Samurai Arimura Jisaemon ve 17 savaşçısının 400 kişilik bir orduyu vurmasının gerçek hikayesi ve iradenin gücü

1860 Yılının 24 Mart sabahı, Shogun naibi İi Naosuke Kamon no Kami, (井伊直弼) tipi halinde yağan kara aldırmadan, 400 silahlı adamıyla birlikte Shogun'un Edo'daki sarayına doğru yol almaktadır. Japonya'nın de facto Hükümdarı Genelkurmay Başkanı Shogun'un huzuruna çıkacağı için, adamlarına tören kıyafeterini giymelerini emretmiştir.
Hikone şehrinin Bey'i (Daimyo'su) İi Naosuke 45 yaşındadır ve onyedi yaşından otuziki yaşına kadar yalnız yaşamış bir çay töreni ustasıdır. Bir Bey'in 14'üncü oğlu olarak, kılıç kullanmayı da öğrenmiştir elbette, ama o asıl mızrak kullanmakta ve kılıç çekmek sanatında (İai do) ustadır. ondan yaşlı kardeşleriyle kıyaslandığında hiç umulmadık birşey olmuş ve Babasının tahtına o oturmuştur. Diğer kardeşleri ya evlatlık verilmiş ya da ölmüşlerdir. İi Naosuke bir Zen Mabedine çekilip orada çile çekerken saraya çağrılıp Daimyo ilan edilmiştir. Şansın yardım ettiği bir kişidir ve "İi" adını da sonradan, tahta çıkınca almıştır zaten.
Yazının başındaki tam adından da anlaşılacağı gibi "dokunulmazlar"dan biridir İi Naosuke. O, Shogun ailesi/hanedanı Tokugawa'nın geleneksel müttefiki ailelerdendir. Bu aileler, Selçuklu'nun 1071 öncesindeki Göçer Beyleri, Anadolu'nun fethinden sonra otomatikman kendilerinden saymaları gibi bir durumdur. Adına Fudai Daimyo'lar denen bu Japon Beyleri, Tokugawa'nın 1600'deki Sekigahara savaşından önce de gönüllü müttefiklerdi ve Shogun'un danışmanları sayılıyorlardı. İi, Daimyo'lar koalisyonunun başı olunca, kısa zamanda Shogun'dan sonra ülkenin ikinci adamı haline gelir.
Tipi altında, dişine tırnağına kadar silahlı dörtyüz askerlerinin önünda atıyla ilerlerken, karşısına sadece 17 savaşçının çıkıp ona meydan okuyabileceğini rüyasında bile görmemiş olmalıdır. O savaşçıların, İi ile bir hesapları vardır...
İi Naosuke, Japonya'nın dünyaya açılmasını isteyen ve bu yolda kararlılıkla ilerleyen kişidir. Ama bunu nasıl yaptığına bir bakalım.
1856'da Japonya'ya ayak basan ilk Amerikan Büyükelçisi, Japon yönetimi tarafından, Başkent Edo'ya uzak Shimoda yarımadasında tutulmakta ve ülke içinde serbest gezmesine izin verilmemektedir. Bu dönemde her Batılı ülke gibi ABD'nin Japaonya'dan talep ettiği "imtiyazlar"ın haddı hududu yoktur -benzerleri Osmanlılar'ın başına geldiğinden, ayrıntıya gerek yok! Japonya'nın beş limanı açılacak ve eşit olmayan bir ticaret başlayacaktır.
"Harris" anlaşması denen bu anlaşma, İi'nin hararetle desteklediği bir şeydir. İi'nin gerekçesi, bir Japon için küçük düşürücü bir şeydir üstelik. İi, Japonya'nın Batılı ülkeler tarafından işgalinden korkmaktadır!
İi Naosuke'ye tepki gösterenlerin başında, Tokugawa hanedanından Mito şehrinin Bey'i Nariaki'dir. İi, ülkenin ruhani ve resmî Hükümdarı olan Göğün Oğlu'nu (Tenno) kazanmaya çalışır ama Tenno da onun "Açılımcı" fikrine karşı çıkınca, bu kez bir kurnazlık yaparak Shogun'un diğer iki danışmanını ikna edip Shogun tarafından Tairo tayin edilmesini sağlar. Böylece amacının önünde bir engel kalmamıs olur -çünkü Tenno sadece bir semboldür.
