Gazete okumak devrimi...

"Abi o gazeteleri okumayı cidden düşünüyosun di' mi?"
Bu tip sorulara alışkın biri olarak mıh gibi kalakalıyorum. Soruyu soran, yıllardır gazete aldığım, kitap hediye ettiğim, çocuğunu iyi bir okula gönderebilmek için çırpınan biri...
Ben bu konuda bir kitap yazmaya hazırlansam iyi olacak. Hergün "O gazetelerin hepsini okuyor musunuz?" sorusunun türlü çeşitli versiyonuna muhatap kalan biri olarak, Türk milletinin aklının hafzalasının çok gazete okumak olayını almamasına rağmen "haritası büyük devlet, Osmanlı" olmak istemesi ve bana her gün "neden bu kadar çok okuyosun" diye sormasından iyi kitap olur!
Samimi olayım: aldığım on küsür Türk gazetesinin hepsini toplayınca, bir tek Süddeutsche Zeitung veya Frankfurter Allgemeine Zeitung Haftasonu vrsiyonları veya bir tek Die Zeit gazetesi etmiyor...
Die Zeit'ı iki-üç gün boyunca okuyorum. Tüm Türk gazetelerini de iki saatte...
Türkler, bir insanın on tane gazete almasını anlayamıyor!..
Gazete satan adam, iki sene boyunca aklına gelip gelip yuttuğu soruyu nihayet bugün sormuş demek ki!..
Cevabını da aldı!..
Ben yıllardır Türk televizyonu seyredemiyorum. Korkarım gazete de okuyamayacağım artık...
Yeni Osmanli'yı da varsın Yeni Şafak ve Zaman okuyarak "entelektüel" olanlar kursun!..
Türkiye'de Kürt Sorunu yok! Türkiye'de önemli bir süzme salaklık sorunu var! Dikkat dikkat, akıl boşluk kaldırmaz! Kesintisiz onbin yıllık uygarlık tarihine sahip Anadolu'yu salaklara bırakmazlar...
Bugün mini bir devrim yapıp, sadece Posta aldım ve günlük Türkçe gazete okuma seansımı on saniyeyle sınırladım. Çok bile... İzlediğim yazarları internetten okuyacağım. Siz o gazetelerin hepsini sahiden okuyor musunuz?!..

Klaus Kinski...

Bir psikopatı oynamak denince akla gelen isimdir...
Onu ilk hangi filmde gördüğümü hatırlamıyorum. Edgar Wallace kriminal filmlerinde olabilir. Bu eski siyah-beyaz filmler, nedense unutulmuş iyi eğlenceliklerdendirler ve Klaus Kinski gibi birçok oyuncunun dünya tarafından keşfedilmelerini sağlamışlardır.
Kinski'yi en son, geçtiğimiz aylarda bir kovboy filminde seyrettim. Sergio Corbucci'nin 1968 yapımı unutulmaz "Il Grande Silenzio" filminde... Filmdeki iyi adamı, içine kapalı garip adamları iyi canlandıran Fransız aktör Jean-Louis Trintignant oynuyordu. Filmin en ilgi çekici yanı, mücadeleyi kötü adamın, yani Klaus Kinski'nin kazanmasıdır!
İyinin, tam bir psikopat tarafından fena halde öldürülmesi koyar adama...
Spagetti Western denen filmlere yeniden sardığım bir dönemdi ve o, Sergio Leone'nin "Bir Avuç Dolar" dizisinde de görülür. Saman sarısı saçları ve delici bakışlarıyla, psikopatları sadece canlandırmakla kalmayıp, bizzat psikopat olabildiğini de göstermiştir. "Jack The Ripper" filmini çektiği 1976'da, kendisiyle yapılan bir söyleşide, film hakkında aynen şöyle demiştir:
"O boku sekiz günde çekip attım ortaya, geriye kalan zamanda da tenis oynadım."
Klaus Kinski, eşsiz bir karakter oyuncusu olmasına rağmen, sayısız ikinci sınıf filmde oynamıştır. Ama başrolde harikalar yarattığı ve ölümsüzleştiği filmleri saymakta fayda var:
Ben son büyük filminden başlamak istiyorum, "Fitzcarraldo"dan. Filmi, Berlin'de büyük bir sinemada seyretmiştim. Amazon cangılında Opera kurmak düşünü gerçekleştiren bir adam. Gerçek bir hikaye. Peru'lu yerlilerin Fitzcarraldo diye adlandırdıkları Brian Sweeney Fitzgerald'ın hikayesi. Oradaki çılgın adam muhteşemdi. Sonra Nosferatu'yu bir vampiri oynadığı filmi.
