Trabzon Sumela Manastırı'nın melekleri ve kurşun delikleri...

Sabah güneşinde Sumela'ya doğru tırmanırken, bir ara zümrüt bir ormanda yürüdğünüzü sanırsanız sakın şaşırmayın. Ormanı şenlendiren kuş ve akarsu sesleri, ağaçların arasından sızıp yerde hareketli ışık benekleri oluşturan güneş, bulunduğunuz yerin önemini bir an olsun unutturmuyor. Eskiden sadece keşişlerin kullandığı bu patikanın en başında uzaktan görünen Sumela, yemyeşil bir deryanın içinde dimdik bir dağ yamacına takılmış tek bir küçük elmas gibiyken, yaklaştıkça ne kadar büyük olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Sumela'ya bu yoldan gelen ilk kişi, Barnabas adında genç bir adam ve yeğeniydi. Yunanistan'da yaşarken bir gece rüyasında iki melek gördü. Ona sevgi ve ciddiyetin buluştuğu bir ruh halinden bakan meleklerden biri kanatlarını açarak seslendi. Bu genç Hristiyana, Tanrı'nın buyduğu olan bir görev verdi.
Hz. İsa'nın Havarisi Luka, ölmedem önce bir İkona yapmıştı. O ikona, iki melek tarafından Trabzon dağlarında bir mağraya konmuştu. Barnabas'ın görevi, iki meleğin kılavuzluğunda o ikonayı bulmaktı. Barnabas, nefes nefese, ter içinde uyandı. O gün oruç tuttu, Tanrı'ya dua etti ve ailesiyle vedalaştıktan sonra yeğeniyle birlikte yola çıktı. Meleklerin ona gösterdiği dağ, belleğine asla silinmeyecek kesinlikte işlenmişti. Yürüdüler. Daha yirmisine girmemiş bu iki genç, hiç durmadan yol aldılar. Barnabas, Meleklerin ona verdiği işaretleri etrafındaki olaylardan ve doğadan okumayı da öğrendi bu arada. Nihayet bir tekneyle Trabzon'a vardığında, bu küçük ama şirin şehrin büyüsüne daldı. Kemençe ezgileri şehirde o zaman da yükseliyordu, insanlar gene neşeli ve şakacıydı. Balıkçılar o zaman da hamsi getiriyorlardı şehre ve kadınları o zaman da güzeldi Trabzon'un.
Barnabas şehirde bir tek gün kaldı. Kutlu görevine, bu güzel şehir için sadece bir tek gün ara verdi ve ertesi gün yollara düştü. Bu gencecik adamın Trabzon'a neden geldiğini duyan Trabzonlular, onun peşine takıldılar. Barnabas, ormanın içinde, bir dağın içine oyulu saklı mağrayı, eliyle koymuş gibi buldu. Bu iki adamın peşinden gelen Trabzonlular, o zaman ağzı dar olan mağranın ucunda ışıldayan bir şey görünce şaşırdılar. Barnabas dimdik ilerledi, ikonayı yerden alıp geriye döndü ve başının üzerine doğru kaldırıp Trabzonlulara gösterdi. Mağraya doluşmuş küçük kalabalık diz çöktü. İkonanın gizemli ışığı mağrayı doldurdu. 
O günen itibaren Barnabas ve yeğeni gibi iki adanmış kişi, mağranın önünde sürekli nöbet tuttular. Derhal hummalı bir çalışma başladı. Dağın eteğindeki deli çayın yamaçlarından kestikleri taşları, bugün de kullanılan patikadan yukarıya doğru taşımaya başladılar. Trabzon bölgesinin taş ustaları da geldiler. Aşağıdan taşlar taşınırken, olay tüm bölgede duyuldu ve Trabzon civarında eski putperest Roma dinine inanan hiç kimse kalmadı. Halk mağrayı hemen bir ziyaret mekanına çevirdi. Mağranın önüne kadar gelebilenler orada mutlaka kalıyor, dualar ediliyor, bu sırada çalışmalar devam ediyordu. Ustalar mağranın ağzını iyice genişlettiler ve dağın içinde düz bir alan oluşturdular. Mağranın en dibine, ikonanın bulunduğu yere, mücevher kutusu gibi Gök mavisi minik bir şapel yaptıklarında, yıllardan 385 yılıydı. Yunanistan'dan gelen iki genç, ikonanın ilk muhafızları ve Sumela şapelinin ilk din adamları oldular. Trabzon bölgesi halkı Sumela'yı kutsal bir mekan olarak yaşattı. Oraya bir manastır yapılması emrini ise, İstanbul'daki Doğu Roma imparatoru Anastasios, şapelin inşasından yüzyirmi küsür yıl sonra verdi. 