Devlet adabına göre bu durumda herkesin karara boyun eğmesi gerekir. Ülkeyi Amerikan tüccarlarına ardına kadar açan anlaşmaya en çok itiraz eden Mito Bey'i Nariaki de susar elbette. Ama komutanlarının hileyle susturulmasını, Nariaki'nin savaşçıları (Samurai) kabul edemez. Ama komutanların şerefine leke sürmeyecek bir çare düşünürler.
Bu savaşçıları kızdıran sadece bu anlaşma değil, İi'nin yöntemleridir. İi, iki yıl önce ölen Shogun yerine Kii Daimyo'su 12 yaşındaki bir çocuğu Shogun seçtirmiş ve ülkenin iplerini iyice eline geçirmiştir.
Nariaki'nin savaşçıları kendi aralarında gizli bir toplantı yaparlar. İi'nin elit birliğine bir ordu olarak saldırırlarsa, efendilerin adını lekeleyeceklerini düşünürler. Öyle olmaması için, İi'nin elit askerlerine -ölmeyi peşinen kabul edecek- küçük bir grup saldıracaktır. Mito'lu 17 Samurai, Arimura Jisaemon komutasında saldırıyı düzenleyeceklerdir. Mito Bey'i Nariaki'yle ilişiklerini kesip efendisiz Samurai (Ronin) olduklarını ilan ederler. İi'nin bunu duyduğu ama ciddiye almadığı söyleniyor. Ama 17 kişinin başındaki Arimura'nın ne yaman bir savaşçı olduğunu bilmiyor olmalı.
İi, kılıç çekme ustasıdır. Yani kılıcı çekiş anıyla karşısındaki vuruş anının neredeyse aynı olabildiği bir öğretinin ustasıdır. Dünyanın en sağlam çeliğinden döve döve işlenen Japon kılıcı (Katana), bildiğiniz usturanın uzun versiyonudur. Bir kılicın tavında olup olmadığı da, insan beli direncine sahip kamış balyalarında test edilir. "İyi" bir kılıç, bir vuruşta insanı ikiye bölebilen kılıçtır!
17 Savaşçı, İi'nin tören kıyafetli askerlerinin karşısına, Edo Sarayına yüz metre kadar yakında ortaya çıkmıştır ve sadece kılıçların kullanıldığı savaşta İi'nin dörtyüz askerinin tamamı öldürülmüştür. En son İi Naosuke, Arimura Jisaemon'un karşısında yalnız kalmıştır. Arimuro, Japonya'nın en güçlü adamı İi'yi yenmekle kalmayıp onun başını uçurdu.
Bir insanın vücudunda ne kadar çok kan olduğuna inanamazsınız. Kızıla kesen savaş meydanında, hayatta kalan muzaffer savaşçıların ağır yaralanan komutanı Arimura Jisaemon, kardeş kılıcı (Wakizashi) ile Seppuku yaparak savaş meydanında kendi hayatına son vermiştir.
En ilginci, 17 Samurai'nin bu olaydan önce birlikte ortak bir manifesto yazmalarıdır. Manifestoda şöyle deniyor:
"Barbarlarla (Amerikalılarla) ticari ilişkiler kurmak, onları saraylarda ağırlamak, onlarla anlaşmalar yapmak, ülkemizin çıkarlarna aykırıdır ve bizim onurumuzu zedelemektedir."
Bu olay, Japonya'da büyük bir şok yarattı. İi'nin elit savaşçılarıyla birlikten toptan imha edilmesi inanılır gibi değildi. Shogun, İi'nin öldüğünü uzun süre ilan etmedi. Devlet de, sanki İi hayattaymış gibi işledi, olay görmemezlikten gelinmeye çalışıldı. Şok çok büyüktü. İi'yi yokeden Samurai'ler göstermelik şekilde tutuklandılar ama sonra affedildiler. Bu olay, irade gücü ve savaşçı mükemmelliği olarak bugün de birçok filme ilham olmaktadır. Çok az/azınlık da olunsa, imkansız denen nice hedefe ulaşılabileceğini gösterir. İi'nin ölümünden sonra "resmen" evlendirilmesi, bu olayın devamında yaşanan "görmemezlikten gelme" olayının boyutlarını göstermek bakımından ibretliktir. Büyük haksızlıklar ve kibir mutlaka çezasını bulur. Ve o ceza, hiç ummadığınız yerden gelir genellikle, hem de inanılamayacak bir güç ve kesinlikle.