Klaus Kinski, galiba yan rollerle göz dolduran haliyle daha çok akılda kalan biri. Kovboy filmlerindeki psikopat katil rollerini o kadar iyi oynar ki, sinemaya sırf onu görmeye gidebilirsiniz!
Sinemanın yerlerde süründüğü 1980'li yıllarda, ikinci sınıf filmlerde oynadı. "Yabankazları", ilk aklıma gelenlerden. Ezbere bildiğim ve iPad'imde uzun süre taşıdığım filmi ise, Alain Delon'un başrol oynadığı "Mort d'un pourri" filmidir. Orada, -o zaman için henüz çok yeni olan- global kapitalizmin önceliklerini anlatır Alain Delon'a. Yıl 1977. Senaryo'yu yazan Michel Audiard'a ve "kibar ama kanlı kapitalist"i oynayan Klaus Kinski'ye hayran olmamak zordur.
Özel hayatında derin zikzaklar çizen Kinski, hep çok genç kızlarla evlenmiştir. Son karısı, 19 yaşında tanıştığı Asyalı bir öğrencidir mesela. İnanılmaz centilmen, alçak gönüllü, kibar olan bu adamın, birden kafayı sıyırıp, en olmadık hakaretleri edebildiğini, öfke nöbetlerine tutulduğunu, kızdı mı gözünün kimseyi görmediğini söylemek zorundayım...
Klaus Kinski, 23 Kasım 1991'de, 65 yaşındayken, Kaliforniya'daki malikanesinde öldü. İkinci karısından 1961'de Berlin'de doğan kızı Nastassja Kinski de ünlü bir aktör.

Kısa kısa düşünüp, başparmağıyla konuşmak...

Bir masada dört kişi...
Dördü de ellerindeki akıllı telefonlarla oynuyor...
Benim, biri altı diğeri dört yaşında iki tıfıl arkadaşım var ve ikisine de televizyon yasak. Film de yasak. Ben, arkadaşımın çocuklarına koyduğu bu yasağı önce biraz garipsemiştim açıkcası. Çünkü sert kurallardı ve istisnalar sadece benim hatırıma, onbeş dakikalığına uygulanıyordu. Çocukların Mickey Mous filmlerini ilk gördüklerindeki hallerini tahmin edebiliyor musunuz? Ben söyleyeyim: Bedenleri kucağımda, kendileri filmin içindeydi! Resmen uçmuşlardı. Ben o zaman uyandım ve bu "hatır/gönül" işine son verdim. Sonra masal seanslarımız başladı. Çocuklarla konuşunca ve onlara birşey anlatınca, gözlerini boşuğa dikip hayal kuruyorlar. Ama iPad'de hemen, "başka hengi filmler var" diye sorup daldan dala atlıyorlar, birinde kalmaları da zor oluyor.
Deniz kenarında bir masanın başında, denizi tamamen unutmuş bir vaziyette dört kişilik yalnızlık, artık malum görüntülerden. Ve günümüzün yeni bir mantalitesini yansıttığından, çok da önemli.
Anlaşıldığı kadarıyla akıllı telefonlar (Smartphone) ve sürekli birileriyle bağlantı halinde olmak, -çok yeni bir durum da olsa- insanların bazı temel özelliklerini değiştiriyor. Bu özelliklerin başında da, insanı insan yapan özelliklerden biri geliyor: Konuşmak.
Akıllı telefonlar, e-mail, chat ve sosyal medyada kısa haberleşmeler hayata derinlemesine girdiğinden beri, bazı ilginç gelişmeler oluyor ve birileri bunları inceleyip araştırıyor -bunu iyi ki de yapıyorlar da konuya daha dikkatli yaklaşmamızı sağlıyorlar.
Benim tıfıl arkadaşlarıma her türlü televizyon ve hareketli görüntüyü yasaklayan arkadaşım, bizim çocukluğumuzu, bu yeni icadlar öncesinde yaşadığımızı hatırlattı. Biz, cep telefonları ve internet öncesinde yaşamış bir nesiliz. Bizim çocukluğumuzda her evde televizyon ya yoktu, ya da varsa çok seyredilmiyordu. Çünkü televizyon zaten akşam saatlerinde açılıp, gece onikide İstiklal Marşı'yla kapanıyordu. Avrupa'da da çok farklı değildi. Orada herşey, Türkiye'den on yıl kadar önce başladı. Orta halli ailelerin hepsi televizyon seyretmiyordu. Ben kitaplarımı kaptığım gibi Main Nehri kıyısındaki gizli köşeme tüyer, bodur bir ağacın altında okurdum. O sessizlikte nehre inen ceylanlar, tavşanlar falan da gördüm. Bunlar normaldi. Ses çıkarmazsan, böyle şeyler görebiliyordun, zira nehrin ardı ormandı. Türkiye'de edindiğim ilk Nokia telefonum, tuğla kadar birşerydi. Daha sonraki Siemens, telsize benziyordu ve çantalara bile zor sığıyordu. Şimdi çok daha sofistike ınca aletler kullanılıyor ve dille değil başparmakla konuşuluyor!..