Manastır kutsiyetini hiç yitirmedi. 640 yılında bir yangında tüm ahşap yapılar yokolunca, Christophoros adlı bir keşiş, bölgeye çöken derin hüznün verdiği pasifliği yırtıp, yek başına işe koyuldu ve ilk gün gibi çayın başından yukarıya taş taşımaya başladı. Onun azmini gören yöre halkı, bu keşişin emri altında Sumela Manastırı'nı yeniden inşa etti. Anadolu'ya Türklerin gelişi hiçbirşeyi değiştirmedi. Manastır ilk günkü gibi Tanrı'ya sürekli dua edilen bir yer olarak kaldı, ta ki 12'inci yüzyılda, kim oldukları gayet tabii unutulmuş bir haydut sürüsü tarafından basılıncaya kadar. Bu adamlar, manastırın en değerli hazinesine göz dikmişlerdi: İkonasına. 
Aslında bir mağra olan ve her bir köşesi iğne oyası gibi renkli resimlerle, Hz. İsa, annesi Meryem, Havarileri, İkonayı buraya Filistin'den getiren Meleklerin resimleriyle süslü Kiliseyi basıp, İkonayı almak istediler ama yerinde bulamadılar. Aslında burada yaşayan hiç kimse de ikonayı bulunduğu yerinden alıp Sumela'dan çıkarmaya vakit bulamamıştı. Manastırda büyük bir panik yaşandı. İkona kaybolmuştu ve haydutlar keşişlere bir gün süre verdiler. İkona'yı teslim ettiler ettiler, yoksa...
İkona bulunamadı. Çapulcuların reisi manastırı yaktırdı. Manastır tamamen yandı. Keşişleri asıl mahveden, İkonanın kaybolmasıydı. Hiç kimse nereye gittiğini, kimin aldığını bilmiyordu. Gene de bir umut, dağın tepesinden başlayıp ormanın içinden deli çayın kıyısına kadar her yeri karış karış aradılar. İkona, ilk şapelin yapılması için taş kesilen yerde duruyordu. 
Mis gibi çam kokan havanın sarhoş eden esintisiyle yeniden başladılar. İkonanın yeniden bulunmasına çocuklar gibi sevinen ahali, günlerce horon tepip dans ederek kutladı ve canla başla çalışarak manastırı yeniden yaptı. Bu olaydan sonra Sumela, bütün Anadolu'nun kutlu mekanlarından biri haline geldi. Hatta öyle ki, Trabzon'un kendine has çok özel bir yer olduğunun bilincine varan Trabzonlular, burayı kendi kutsal merkezleri haline getirdiler, İstanbul'da oturan Doğu Roma İmparatorundan daha bağımsız, kendi başına buyruk davranmaya başladılar. Trabzon'un çok özel bir yer olduğunu artık iyice anlamışlardı ve bu bilinç o zamandan beri aynen yaşamaktadır.