"The Gray" Bir karabasan filmi...

Hakkında bunca övücü söz edilmiş bir filme, genellikle iyi duygularla değil, meraktan giderim...
"The Gray"e de meraktan gittim...
Kurtlar, şaşırtıcı ve tılsımlı hayvanlardır. Türklerin onları kendilerine neden bir Ongon (totem hayvanı) seçtiklerini sormak, avlanma biçimlerini, sosyal hayatlarını görmek mümkün!..
Filmde, "Alfa" diye "bilimsel" bir adla çağrılan reislerinin sözünü nasıl dinledikleri, 48 kilometrekarelik av bölgelerinde "alışkın olmadıkları canlılar"ın yaşamasına izin vermedikleri, "insanlar gibi" sürek avı düzenledikleri, tüm ihtişamıyla görülüyor -ama onlar filmin kötü kahramanları...
İyi kahramanların başında, bir petrol kuyusunda işçileri kurt saldırılarına karşı korumakla görevlendirilmiş İrlandalı aktör Liam Neeson var. Benim hemen aklıma gelen en iyi rolü, Spielberg'in 'Schindlers List' filmindeydi. Onlarca filmde başrol oynamış iyi bir aktör, burada da rolünün hakkını veriyor. Ama filmden daha büyük beklentilerim vardı -bunu itiraf etmeliyim. Film, herşeyden önce doğayı sahne alması bakımından sorunlu gibi. Gerçekçi sinemanın bir sorunu aynı zamanda. Kurtların yaşadığı kar kış ortamında ve hiç güneşin görünmediği iki saat süresince, aslında bir karabasan yansıtılıyor...
Bu soğuk ve kısıtlı ortama arada sırada giren güzel bir kadının hayali de seyircinin bir anlığına da olsa nefes almasına yetecek güzel anlar yok. Ve Başrol oyuncusunun, sevdiği kadına yazdığı mektubun içeriği ve anlamı muğlak kalıyor...
Filmin gücü, Batılı insanın ölümle nasıl soronlu bir ilişkisinin olduğunu göstermesinden geliyor...
O şartlarda Tanrı'yı ve inancı yeniden hatırlıyorlar, ama Tanrı onlara yanıt vermiyor!
Süreç içinde ölümü kabullenmeye başlıyorlar...
Filmin bam teli bu düşünce ve tabii direniş fikri...
Sinemaya ille de gerçek hayatın tıpkısının aynısını görmeye gitmiyoruz! Sanat, biraz da bunun dışına çıkmak demek zaten. Ama burada çıkmayarak şaşırtıyor. Galiba bunu da filmin artılarından biri saymamız gerek. İyi oyunculuk dışında muhteşem kış ve kar görüntülerinin olduğu bu filme puan vermem gerekseydi, on üzerinden altı verirdim herhalde...
Herşeye rağmen iyi bir seyirlik...

Heimito von Doderer / Üç mini hikaye...