Burada "Söz odaklı düşünce" hakkında yazarken, sözün abartılması ve bunun büyük zararları üzerinde durmuştum, ama açıkcası, insanların başparmaklarıyla konuşması olayının önemine değinmemiştim...
İnsanların birbirleriyle iletişiminin önemli ölçülerde değişmekte olsuğunu söylemek gerek. Bunun olumlu bir şey olduğunu söylemek de zor -en azından şimdilik.
İnsanlar artık, yalnız olamıyorlar. Her an birileriyle internet/telefon üzerinden ilişkililer. Böylece yalnız kalmadıklarını, onları dinleyen birilerinin her zaman bulunduğunu düşünüyorlar. Açıkcası, rahatlatan bir durum bu. Severek Twitt yazan ve okuyan biri olarak bunu belirtmeliyim. Ama ben bu atmosferden gelmiyorum. Aralık ayından beri bu ilginç ve renkli dünyanın içindeyim. Çok güzel insanlarla tanıştım, yeni dostlarım oldu. Ama telefonlu/internetli hayatın içine doğan gençlerde, önemli bozukluklar tesbit ediliyor. Mesela patolojik bir durumdur: İnsanlar normalde, içlerinden geldiği ve hoş duygularla hatırladıkları için ararlar tanıdıklarını. Şimdi insanlar, içlerinde hoş duygular uyanması için birilerini arıyorlar. Sosyal medyadaki mantık, bir yönüyle böyle. (Ki, bu durum psikolojide anormal sayılan bir durum olmalı!) Günümüzde, bu anlayışın hakim olduğu bir mantalitede yaşayanlar çok.
Konuşmak, sosyal medyada, asla normal konuşmanın yerine geçemiyor. Peki nedir, iki insanın konuşması?
Bir insan başka insanlarla konuşarak, aslında kendi kendine konuşmayı da öğreniyor -ki, yalnız kaldığında kendi kendine tutarlı konuşmalar yapabilsin, karmaşık düşünceler kurabilsin...
Ben ilkgençliğinde -mesela- ateşli bir Solcu olmanın oldukça yararlı olduğunu bazen burada görürüm. O ilk masum tartışmalar, atışmalar, birlikte okumalar -ve en önemlisi- birlikte düşünmeler, yalnız kalmayı kolaylaştıran ve verimli kılan bir öz oluşturuyor olmalı. Bugünün yalnız kalamayan ve her an sms yazan gençleri için aynı şeyleri söylemek pek mümkün değil. Üstelik bu gençler, doğrudan sonbetin dikenini de tanımıyor, ondan uzak kalıyor. Sohbette, vücut dili, ses tonu, kızarıp bozarmak, gülmek, öfkelenmek, en önemlisi dinlemek... Bunlar, kısa mesajlarda yok artık. Çok rahat. Ters birşey söylediğinizi hissettiğinizde susuveriyorsunuz, başparmağınızı telefon ekranından çekiyorsunuz. O an ne yaptığınız, yüzünüzün şekli falan görünmüyor zaten.
Dünya ve hayat, tüm sorunlarıyla muazzam ölçülerde karmaşıklaşırken, iletişimin kısa mesejlar bazında basitleştiği, kısa mesajların daha da kısaldığı bir atmosferde, o karmaşık sorunları çözmek bir yana, anlamak mümkün mü? Bu gelişmenin devamı, eskisi gibi dünyayı komplo teorileriyle ve hikayelerle açıklamaya çalışıp açıklayamamak olabilir! Şimdi, cahilliğin tipik ifadesi olarak gördüğümüz "komplo teorilerine körü körüne inanmak" alışkanlığı, böyle giderse yaygın bir fenomen haline gelebilir. Sahici düşüncenin sessizlikten doğduğu, yalnız olmayı öğrenmeden karmaşık konuları düşünmenin mümkün olmadığı, yaratıcılığın can sıkıntısıyla ilgili bir şey olduğu unutuluyor. Evet. Can sıkıntısı denen durumun, ateşleyici bir etkisi olur. Tüm düşünvelerin susturulduğu anda, yaratıcılık devreye girer. Gerçek dostluklar ve arkadaşlıklar, çok daha derindir ve o yüzeyselliğin ötesinde belli sorumluluklar gerektirir. Yeni ilişkiler anında kurulup anında bozuluyor. Gerçi ille de böyle olmak zorunda değil. Benim yeni dostluklarım, gayet iyi bir seyir izliyor bu konuda.
