermarketten alabileceğiniz sıradan bir meta. Eski arkaik maskelerin ölçümü imkansız değerlerinden uzak, ama aynı cinsten. Tıpkı timsahın dinazorlar soyundan gelmesi ama artık onlarla hiç alakasının olmaması gibi birşey. Bugün biraz portre "çalışmak" isteyince böyle abuk bir yazı çıktı ortaya. Kimin portresini mi çiziyorum?!..
Red Kit'in!..

Kuşlar...

Dün Büyükada' daydım ve beni şaşırtanlar martılar oldu! Ormanda bir martı kolonisi gördüm. Toplantı yapar gibi bir halleri vardı. Beni görünce, aralarında erkekleri çekiştiren kadınlar gibi kısa bir huzursuzluk yaşadılar ve toplantılarına devam ettiler, benim onları rahatsız etmek gibi bir düşüncem zaten yoktu. Büyükada'nın kargaları da özel -diyeyim. Hamidiye Camiine girerken iki iri karga beni kesti, biri başımın hemen üzerinden süzülerek bana camide bir yeri gösterdi. Açıkçası arayıp da bulamadığım bir şeydi, kendisine teşekkür ederim!
Kuşlar her zaman böyle akıllı, iyiliksever ve muhabbet düşkünü olmuyorlar. Mesela bir süper arkadaşımın -güzel bir kadın- saka kuşu kaçtı...
Kulağa belki komik geliyor ama insanın özene-bezene kafes alıp ona evde yer hazırlamasının daha ikinci gününde kuş bir pundunu bulup kaçarsa, buna fena halde üzülebilirsiniz.
Bir de korkunç kuşlar var. En korkuncunu bundan onbeş yıl kadar önce Bitlis-Hizan'daki komando togayında görmüştüm, kafeste kocaman bir kartaldı. O kadar yakından gördüğüm en iri kuştu, en az bir metre boyundaydı, pençeleri muazzamdı. Tabii en ürkütücü "Kuşlar", Alfred Hitchcock'un kuşlarıdır. Bu filmi belki de otuz yıl önce ilk seyrettiğimde, filme tamamen kaptırıp nerede olduğumu bile unutmuştum. Daha sonra tekrar tekrar seyrettim ve şu kadarını söylemeliyim: Yeni ilgi alanım "Fikirler tarihi"ne geçecek önemde bir filmdir -zaten o yüzden ölümsüz sanat eserlerinden sayılıyor.
Krizdeki sinema endüstrisinin bir ara Marvel ve DC çizgi roman kahramanlarına sarıp dünyayı yarasa adamlara ve egzantrik kötü adamlara boğmasından sonra nihayet iyi birşey oldu ve Hollywood, kendi tarihini keşfetti. Henüz görmedim ama Avrupa'da sanat eleştirmenlerinin kulislerinde fırtına gibi esen "Hitchcock" filmini merakla bekliyorum. Bu dev rejisörü (ve yazarı), büyük aktör Anthony Hopkins oynuyor.
Ben Billy Wilder hakkında bana hediye edilmiş süper bir kitabı okurken de en az "Kuşlar"ı seyrediyormuşcasına kendimden geçmiştim, çünkü Wilder, sadece sinema anektodlarını ve tanıdığı ünlüleri o özgün iğneleyici komik diliyle anlatmakla kalmıyor, nasıl derin biri olduğunu da koyuyordu ortaya. Hitchcock, Wilder gibi neşeli biri değil. Filmlerinden de anlaşılıyor zaten. Ama Amerikan sinemasının bu yeni yapımında Anthony Perkins'i canlandıran biri ve ünlü "Psycho" filminin seti, perde arkası var, Marilyn Monroe var ve belki de benim için en ilginci, Audray Hepburn var!
(Diğer blogumda, Hitchcock'un gizli aşkı hakkında da bir yazı bulunuyor)
Sinema büyülü ve sonsuz bir sanat mecraı -ama teknik yanı ve mutfağı, inanılmaz karmaşık ve zor. Herşeyden önce kesinlikle bir kollektif işi, yalnızlığı sevenlere göre olmasa gerek.
Film hakkında çıkan eleştirilere bakıyorum ve orada bir heyecan görüyorum -bu da güzel bir iş çıkartılmış olabileceğini gösteriyor. Filmde kuşlarla ilgili bölümler olmasa zaten eksik kalırdı, elbette var. Martılar, kargalar, serçeler, hepsi var. Ama o tıfıl saka kuşu haala ortalarda yok! Bana yol gösteren kargalar da, dedikoducu martılar da olmazlar. E onlar Hitchcock'un kuşlarından değiller...
Güzel bir film seyretmeye hazırlanıyorum.