Kahvaltı...
Bugün kafam karmaşık bir vaziyette banyoda kahvaltı ederken çayı, dişlerimi yıkamak için kullandığım kaba döktüm ve dolu küvete iki küpşeker attım, ama bu kadar çok suyu, belli olacak kadar tadlandırmaya yetmedi.

Çağımız...
Kadın kapıcımız, benim için de belli bir rahatlık anlamına gelecek şekilde, yaka numarası benimle aynı olan kocasından ayrıldı. Ama yeni sevgilisi yazın, gömleklerin yaka düğmesinin iliklenmese de olabileceğini anlayınca, yeni giymeye başladığım iki ipek gömleğim, evin çamaşırhanesinde kayboldu.

Aşk...
Tırnaklarını benim kanıma bulamak için kalbimi yakaladı, ama yakalamadan önce de öyle kırmızıydı ki, bena o en önemli tayin edici anda belki de vermeyeceği sepetti, bir iltifatla hemen kapısının önüne koyuverdim.

Avusturyalı yazar Heimito von Doderer (1896-1966), romanlarını yazarken arada dinlenmek için gittiği Viyana'nın Strudlhofstieg'inde dinlenirken (İstanbul Galata'daki Komondo Merdivenleri gibi ama çok daha geniş ve güzel bir yer) Hikaye molekülleri yazmış. Uzun bir hikayede olacak öğelerin asgari minimuma indirgendiği hikayeler. Onların arasından yukarıdaki üçü 1951'de yayımlandı.

Paulo Coelho / Play it again!

Gezginin arkadaşı Angela, Brodway'in tiyatrolarından birinde bir oyun seyretmeye gider. Oyuna ara verilince tiyaronun fuayesinde bir Viski içmek ister. Fuaye, içki ve sigara içen, konuşan insanlarla doludur.
Bir piyanist birşeyler çalmaktadır, ama hiç kimse müziği takmamaktadır. Angela kalın cam bardağından içkisini yudumlarken, bir taraftan da müzisyeni ialemektedir. Adam can sıkıntısıyla, sırf çalmak zorunda olduğu için çalmaktadır ve adeta oyuna verilen aranın bir an önce sona ermesini dört gözle beklemektedir. Angela, ikinci viskisinden sonra çakır keyif, piyanistin yanına gider.
"Sinir bozuyorsunuz. Neden sevdiğiniz bir şeyi çalmıyordunuz?" diye yüklenir adama.
Piyanist Angela'ya hayretle bakar ve derhal sevdiği parçaları çalmaya başlar. Birden fuayede bir sessizlik olur ve bir alkış kopar, herkes piyanisti alkışlamaya başlar.