Şimdi, yalnızlığın aynı zamanda iyi birşey olduğunu hatırlamak, karmaşık dünyayla başedebilmek için karmaşık düşünmeyi asla yabana atmamak ve yaratıcılığın sessizlikten doğduğunu hatırlamanın zamanı. Bunun için de siz siz olun, çocuklarınızı bu dünyadan mutlaka uzak tutun. Önce sağlıklı konuşmasını, düşünmesini, hayal kurmasını öğrensinler...

Aniden...

Bazı şeyler aniden olur...
Aslında pek de şaşırmazsınız, ama olayların hızına ve kesinliğine şaşırırsınız.
Örnekler çoktur. Mesela, çok dil bilen ve linguistiğe ilgisini hiç yitirmeyen yakınlarınız varsa, şöyle bir şeyi duymuşsunuzdur:
Naziler Arnavutluk'a girip işgal edeceklerdir ama Alman birliklerinin komutanı, Arnavutça bilen tek kişi bulamaz. Bunun üzerine, on küsür dil konuşan bir tercümanı çağırtır ve ona şöyle bir emir verir:
Sana bir hafta mühlet, bu sürede Arnavutçayı öğrenip bana tercümanlık yapacaksın. Yapamazsan, kurşuna dizileceksin. Olay gerçektir ve adam Arnavutçayı sahiden de öğrenir. Bu dili öğrenen bir kadınla tanışmıştım ve bana, "'A' harfinden başladım" diye şaka yapmıştı -ne kadar şaka ne kadar ciddi bilmiyorum, ama o da dört dil konuşuyordu ve 'B' harfinden Bulgarcayla ilgilenmeye başlamıştı bile. Dilin kodlarını çözünce, gerisinin hızla geldiğini söylüyordu. Bazen birşeyi, çok çabalamanıza rağmen uzun süre anlayamıyor, ama tek bir işaretle hemen anlayıveriyorsunuz.
İnsan kendi hakkında da böyle anlar yaşıyor -zaten tüm ani idrak durumları, aynı modele uygun değil mi?
Bazen, hiç ummadığınız anda, gökkubbenin bu tarafında ne demeye doğduğunuzu ve ne aradığınızı bir anda anlayabilirsiniz. Çok kesin bir durum olduğundan, hiçbir kuşkunuzun kalmadığı, bütün belirsizliklerin ortadan kalktığı, çok hızlı bir öğrenme ve anlama durumudur. Eskiler, buna, "kendi ruhundan öğrenmek diyorlar". Sessiz, sakin, aydınlık, sevinçli bir huzur vaziyeti. Etrafınızdaki herşeyin yeni bir anlam kazanıp başka bir ışıkta parladığı, elinizdeki işleri bir kenera fırlatıp attığınız, artık birşeyler peşinde koşmanıza gerek kalmadığını idrak ettiğiniz, nereye gitmeniz ve ne yapmanız gerektiğini çok iyi bildiğiniz, bunu güle oynaya yapacak durumda olduğunuz bir hal ve vaziyet...
Böyle anlar geldiğinde -ki artık eskisinden çok daha sık gelebilir- gelecek için kafa patlatmayı bırakıp ânın içinde eriyin ve güzel bir yerde oturup enginlere bakarak ânı sonsuzlaştırın. Yeni bir dünya kuruluyor ve o dünyayı siz kuruyorsunuz, -Siz, enginlere bakanlar...

Devrimci bir Peygamberin son günü ve kurmayı tasarladığı düzeni...

Otuz yaşlarındaki adam, bir eşeğin üzerindeydi. Mevsim bahardı. Arkasında yurüyen oniki kişi, kaba sof kumaştan abalar giymişlerdi. Yaklaştıkça, insanın başını döndüren berbat koku daha da arttı. Yahudilerin Yoşua diye adlandırdığı bu adam, en fazla dörtyüz kişinin yaşadığı Nazaret adlı bir köydendi ve dört erkek kardeşi vardı. Onlardan biri, lanet Romalılar tarafından isyancı diye katledilmişti. Bizim bildiğimiz adıyla Hz. İsa, müthiş öfkeliydi. "Cehennem", yani "gehenna" diye adlandırdığı şehir çöplüğü, Kurban Bayramı günü İstanbul çöplüklerinden farksızdı. Hayvan derileri, iç organları, gelişigüzel ortaya saçılmıştı. Yahudilerin, bazen "büyücü" diye kovduğu bu genç adam, kilometrelerce yol tepip gelmişti, birçok kişiyi iyileştirmesiyle de tanınan biriydi.