İstanbul'dan gönderilen Trabzon valileri, buranın deli-dolu özgür ruhunu çabucak benimsiyorlardı ve bu durumu, çok geçmeden kurumsallaştırdılar. Resmen İstanbul'a bağlı, ama kendi başına buyruk valilerden III. Aleksios, 1350 yılında Sumela'da taç giydi. Bu aynı zamanda Trabzon'un daha bağımsız olduğunun da ilanıydı. Ölen kardeşinin adını almak gibi kadirbilir bir kişi olan koca yürekli genç vali, hayatının sonuna kadar Trabzon Rum Hükümdarı olarak anıldı. Onun oğlu da Sumela'da taç giymiştir. İstanbul'un II. Mehmet Sultan Fatih tarafından alınışından sonra da burası Anadolu'nun tek Rum devleti olarak kaldı. Onlar inatçıydılar, İstanbul'da ne olduğunu iyice anlamadan sonuna kadar Türk yönetimine direnmeye karar verdiler. Sultan ordusuyla 1461'de Trabzon'a ilerlerken, İstanbul'da Rum elitlerin Yeni devletin en yüksek mekanlarına alındıklarını, ibadatlerini eskisi gibi yapabildiklerini bilen Trabzon Rum Hükümdarı, Sumela'daki kaşişlerin rica ve tavsiyesiyle Sultan'a direnmedi. 
Sumela Manastırı o tarihten sonra daha da canlandı ve yeni yapılarla adeta minik bir şehir örneği haline geldi. Manastırın bugün görünen son hali, 19'uncu yüzyıldan kalmadır. Orada ekmek fırınından ahırlara, genç keşişlerin eğitildiği dış taş binalara, muhafızların dikildiği küçük taş hücrelere, merdivenlerden merdivenlere kadar dik yamaca taraça şeklinde geniş basamaklar üzerine inşa edilmiş çok sayıda bina bulunmaktadır. Buraya su taşıyan su kemerlerinin yanından, yukarıdan, dağa delinmiş bir kapıdan girersiniz ve orada öylece durursunuz. Önünüzde uzanan binalar silsilesini ve onlara doğru inen dik taş merdivenin başında mıhlanıp kalmayan yoktur. Uzaklardan sadece tek bir binaymış gibi görünen Manastırın, tam teşekküllü bir minişehir giibi tasarlanmış olmasına şaşırırsınız. Ve o irili ufaklı taş binaların arasında en dipte, masmavi rengi galebe çalan rengank kilise, derhal göze çarpar. Merdivenlerden aşağı inerken, buranın tanıdık bir yer olduğunu da düşünebilirsiniz. Yükseklerden süzülüp kilisenin içine, en dipteki taş basamağa inersiniz.
Sumela'nın son keşişleri, burayı 1926 yılında terkettiler. Ama Meleklerin getirdiği İkonayı buradan dışarıya çıkarmaya gönülleri razı olmadı. Onu Meleklere emanet ederek, çok yakındaki taş bir şapele sakladılar. İkona orada, tek başına kaldı. Sumela'nın yalnız huzurunun bozulmaması için burası unutuldu. Öyle ki, Sumela'yı bir tek Maçkalı çobanlar bilir oldu. Sadece onlar, eski patikadan yukarıya kadar çıkıyor, terkedilmiş Manastır ve Şapeli gören taş kapının önünde kavallarıyla neşeli ölümsüz Trabzon ezgilerini çalıyorlardı.
1950'li yılların başında, Trabzon'a Amerikalı ve İngiliz NATO subayları geldi. Subayların bölgeye olan merakı, Maçkalı çobanlara kadar ulaştı. İyi niyetli çobanlar, Sumela'nın hatırlanmasına sevindiler ve bu iri yarı adamları Sumela'ya kadar çıkardılar. Çobanların saygıdan el sürmeye bile kıyamadığı Şapel'deki resimlerden birini komando bıçağıyla kesip çıkaran subaylardan biri, adını bıçakla fresklerin üzerine kazıyan başka bir subaya sırıtarak marifetini gösterdi. Kanları donan çobanlar, adamların silah seslerini duyduklarınnda buna bir anlam veremediler. Taş kapının dibinde titreyerek ve bildikleri tüm Kur'an dualarını okuyarak beklediler. Bu adamlar Hristiyan değil miydi? Mağra Şapelin içinde silah atmaya nasıl cüret ederlerdi? Ama tabanca sesleri susmadı. Çobanlar ormana gidip, Amerikalı ve İngilizlerin oradan çıkmasını beklediler. Sumela'nın son haydutları taş kapıda göründüklerinde gün akşama doğru inmekteydi ve orman susmuştu. Çobanları bulamayan Amerikalı ve İngilizler, küfürler ederek eski patikadan aşağıya inmeye başladılar.