'Mare' ve Türkiye'de deniz kültürsüzlüğü

Türkiye, neredeyse dört bir yanı denizlerle, göllerle çevrili güzel bir ülke. Son zamanlarda yatçılık konusunda da dünyada kendinden bahsettiren bir yer, ama deniz kültürü Suriye dolaylarında geziniyor...
Yabancı dostlarım hayretle karışık hep sormuşlardır:
"Yeniköy'den Beşiktaş'a neden günde bir tek vapur kalkıyor?" diye...
(Şimdi o da kalkmıyor!)
Türkler, tıkış tıkış doldurdukları dolmuşlarda ve şehir otobüslerinde, sıkışık trafikte çile çekerken, motora, vapura binmezler, deniz taşıtlarını sıklaştırmayı düşünmezler. Mesela İstanbul'da Deniz taksi vardır, ama o kadar pahalıdır ki, üzerine biraz daha para koysanız yat kiralayabilirsiniz!..
Eskiden Marmara ve Boğaz sahilleri, sahile çekilmiş sandallarla, kayıklarla doluydu. Çocukluğumdan hatırlıyorum, o kayıkların boyanma ve bakım zamanları olur, onunla akşam denize açılınır, şarkı-türkü söylenir, yüzmeye gidilir, balık tutmaya çıkılırdı...
Artık tüm sahiller beton...
Sahiller rabalara serbest, kayıklara yasak!..
Sandalların sahilde demirleme, oradan denize açılma imkanı ortadan kaldırıldı, yerine sahil yolları yapıldı! Bu yollardan "katliam" sayılacak türde olanlar da var. Karadeniz Sahil Yolu, "sembol"dür ve onu yapanlarda -doğa sevgisi falan bir yana- akıl ve vicdanın eksik olduğunu düşünürüm...
Türkiye'nin, ANAP döneminde başlayan ikinci 'Sonradan Modernleşme' dönemi (ilk 'Sonradan Modernleşme' dönemi, 50'li yıllarda başlamıştı) ondan önceki sahil kültürünü bitirdi...
Şimdinin Sonradan Modernleşmiş "Müslüman"lık devrinde deniz kültürü, (Araplarınki gibi) bir seyir kültüründen öte değil!..
1950'lerden itibaren İstanbul'a göçenler, deniz kültürünü devralmış, ona intibak etmişlerdi. 1980 sonrası gelenler, adeta develeriyle (yani otomobilleriyle) geldiler ve deniz kültürüne bitirici darbeyi vurdular...
Şimdi bakıyorum, Tarabya Koyundaki, İstinye'deki yatlar da gitmiş. Güya oralara Marina yapılacak. Şehrin dokusu, orayı güzel kılan sıra sıra yatlardan-motorlardan iz yok...
Şimdilik yapılan, denize beton atmak! Yani İstanbul bitmiş, insanları denizden uzak tutmak için üçüncü bir beton sınır çekiyorlar sahillere. İkincisini, geçtiğimiz yıllarda sahillerdeki yaya yollarını denize doğru genişleterek yapmışlardı...
"Müslüman" beton, denize doğru genişliyor!..
Bütün bunlar yapılırken, 1980'leren İstanbul'a gelip 1990'larda "Müslüman"laşan yeni (neoliberal) muhafazakar yerel yönetimlerin, halka hiçbirşey sormadan, kadim deniz kültürünü kafalarına göre değiştirmeleri de cabası... 