Evet öfkeliydi ve bu öfkesinin nedenleri arasında, Romalıların getirdiği düzen de vardı.
Yahudilerin dini, çok kuralcı, katı bir din. Küçücük Nazaret köyünde de hayat, kendi düzeni içinde yürüyüp gidiyordu bir zamanlar. Yoşua'nın köyünün etrafı meyva bahçeleriyle çevriliydi. Erkeklerden önce kalkan kadınlar, günün ilk ışıklarıyla ekmek yapmaya koyulur, erkekler bahçe işi ve hayvanlar için evden ayrılmadan torbalarına taze ekmek koyarlardı. Süt ürünleriyle et ürünlerinin asla karıştırılmadığı, ölü hayvanların bile ellenmediği, döneme göre hijyene çok önem verildiği anlaşılan bir hayattı bu ve bu hayat, Roma İmparatoru Tiberius döneminde bozulmuştu. Onun yerel valisi gibi davranan kral Hedones, Yoşua'nın köyünün dibine, hemen Genezarert gölü kıyısına kocaman bir saray yaptırdı. Ondan önce de balıkçılar geldi, önemli rahiplere, her biri altıyüz metrekarelik villalar yapıldı, kocaman bir pazar yeri kuruldu, Nazaretlilerin eski yaşam biçimi fena halde tehdit altına girdi. Roma'da eğitilmiş yeni Yahudi elitleri, dînî yasakları pek takmıyorlardı. Herodes'in sarayı hayvan şekilleriyle süslenmişti mesela -Yahudilerce resim ve benzeri şeyler kesin günahtı. Köylülerin en kızdığı şeylerden biri de, Homoseksüel Roma İmparatoru'nun genç erkeklerle yaptığı alemlerdi.
Yoşua ve şakirtleri, hayvan kanına bulanmış bir deryadan gaçip şehre girince, hiç durmadan, yirmi yıl kadar önce yapılmış olan dev mabede gittiler. Passah bayramından önceydi ve kurban kanları heryerdeydi. Avrupa, Anadolu ve Suriye'den, bu bayram için gelmiş yüzyirmi bin kişi vardı şehirde. Ama insanların gelişlerinin başka bir nedeni daha vardı: Vergilerini ödemek. Baş mabade gelip vergilerini orada, rahipler ödüyorlardı.
Mabed muazzam birşey olmalı. O dönemde altınla kaplı olduğu, ikiyüzaltmış metreye ikiyüz altmış metre bir avlusunun olduğu, kan banyosunun da asıl bu avluda yapıldığı söyleniyor. Altınla kaplanmış çatısına kuşlar konmasın diye üstünün altın çuvaldız benzeri sivri şişlerle kaplı olduğu da söyleniyor. Bina da altınla kaplıymış. Işıkta güneş gibi parlarmış. Ve avluda bir büyük masada para işleri görülüyor. Vergi toplamak dışında, para değiş tokuşunun da yapıldığı bir tür bankerlik hizmeti.
Yoşua eşekten inip emin adımlarla para masasına doğru yürüyor. Masanın yanında da ilkel güvercin kafeslerinde güvercinler. Bunlar fakirler için ucuz kurban sayılıyor. Rahipler bu hayvanların boynunu kırıp kanını akıtınca kurban tamamlanmış oluyor. Tabii zenginler büyük baş hayvan kestiriyorlar rahiplere. Hayvanların kanı akıtılıyor, iç organları da yakılıyor -ve Yoşua buna illet oluyor (Kurban bayramına da illet olurdu her halde, denize kızıl kan akıtan dereleri görseydi İstanbul'da). Bu adetin kaldırılmasını isteyenlerin başında o geliyor zaten. Ama Yoşua, rahibin önündeki masayı devirip paraları kanlı toprağa saçıveriyor, güvercin kafeslerini de kırıp hayvanları özgür bırakıyor. "Burası bir soyguncu ini" diye bağırıyor.
Tapınağın kendi tapınakpolisi var, hemen müdahale ediyorlar!
Daha sonra tam 600 Roma askerini seferber edip tutuklatıyorlar. Olay ibretliktir.
Onu ilk sorgulayan rahip Yusuf Kaipas, şu soruyu soruyor tutuklanmış Yoşua'ya:
"Yahudilerin kralı sen misin?"
