Arı gibi çalışkan yazarlar ve Bızzt...

Yazının konusu yazarlar değil arılar...
Masamdaki karakızıl güle konup oradan not defterimi kesen iri bir balarısı, önce tıfıl dostumu hatırlattı...
Şimdi Çin'de yaşayan ve orada ilkokul birinci sınıfa giden, FaceTime üzerinden bana okulu hakkında brifing veren, öğretmeni bayan Li'yi şikayet eden en yakın arkadaşımı böyle bir arı sokmuştu. -Nedenini de anlayamamıştık, zira tam topuğundan sokmuştu! Hadi Yunanlı olsa bir yere kadar anlayabileceğim birşey, ama anne-babası Alman olan İstanbullu tıfılcım Yunanistan'ı bir kez olsun görmedi!
Eh buna rağmen severiz arıları...
Sevilmeyecek bir canlı değildir ki...
Arıların bir kilo bal yapmak için, yeryüzünün çevresini üç kez dolaşacak kadar mesafeyi uçtuklarını biliyor muydunuz? "Arı gibi" lafı oradan geliyor -ve hiçbir insanoğlu/insankızı onlarla boyölçüşemez çalışkanlık konusunda. Malumunuz insanın belli bir çalışma-iş kapasitesi vardır, onu aştı mı, kenara oturur. Arı oturmaz, bilemedin konar ve sonra yeniden uçar! Bu harika yaratıkların ortadan kalkması halinde beş yıl sonra insanın da yokolacağını söyleyen Albert Einstein malumunuzdur. Arıların nasıl muhteşem yaratıklar olduklarını keşfedenler arasında çok sayıda yazarın da olduğunu bilmiyordum. Benim hayran olduğum şair Rilke arıcılıkla uğraşmış mesela, daha yeni öğrendim. Garcia Lorca, Vergil, hatta Horaz ve daha birçok büyük sanatçı arıcılık yapmış...
Türkler arasında Arı sembolü kullananlardan pek hazetmiyorum; "Anavatan Partisi" diyeceksiniz şimdi, ben "Nakşibendi tarikatı" diyeceğim ve en iyisi, gene bilip sevdiğim "Arı gibi çalışmak" deyimini tekrarlayacağım.
Bence insanlar, arının sadece güzel ve sofistike değil, aynı zamanda hayat için önemli olduğunu çok eskiden beri biliyorlardı (da yeni unuttular!) Yoksa Antik Mısır'da arının, Güneş Tanrısı Ra'nın gözyaşından doğduğuna inanılmazdı her halde, veya Dünyanın koruyucusu Tanrı Vişnu mavi bir arı kılığında (donunda) aşk Tanrısının yanıbaşındaki lotus çiçeğinde uyumazdı...
Ve o iri arı, bunları bana yazdırdıktan sonra vızıldayarak havalandı, kısa bir süre defterimin üzerinde havada asılı durarak beni teftiş edip geldiği kırlara geri döndü. Kısacık sürede, onun varlığına alıştığımı farkettim...
Şimdi İstanbul'da öğleden sonra üç, Pekin'de saat sekiz. Yatma vakti. Tıfıl dostlarıma "İyi geceler" masalı:
Akşam akşam sihirli bir kırmızı güle konduğu için sineğe dönüşen arı "Bızzt"ın son macerası, bu akşam bu Laptop ekranında, canlı yayında!..

Veni vidi Gucci...

Küçükken, dış görünümünüz, ne giydiğiniz hiç önemli değildir...
Sözüm kadınlara tabii...
Sonra ergenlik dönemi gelir ve dış görünüm herşeydir...
Bu sözüm de kadınlara...
(Ve erkeklere)
Ergenlik döneminde yüzünüzde çıkan sivilceler, sizin için dünyanın sonundan daha önemli olabilir...
Zamanla bu önem azalır. Ve bir gün gelir ki, dış görünümünüz önem listenizin alt sıralarında yer almaya başlar...
Fran için de böyle olmuş...
Bir zamanlar film senkronizasyonu yapan, filmlerdeki kadınlara sesini veren şen şakrak güzel kadın Fran, işini yaparken hayatının aşkıyla tanışıp onunla evlenmiş. Mutluluktan uçarken iki de güzel çocuk sahibi olmuş, ama bir zamanlar listesinin üst sıralarında yer alan "kadın güzelliği" pipirikliliği, yıllar içinde uçup gitmiş. Sevdiği adama eskisi kadar gülmez, onunla konuşurken gözlerinin içine bakmaz olmuş. Eşinin iyi bir işi olduğundan, çok sevdiği film seslendirme işinden de ayrılmış. Bir zamanlar yaptığı teklitlerle herkesi şaşkına çevirirken, bu yeteneğini de sadece çocuklarını güldürmek için yapar olmuş. Fran'ın yıkıldığı ilk an, kocasının başka bir kadınla ilişkisinin olduğunu anladığı an. Daha da kötü yıkıldığı an, kadının Gucci firmasının pazarlama müdürü olduğunu anladığı an...
Karşısında hem genç, hem güzel hem de mükemmel giyinen bir kadın rakip varken o ne mi yapmış?!..
İşte bunu, Maria Beaumont'un eğlenceli ve şaşırtıcı romanından öğreniyoruz. "Veni vidi Gucci", alkolikliğin kıyısına kadar gelen yıkılmış bir kadının, ailesini korumak ve kadınlığını her bakımdan "konuşturmak" konusunda nasıl harikalar yaratabileceğini gösteren güzel bir kurgu, tam bir haftasonu romanı. Romanın ana fikri, galiba şu:
"Kadının fendi Gucci'yi yendi!.."