Boğaz vapurları özelleştirildi, vapur trafiği firmaların keyfine terkedildi. Boğaz'ın sembolü canım vapurlar, artık birçok iskeleye uğramıyor. Yeniköy'e neredeyse ikiyüz yıldır, vapur denen şeyin İstanbul'a geldiği 19'uncu yüzyıldan beri uğrayan vapurlar, bir günde iptal edildi -ve Anadolu'dan gelip otomobil/dolmuş tepesinden inmeyen ahaliden (küçük bir imza kampanyası dışında) gık çıkmadı. Zaten vapura binmiyorlardı...
Yeni Muhafazakarların kendi şehirli tarihleri olmadığından, İstanbul'un sosyal tarihine de saygıları yok...
Ama tüm bunlara rağmen deniz kültürünün yeniden canlanması ihtimali yüksek. Bu aynı zamanda bir zorunluluk. Çünkü hem kara ulaşımının giderek içinden çıkılmaz hale gelmesi, hem de muhafazakarlaşmanın giderek yumuşaması, deniz kültürünün yeniden canlamasını dayatacaktır...
Türkiye'de biriki iyi yatçılık dergisi var, deniz kültürü dergisi yok (gazetelerde deniz kültürü sayfası/yazarı falan da yok). Bu dergilerin müdavimleri var. Yatçılığın son yıllarda ilerlemesinin doğal sonuçları elbette...
Ama ben, MARE dergisiyle hiçbirini kıyaslayamam...
Bu dergi, Almanya gibi, doğru dürüst denizi bile olmayan bir ülkede çıkıyor ve benim bildiğim en iyi deniz kültürü dergisi...
Fotorafları iyi gösteren mat kalın bir kağıda basılır, seksen sayfalık bir kitap kalınlığında, büyük dergi boyutundadır ve çok geniş bir konu portföyü vardır...
Dergi ilk çıktığında -açıkcası- kimse uzun ömürlü olabileceğini düşünmemişti. Fakat Mare, 19'uncu yüzyılda yelkenli gemilerle dünyaya açılan gezginlerin, dünya sahillerinde gördüğü "acaip" bitkilerin resimlerini bile bastı. Mare, korsanların gizli adalarına gitti, dünyanın balık mutfağını yazdı, Amazon deltasına, deniz dibindeki mağralara, batık gemilere girdi, gemilerde hayatı anlattı, ve daha birçok denizci ve deniz sever konusu işledi...
Türkiye'de buna benzer bir dergi olmasını çok isterdim...
Bu blogu hazırlamaya karar verdiğimde kızkardeşimin ilk 'Ad' önerisi 'Mare' oldu. Sonra ben 'Mare Nostrum' ve nihayet 'Mare Dostrum' önerileri üzerinde düşündüm...
Ama şehrin adı elbette bir numaralı öncelik oldu. Çünkü İstanbul tam bir deniz şehridir...
Venedik suyun üzerine kurulu olmasına rağmen ve Roma oya gibi her köşesi güzelliklerle örülü olmasına rağmen, İstanbul'un ihtişamıyla -esasen Boğaz, Marmara, Haliç, Adalar nedeniyle- boy ölçüşemez...
(Venedik, bu diyarlarda, İstanbul'dan sonra kuşkusuz en güzel su şehridir...)
Türkiye'de "Müslüman" (Yani Sünni Ortadoğu Muhafazakarlığı) sultası gevşedikçe, deniz kültürü yeniden canlanacaktır...
Mare dergisinin 90'ıncı sayısı yayımlandı. (İki aylık bir dergi için uzun bir süre) Benim elime geçmedi henüz ama, kapak konusu: "Mısır'daki deniz mağraları..."