"Evet öyle..."
Sorgunun sonunda rahip, hemen kendi elbisesini yırtıyor. -Dine hakaret edildi anlamında.
Klasik Hristiyanlıkta bu yanıt, sadece soyut bir "Göğün Krallığı"ymış gibi anlatılsa da, bu genç adamın bir düzen kurmak istediğini, zaman içinde unutturulsa da, nasıl bir düzen kurmak istediğini -çok yönlü yeni araştırmalar sayesinde- biliyoruz bugün.
Zenginlerin Cennete gidemeyeceğini söyleyen ve para tanrısı Mammon'a çok ağır laflar eden Yoşua'nın ilk hedefi, tapınakların paraya bulaşmış yapısını tamamen değiştirmek, onların yönettiği finans sistemine sonvermek. Son eylemi, programını da gösteriyor zaten. Hz. İsa'nın, halka "Vergi ödemeyin, vergi ödemeyi boykot edin" diye çağrı yaptığını artık biliyoruz. Federal yapıda bir devlet öngörüyor. Ve bu hedefleri için aktif bir mücadele veriyor. Nasıl yakalandığını, nasıl işkence çektiğini, vücudu parçalanıncaya kadar nasıl kamçılandığını da biliyoruz. Sonra, bu olaydan üç gün sonra, Passah'tan hemen önce çarmıha geriliyor. Son nefesini bir çığlıkla veriyor ve hemen sonra Kudüs'te deprem oluyor, büyük tapınağın örtüsü yırtılıyor. Şehir mezarlığında toprakta yarıklar oluşuyor ve cesetler ortalığa saçılıyor. Haksız yere idam edildiğini, o zaman bu zaman herkes kabul ediyor.
Eski Romalı tarihçi Tacitus, "Pilatus onu idam ettirdi, çünkü bozguncu bir Hurafeyi yayıyordu" der. Talmud daha açık konuşur ve "Nazaetli Yoşua, büyücülük yaptığı ve İsrail'in aklını çeldiği için idam edildi" diye açıklar bu haksız cezayı. Ama bu genç adamın hayalleri çok daha büyükmüş. Son araştırmalara bakarak, devrimci bir peygamber görüyoruz ve bir tür dünya düzeni kurmayı hedeflediğini anlıyoruz. Heyecan verici bir olay.
Daha dikkat çekici olanı ise, Yoşua'nın hep bir peygambere atıfta bulunması.
Çarmıha gerildiğinde de onun adını söylemiş. Bu kişi, İlyas Peygamber. Yani bizim, peygamberler arasında bir tür Che Guevara olarak tanıdığımız savaşçı peygamber. (Adı Kur'an'da üç kez, İncil'de yirmidokuz kez geçer.)
Çok yönlü araştırmalar derinleştikçe, karşımıza, olağanüstü özellikleri olan devrimci bir Hz. İsa çıkıyor. O hem, insandan kovduğu bir cini ikibin domuzun üzerine sürüp onların bir uçurumdan atlamalarına ve ölmelerine neden olabiliyor, hem onmaz hastaları iyileştiriyor, hem de paragöz rahiplere öyle sert bindiriyor ki, köylüler korkup onu köylerinden kovuyorlar.
Kısacası, topu topu oniki kişi de olsanız, sahiciyseniz, mücadelenizden ödün vermeden sürdürüyorsanız, dünyayı değiştirebilirsiniz. Size "Don Kişotluk yapma" diyenlere aldırmayın.
"Gerçek, sizi özgür kılar." Ve Devrimciler ölümsüzdür...

Yalanın iptali ve modern hayat oh ne rahat mevzuu...

Bugünün insanı olarak geçmişe ışınlanıp, bundan sadece çeğrek binyıl öncesinin dünyasında herhangi bir kasaba köy mezraya gittiğinizde ilk dikkatinizi çekecek şey sessizlik olurdu. Bu sessizliği, en iyi dağcılar bilir -tabii tepelerinden helikopter, pırpır uçak falan geçmezse...