Çobanlar, Şapelin içine girdiklerinde gözlerine inanamadılar. Giriş kapısının hemen üzerindeki freskler, kurşun deliklerinden tanınamayacak hale gelmiş, birçok freskin üzeri bıçakla kazınmış, isimler yazılmıştı, Hz. İsa tasfirlerinin başları yerinden bıçakla çıkarılmıştı. Akıllarının almadığı bu olay karşısında önce ne yapacaklarını bilemediler, oldukları yere çöktüler. Buraya giren ilk Trabzonlular gibi İkonanın eskiden durduğu yere doğru diz çöküp dualar ettiler ve oradan ayrıldılar.
İkonanın gizli muhafızları o yıl, yani Tanrı'nın 1951 yılında, Sumela'ya çıkıp İkona'yı saklandığı yerden aldılar ve Yunanistan'a, Barnabas'ın yurduna götürdüler. Tanrı öyle istemişti.
Korşun delikleri öyle yoğun ki, neredeyse her üç santimetrekareye bir kaba kurşun deliği düşüyor. Orayı bekleyen genç muhafız, şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nin bir memuru. Ama yanımdaki yabancı uyruklu kadına dik dik bakarak fısıldıyor bana: "Amerikalı, İngiliz falan değil di'mi?" Ben adamın gözlerinin içine bakıyorum ve orada 1951 yılında buraya çıkan çobanlardan birinin oğlunu görüyorum. "Hayır" diyorum. "Hayır değil." Gülümseyerek, "İyi" diyor. "Daha geçenlerde, Şapelin resimlerinin üzerine adını kazımaya kalkan bir Arabı yakaladım. Adam iki yıl hapis cezası aldı." Sonra bana, üzeri yazıdan geçilmeyen Şapelin köşesinde bir yeri gösteriyor ve parmağını yukarıya bir yere uzatıyor: Hz. İsa'nın Havarilerinden birini tasvir eden resimlerden birinin altında çok iyi okunabilen bir Amerikan ismi gösteriyor. Adam bıçakla kazıdığı isminin altına "USAF (Amerikan Hava Kuvvetleri) 1964" yazmış. Daha sonra buraya çıkan herkes -ki çoğunluğu Hristiyan- o güzelim fsklerin üzerine adını yazmış. Rumca yazılar da çok. Belki bir zaman sonra burayı adlarıyla yaşanan bir yer haline getirmek istemişler, küçük küçük yazılarla dilekler dilemişler. Arada Türkçe isimler de var. Onlar, sonradan yazılmışlar ve büyük büyükler. 
Bölge 1972'de ulusal park statüsüne kavuşsa da, buranın 1991'de bir müze haline getirilişine kadar ziyaretçiler tarafından resmen yağmalanmaya devam edilmiş. Şimdiki yağmalanmış haliyle bile bu kadar güzelse, eskiden kim bilir ne kadar güzeldi.
Sumela, şimdi bir müze. Kartal bakışlı Trabzonlu muhafızlar tarafından korunuyor. Fresklere elini süren hapse tıkılıyor, flaşla fotoraf çakmeye kalkan derhal uyarılıp Şapel'den dışarıya çıkarılıyor. Ve şapelin en dibinde, yeni yaptırıldığı anlaşılan yüksek bir taş basamak var. Fener Rum Patriği Sumela Manastırı'nda yeniden bir Pazar ayini yaptığında aylardan Ramazan'mış ve kartal bakışlı Müslüman muhafız, tüm kararlılığıyla şöyle dedi: "Ramazan da olsa ayin yapacaklar, ayinde bir yudum şaraplarını içecekler, saygımız sonsuz." İşte Trabzon böyle bir yer ve bu yüzden ölümsüz .