Gaziantep'ten kısaca...

Türkiye'nin en sevdiğim şehirlerinden biridir...
Dikkat çekici yanı, eski eserlerin ve şehrin tarihi dukusunun, inanılmayacak kadar iyi korunmuş olması. Zeugma müzesi, dünyanın en büyük (ikinci) mozaik müzesidir ve geçtiğimiz yıllarda kurulmuş muazzam bir komplekstir. Şehrin bu konulara duyarlı bir belediye başkanının olması bir şans. Ayrıca, buraların eski tarihi hakkında yeni bir bilinç uyanmış bulunuyor. Şehrin gelenekleri büyük ölçüde, kaybolmadan saklanmış. Buranın insanı her anlamda girişimci. Mesela geçen yılki ihracat hacmı 5 milyar Dolar. Bundan beş yıl önce bu hedef konduğunda -yanılmıyorsam- 500 milyon kadarmış! Dinamik bir kent. Burada, Kayseri'nin iç bayan muhafazakarlığı ve estetikten uzaklığı yok. Gaziantep'te 'Şiir ve Beste Sevenler Derneği' gibi bir yer buldum. Gaziantep'in yerel dergileri, görüntü itibariyle dünya dergilerinden farksız, yerel 'Telgraf' gazetesi gayet iyi, çok sayfalı bir günlük gazete. Tirajı 15 binin üzerinde. Gaziantep'in mutfağından bahsetmeme bilmem gek var mı. Ben, iki ünlü lokantasına uğradım. Biri, 'İmam Çağdaş'tı tabii.
Gaziantep'te çok ilginç insanlar tanıdım. Bunlardan biri, Türkiye çapında tanınmış eski bir müzisyendi. Şimdi, kendi imal ettiği müzik aletlerini satıyor. Onun dükkanından yirmi metre ötede bir butik otelde kaldım, adam orada en az on yıldır bir otel olduğunu bilmiyordu. Taş evler eskiden ailelerin yaşadığı yerler olduğundan bana ısrarla, "Bir tek odayı sana nasıl kiraladılar" diye sorup durdu!
Gerçekten çok ilginç bir işadamıyla, karısıyla tanıştım. Sıfırdan yeni bir hayat kurmak konusunda motive edici bir yanları vardı. İkibuçuk yaşindaki oğlunun iPad'den program indirdiğini görmek şaşırtıcıydı! Baklava üticilerinin anlattıklarını dinlerken, İstanbul'da Antep fıstığı rendesinin içine bezelye rendesi karıştırıldığını öğtendim bu arada. Gaziantep'te baklavalarda sadece bütün fıstık kullanıyorlar. Şehir, Türkiye'de en yoğun Apple ürünleri kullanılan yer aynı zamanda. Şehrin yeni bölümündeki Gazi Muhtar Paşa Bulvarı'nın başında, paşayı anan mütevazi ama güzel bir anıt var. Şehir merkezi bir km2'lik bir alandan ibaret olduğundan, her yere yayan gidebiliyorsunuz. Ticaret odasından tutun da belediyeye, oradan emekliler kahvesine kadar heryerde yumuşak bir micazin izlerine rastlıyorsunuz. Gaziantepliler eskisi kadar muhafazakar değiller. Şehirde on yıl kadar önce ilk alışveriş merkezi açıldığında, önünde gençler kuyruk olmuş, çünkü kızlı-erkekli gidilebilecek ilk adam gibi yermiş orası. Şimdi burada sayısız Café'den geçtim, temiz birahaneler bile var. Bana, eşrafla sohbet için öyle bir yer tavsiye eden bakkal, ondan Cumhuriyet gazetesi aldığım için benden hiç para almak istemedi! (Halbuki diğer gazateleri de almıştım). Birahanedeki herkes, ya memur ye öğtmendi ve heps, kültürlü tiplerdi. Bir Fransızca öğretmeniyle tanıştım mesela, birahanede NTV'nin Tarih dergisini okuyordu! Ama birahanede tek kadın yoktu. Buna rağmen herkes çok efendiydi.
Gaziantep güzel bir şehir ve dinamizmiyle Doğu Anadoluyu taşıyabilecek güçte -kusuru da var. Şehiri turlarken bir tek kitapçı bile görmedim. Tek hoşuma gitmeyen yanı bu oldu! Onun dışında güzel anılarla ayrıldım şehirden ve güzel insanlarından...

Troçki'nin öldürülüşü üzerine bir film...