İnsanlar, evlerinde yaktıkları odunla, çalı çırpıyla ısınıyorlar, çocukların çoğu büyümeden ölüyor. İnsanların yaşam süresi genellikle kırkbeş civarı. Televizyon, radyo falan bir yana gazete bile yok, insanların çok büyük bir bölümü de okuma-yazma bilmiyor zaten. Bir yerden bir yere gidecekler, at tepesinde günlerce, aylarca yol alıyorlar. en rahat yolculuk, yelkenli kadırgalarla yapılıyor, onlar da işi abartıp Atlantik'e kadar açılıyor. Kural koyan polis-jandarma yok öyle heryerde. Sınırlar yok. Atına biniyosun, sora sora Bağdat'a gidiyosun; eğer yolda ölmezsen, Harun Reşid'in asma bahçeli eski Bağdat'ının artıklarını da görüyosun (-malumunuz, Anadolu Selçuklu devrinde, Anadolu'nun da hükümdarı olan Hülagü Han, Bağdat'ı 1258'de, II. Bush'dan daha beter yıkmıştı). Şehir biraz sesli geldiyse, iki kilometre yürüyorsun, tık yok. Sessizliğin içindesin. Ama bu dünyada sadece gazete-kitap değil, tiyatro ve sinema da yok. Asprin yok. Evlerde akar su, klozet, duş yok. AVM yok. Ve en ilginci, pek müzik falan yok. O ya sarayda, ya saz şairlerinin dilinde. Bir kutunun düğmesini çevirdin mi, yurttan sesler korosunu duyamıyorsun. Elektrik zaten yok. Yollar taş bile değil. Yağmur yağdı mı çamur, güneş açtı mı toz...
İşte bu yavaş hayatın içinde, bir mantık doğuyor:
Yalanı piyasaya çıkarma mantığı...
Şöyle:
Mesela gezmiş-görmüş biri size dünyayı anlatıyor, "Bir fil gördüm, boyu yüz arşın, eni elli arşın. Kulaklarını kanat gibi kullanıp uçuyo. Bir batında yirmi yumurta yumurtluyo, her biri nah böyle böyle" diyor. Siz de bunu yiyorsunuz. Eh kelli felli adam, saraya bile girip sultana yalakalık yapma şerefine nail olmuş biri. Elbette inanacaksınız. Hem inanmasanız bir yeriniz ağrımaz, zira adam bu filleri Maçin'de görmüş -Çin'in de ötesinde bir yer...
Bu tip laflara inaılmamaya başlanmasının tarihinden bahsediyoruz. İnsanlara bir "Makuliyet", matemaksiksel bir düşünce, sağlıklı karşılaştırmalar yapmak halet-i ruhiyesi hakim olmaya başlıyor...
Tabii bu gözlem, İstanbul'dan bu gün ikiyüzelli yıl geriye gidip tebdil-i kıyafet bu diyarlarda dolaşsak göreceğimiz şey. Bunun bir öncesi (ve tabii sonrası da) var. Ama dünyanın 1780'li yıllarda başlayıp tamamen değişmesi ve bu güne gelmesinin tarihî bir değil, tarihî çok büyük bir önemi var...
Binlerce yıl boyunca at sırtında çile çekmiş insanın, yüz yıl içinde Mercedes'e binmesi küçümsenecek bir şey olamaz. Tabii bu blogda mümkün olduğunca politika yapmıyoruz, moral bozmuyoruz ve bu gelişmenin negatif yanlarıyla sizi meşgul etmiyoruz. Ama dayanamayıp soracağım: Benzeri bir gelişme, kapitalizmle değil de başka bir sistemle gerçekleşebilir miydi? Yanıt, 'Evet'. Belki çok daha güzel ve sağlıklı bir sonuca ulaşılabilirdi. Soru konusunda noktayı koyup parantezi kapatıyoruz...
Demek ki insan oğlunun ve güzel insan kızının uyanacağı vardı. Uyandı ve söylenen lafların gerçekle ilintisini ölçebildiği, -hadi adına şimdilik "bilimsel" diyelim- bir yöntem, bir sistem geliştirdi. Mesela biri, "Suriye çölünden Suudi çölüne kadar tek başına her yeri alırım" deyince, "Atma Recep din kardeşiyiz" diyebilmeyi, bu yönteme, bu sisteme borçluyuz. Bugün bildiğimiz haliyle, bu yalan düzeltme sistemine -şimdilik kısaca- "modern hayat" da diyebiliriz...
Ne olmuş, nasıl olmuş da insanlar böyle akıllanmış, yalanların ortaya çıkarılması üzerine kurdukları bir düşünce biçimini geliştirip spor Mercedes üretebilmişler?
İşte bu, benim ilgi alanımı oluşturuyor...