Hollywood'un baş belası...

Disney, Warner, Universal, Paramount, Twentieth Century Fox, Hollywood'un en büyükleri ve 2007 ile 2011 arasında gelirleri yüzde 40 azalmış. Hani "internet ve televizyon sinemayı tahtından edemez, birşey yapamaz" diyenler var ya?! Yanılıyor olabilirler -öyle görünüyor. Modern zamanların bir numaralı sanatı sinemada birşeyler oluyor ve galiba Türkleri de ilgilendiren bir durum, çünkü "Muhteşem Yüzyıl" diye bir fenomen var ortada.
Televizyon seyretmeyen benim gibi birine anlatmak pek kolay olmasa da, "Dizi seyretmek" kavramının ve öneminin farkındayım! Bu da şudur:
Haftanın belli günleri belli saatlerde televizyonunuzun başına geçiyorsunuz ve o akşamınızı, bir önceki hafta uyanan merakınızı gidermek için geçiriyorsunuz ve geçirirken, bir yandan da yeni uyanan meraklarınız için bir sonraki haftayı bekliyorsunuz. Sarmal, dizi bitinceye veya canınız sıkılıncaya kadar devam ediyor. Ben "Muhteşem Yüzyıl" setini ziyaret etmeden önce bile oturup, dizinin bir tek filmini seyredemedim. Bununla övündüğümü söylemiyorum kesinlikle -hele dizinin başrol oyuncularıyla, Kanunî Halit Ergenç ve Hürrem Meryem Uzerli ile, merhum senarist Meral Okay'la tanıştıktan sonra...
Gerçek sanatçılar ve dünya kalitesinde insanlar.
"Mühteşem Yüzyıl" dizisi inanılmaz büyük bir titizlikle çekiliyor. O dekorları görmüş, kostümlere dokunmuş, sette kamera rayda kayarken oyuncuların repliklerini tekrarlamalarını duymuş ve seyretmiş biri olarak. Arap ülkelerinden Balkanlara, oradan Rusya'ya kadar, insanlar bu diziyi boşuna seyetmediğini biliyorum. İşte bu yeni fenomen, dünya sinema sektörünü sallıyor. Şimdi Hollywood'un başında "Dizi seyretmek" diye adlandırılan bir bela var. Sultan Süleyman bizim buralardan verilebilecek en önemli örnek. Dünya çapında örnekler arasında Mad Man, Breaking Bad, Homeland gibi diziler sayılabilir. Bunlardan en ünlü olan Lost'un ilk serisi evimde duruyor (henüz seyretmedim) ama dizi hakkında yazılmış Türkçe bir kitabı karıştırdım, bunların YouTube'daki örneklerine göz gezdirdim. Hepsi inanılmaz özenli, orijinal diziler.
Büyük sinema prodüksiyonlarının maliyeti yükselip sinemacıların gelirleri düşerken televizyoncuların kazançları artıyor... diyeceğim ama o da değil. (Bu yazıda biraz daha fazlasından bahsetmek istiyorum) Türkiye gibi ülkelerde Televizyonların kazancı artıyor diyebiliriz, çünkü "internet kullanımı henüz yeterince yüksek değil". Bunu biraz açmam gerek.
Türkiye, Facebook ve Twitter kullanımında dünya listesinin üst sıralarında, ama iTunes gibi internet dükkanlarından film, müzik satın almak konusunda çok cılız. Herkes televizyon seydiyor, internet seyretmiyor. İnternetten eKitap, müzik ve film alan biri olarak Türk iTunes dükkanının ne kadar zavallı olduğunu, Alman veya Amerikan iTunes mağzalarını görünce anlıyorsunuz. Türkiye'de henüz TV dizisi satın alınamazken, Amerika'da sadece iTunes düşünülerek yapılan diziler var. Bunun ne demek olduğunu şöyle özetleyelim: Türkiye'de olduğu gibi Amerika'da da birçok televizyon kanalı kendini bu diziler sayesinde finanse ediyor. Ama internete açılan dizilerin televizyona ihtiyacı yok. Yani internetten satın aldığı reklamsız dizileri seytmek isteyenler hiç de az değiller, sayıları hızla artıyor -onlardan biri de ben olabilirim, internetten sadece kitap ve müzik değil, film de alıyorum çünkü. Bu gelişmeler Sinemanın ve film endüstrisinin sonu değil elbette. Televizyon icad olunduğunda radyo bitti lafları nasıl boşa çıktıysa sinemaya da pek birşey olmaz. Sinema kendini devam ettirir -ama televizyon konusunda kuşkularım olduğunu söylemeliyim!