The Assassination of Trotsky...
1972 yapımı. Rejisör: Joseph Losey
İzlediğimden emin olmakla birlikte bir türlü hatırlayamadığım bir fimdi. Neden hatırlayamadığımı, seyredice anladım...
İtalya ve Meksika'da çevrilmiş olan İngiliz filmi gerçekten kötü...
Film bittikten sonra aklımda kala kala bir renk kaldı:
Kahverengi!..
Boz, bej, kahverenginin hakim olduğu, amatör bir film...
Troçki'yi Richard Burton, suikastçi Ramon Mercader'i Alain Delon, sevgilisi ve Troçki'nin sekreterini (Alain Delon'un o sıralar sevgilisi de olan) Romy Schneider oynuyor. Buna rağmen filmi kurtaramıyorlar...
konuyu kısaca hatırlayalım...
Lev Davidoviç Bronstein, veya Bolşevikler arasındaki kod adıylaLev Troçki, 1917 Ekim devriminin ikinci adamı ve Kızıl Ordu'nun kurucusu, Lenin'den sonra SBKP'nin ve Sovyetler Birliği'nin başına geçecekken, Stalin'in ayak oyunlarıyla alaşağı edilir ve 1929'da İstanbul Büyükada'ya sürgün gelir. (Troçki, Türkçe okuduğum anılarını, Büyükada'da yazmış) Oradan, 1933'de, kalabalık bir taraftar grubuna sahip olduğu Meksika'ya gider...
Bir yıl önce Sovyet vatandaşlığından çıkarıldığı için, Sovyet gizli servisleri GPU ve NKWD'nin hedefi olur...
Film, kendini gizlemek için Belçika hüviyeti taşıyan ve sırf Troçki'ye yaklaşmak için genç bir Troçkist Amerikalı genç kadınla ilişki kuran suikastçiyi anlatıyor. Konu bomba gibi, ama resmen gereksiz ayrıntılara boğulmuş. Filmde Troçki'nin teorik gevelemeleri de var ve hayret uyandırıcı -çünkü Leninist gevelemelerden farksız, ideolojik/siyasi laf salatası. Bugün hiçbir anlam ve değer taşımayan sözler...
Böylece bir zamanlar hangi saçmalıklarla uğraştığımızı ve gereksiz saçma düşmanlıkların üreticisi politikacıları da yakından tanımış oluyorsunuz. Troçki çok karizmatik, mücadeleci ve entelektüel biri. Richard Burton tarafından da iyi oynanıyor. Ama katil rolündeki Alain Delon'un çok zorlama bir iş çıkarttığını söyleyebiliriz. Filmin, yapıldığı dönemde (1972), zamanın Avrupalı politize Sol seyircisi için üretildiğini düşündürecek izler var. Mesela Troçki'nin havalara bakarak büyük laflar etmesi, katilinin aşağılık bir korkak gibi gösterilmesi vs...
(Halbuki Ramon Mercader, mahkemede en ufak bir pişmanlık belirtmediği için, ceza indiriminden de yararlanmamıştır, gerçek kimliği ancak 1953'te anlaşılmıştır)
Filmin en etkileyici sahnesi, Troçki'nin Mercader'in makalesini izlerken buz kıracağıyla başına aldığı darbenin ertesinde yaşananlar. Troçki, o haliyle, katiline karşı koyduğu gibi, muhafızlarının Mercader'i öldürmesini önlüyor...
Neden mi?!..
"Bırakın, o tarihi anlatsın" gibi birşey söylüyor! Yani bırakılsın, adam bu yaptığını dünyaya anlatsın da dünya öğrensin gibi!..
O an Troçki'den nefret ettim...
(Muhafızları da olanları anlatabilirdi. Ölürken bile olayın popülerlik derecesini düşünmek. Eh yani!..)
Richard Burton bu sahnede gerçekten iyi. Alain Delon, biraz figüran gibi kalıyor...
Mercador, 1960'da hapisten çıktıktan sonra, daha 1940 yılında, cinayeti işledikten sonra Stalin tarafından verilen "Sovyetler Birliği Kahramanı!" madalyasının "tadını" çıkartmaya çalışıyor!..
Önce Meksika'daki Çekoslavakya büyükelçiliğinden bir Çek pasaportu alıp Havana'ya gidiyor, oradan Prag, derken Moskova...
İspanyol asıllı Jaime Ramón Mercader del Río Hernández, 1978 sonbaharında Küba'da öldü.Karısının isteği üzerine, Ramon Iwanowitsch Lopez adı altında Moskova'nın ünlüler mezarlığı Kunzevo'ya defnedildi...
Troçki'nin 1940 Ağustosundaki cenaze merasimine 300 bin kişi katıldı. Cesedi yakıldı ve külleri, oradaki evinin bahçesine gömüldü, evi Troçki Müzesi oldu (Museo Casa de León Trotsky). Troçki'nin kitaplarının tamamı, ancak 1989'da Sovyetler Birliği'nde serbest bırakıldı. Troçki'yi öldüren buz kıracağı, 2005 yılında bulundu. O zaman davayla ilgilenen, Meksika gizli servisinden biri saklamıştı. Meksika, Troçkistlerin bugün de hatırı sayılır Sol bir güç olmaya devam ettikleri tek ülkedir.