Işınlanıp, tebdil-i kıyafet o zamanın insanı arasında gezerken, insanların düşünen kısmının, hep alıntılarla ve öykünerek ilerlediğini görüyorsunuz. Kilit önemdeki tiplerden, uzun saçlı Isaac Newton, dağınık, aşırı alçak gönüllü, delici bakışlara sahip acaip biri. Doğa kanunları diye birşey olduğunu söylüyor. Asıl fikri de bu zaten. O kanunların ne olduğunu o günden beri araştıran sürü sepet adam ve kadın var. Ama bu fikir, dünyanın tek bir ortak paydada birlikte düşünülebileceği bir dev platform sunuyor. Newton'a bakıp, onun gibi bir "bilim dalı" kurmaya kalkan Adam Smith'in dandik "Ekonomi bilim"yle bugün zevkle dalga geçebiliyorsak, bunu, bu işin asıl sahici kriterlerini koyan Newton sayesinde yapabiliyoruz. Ama bu garip adam, Galilei'ye atıfta bulunuyor. Ondan alıntı yapa yapa aslında çok daha büyük ve önemli bir şey yaptığının da pek farkında değil gibi. Galilei'ye bakınca, onun da dönüp dönüp "Yüce Arşimed"den bahsettiğini biliyoruz. Arşimed'in kimden alıntı yaptığını bilmiyoruz, ama bu işler alıntılarla oluyor. Birbirinden alıntılarken birşeyler kuruyorlar ve sonunda "Halep ordaysa arşın burda" sözü tüm dünyada gerçek oluyor...
Ama neden?
Bu yazının sondan bir önceki sorusu şu:
İstanbul Kapalıçarşı'da dolaşıp, oradan Beyazıt'a inen ve kitap peşinde koşan bir İstanbullu, ikindi namazından sonra bunları neden düşünmedi? Kong Fuzi geleneğine göre sınavdan geçip Peking'de Yasak Şehre girme hakkı kazanmış bir Han Çinlisi neden düşünmedi bunları? Fransız çatalı yerine "çöpstik" kullandığı için mi? Srimad Bhagavatam'dan başını kaldırmayan Hintli Brahman, dünyanın en mistik dinine adanmış sarı mitralı Lama, kırmızı mirtalı Lama neden düşünmedi? Neden Newton? Arpası daha mı iyiydi? Üzüm şarabı pirinç şarabından daha mi iyi kafa yapıyor? Türkler kımızdan anasonlu erik rakısına çok geç geçtikleri için mi düşünemedi? Araplar hiç içmiyordu, saati cebiri bile buldular, neden Newton'un bulduğu o tek temel cümleyi bulamadılar?
Bu sorunun yanıtında, dünyanın geleceği yatıyor olabilir...
Modernite başlamadan önce dünyadaki en büyük ve köklü uygarlıkların başında Çin uygarlığı, Hint ve İran uygarlıkları geliyordu. Türkler de 18'inci yüzyılda mükemmelleştirdikleri bir uygarlık kurmuşlardı. Şimdi tarih tekerrür ediyor gibi. Çin yeniden ağır ağır ama kesin yükseliyor. Batı'da kurulan ve insanlara yepyeni bir dünyanın kapılarını açan kitap kurdu insanların o ilk düşünceleri üzerine çok şey kondu. Şimdi herkes Batılı. Çinliler de. Çünkü bu mirası reddetmek, "Newton gavurdu" demek mümkün değildi. "Gavurdu" diyenler, hâlâ "Kulaklarıyla uçan fil" hikayesinin yeni modellerine inanıyorlar, Walt Disney'in Dumbo'sunu da seyretmemişler...
Hulasa, eski yalan sistemi ikiyüz elli yıldır zaten çökmüş, bunu çökerten tiplerin neden karanlık taş binaların Avrupa'sında doğduklarını kimse sormamış -sansür varmış ve o zamanlar adına "günah" deniyormuş, eh sansür gene var! Newtonlar, sansürün olmadığı yerde biten adamlar. Biat "kültürü"nün olmadığı yerde yaşamışlar. Buralarda her bir halt yasak/günah sayılmasaydı, Çinli Mandarin katı kurallara bağlı kalmasaydı, dünya çok farklı olur muydu?!..
Evet...
Şimdi, Batı'da doğan bir şeyin bütün dünyaya malolmasından sonra, özgür düşüncenin kanatlanacağı bir döneme girmiş olmamız beklentisiyle yazıya son vereceğim, veremiyorum...
Çünkü şu soruyu yanıtlamış değilim:
Newton tipi kitap kurdu garip adamlar İstanbul'da yaşamış olsalardı ve bugünün global uygarlığı bu diyarların rengini taşıyor olsaydı, dünya nasıl bir yer olurdu?
Bu soruyu Çinli bir arkadaşla birlikte sormuştuk. Soruyu, o Çin açısından kısmen yanıtladı. Aslında ben de bu diyarlar adına yanıtladım sayılır. Doğu ile Batı arasındaki Orta Dünya'nın yanıtı...
Ama yanıtı sizlerden duymak istiyorum...