Eski model ajan Johnny Hazard...

Eskiden çok Teksas-Tommiks okumuş biri olarak, nostalji babından renksiz Türk (aslıkda çoğu İtalyan) çizgi romanlarını bugün de elime aldığım olur ama soluğum onuncu sayfaya kadar yetmez. Sıkılırım. Ve sonra bu yüzeysel, basit, tekrarlanan klişeleriyle eski çizgi romanları bir kenara atarım! Çizgi roman, yani Redkit'in çizeri Morris'in taktığı adıyla "Dokuzuncu Sanat" benim için vazgeçilmez önemde bir sanat dalı. Türkçe son olarak Paul Auster'in "Cam Kent" romanından uyarlanmış Karasik/Mazzuchelli çizgilerini okudum. Bu sanatın son büyük ustası François Bourgeon'un hayranlarından biri olduğumu belirtmeliyim. Yaşayan ustalar çok elbette, Enki Bilal'ı da unutmamalı mesela. Türkiye'de çıkan çizgi romanları da izlerim elbette. Ayrı bir yazı konusudur. Ama Johnny Hazard'ı atlamışım -ya da şöyle: Gazetelerden bu Strip'i hatırlıyorum, ama kitap formatında yayınlandığını hiç görmemiştim. Kitabı hemen aldım ve bir süre
1944'de, Dünya Savaşının sonucunun aşağı-yukarı belli olduğu bir dönemde Frank Robins tarafından çizilmeye başlanan bir ajan Hazard, "tam" bir Amerikalı WASP. O kısacık maceraların beni çeken ve bu kez sonuna kadar okumamı sağlayan şey, Amerikan Çağı'nın iğrendiğim "Süperkahramanlar" çizgisinin çok dığında bir yerde durması ve bir Strip için zamanın iyilerinden biri olduğunu göstermesi. Dinamik, fırça ile çizilmiş kareler. Hareketli sahneler. O dönemin füze göğüslü kadınları (o zamanın sütyenlerinin marifeti olmalı!) Beyne takılan ve Sputnik'e benzeyen mikroçipler. Maymuna benzetilmiş Çinliler. Gorile benzetilmiş Ruslar. Soğuk Savaş'ın tüm klişelerinin abartmadan işlendiği ve tadında bırakıldığı bir tür kibar James Bond. Ve bu İngiliz ajan gibi Kazanovalık yapmayan, ama onlara "Kızım" (Girl) diye seslenen biri. Hazard bir pilot. Dövüşürken elinin keskin kenarıyla Judo vuruşları yapıyor. Doğunun dövüş sporlarının Batı'da ilk keşfedildiği yıllar. Frank Robins diziyi 1977'ye kadar çizmiş. Demirbaş yayıncılık tarafından yayınlanan ilk Johnny Hazard cildi, 25.12.1967 ile 24.02.1969 arasında çizilmiş Striplerden oluşuyor.
Frank Robbins hayatına, "Harika Çocuk" olarak başlamış ve daha dokuz yaşındayken çizgileriyle ödül kazanmış. New York'daki National Academy of Design'a alınmış ve 1929'daki büyük ekonomik kriz sırasında okuldan ayrılıp reklam ajanslarında çalışmaya başlamış. Yaptığı tablolar, müzelerde sergileniyor. Ama asıl ününü"Johnny Hazard"a borçlu. Robbins aynı dönemde DC Comics adlı dev çizgi roman yayınevi için de birçok ünlü tipin hazırlanmasında çalışmış. "Dedective Comics", bunlar arasından benim ilk aklıma gelen. Ama listesinde o bed "Batman" ve "The Flash" gibi tipler de var. 1970'li yılların ortasında Marvel Comics'e geçmiş ve mesela "Captain America" adlı milliyetçi süper kahramanın çiziminde çalışmış.

Trabzon Sumela Manastırı'nın melekleri ve kurşun delikleri...

Sabah güneşinde Sumela'ya doğru tırmanırken, bir ara zümrüt bir ormanda yürüdğünüzü sanırsanız sakın şaşırmayın. Ormanı şenlendiren kuş ve akarsu sesleri, ağaçların arasından sızıp yerde hareketli ışık benekleri oluşturan güneş, bulunduğunuz yerin önemini bir an olsun unutturmuyor. Eskiden sadece keşişlerin kullandığı bu patikanın en başında uzaktan görünen Sumela, yemyeşil bir deryanın içinde dimdik bir dağ yamacına takılmış tek bir küçük elmas gibiyken, yaklaştıkça ne kadar büyük olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Sumela'ya bu yoldan gelen ilk kişi, Barnabas adında genç bir adam ve yeğeniydi. Yunanistan'da yaşarken bir gece rüyasında iki melek gördü. Ona sevgi ve ciddiyetin buluştuğu bir ruh halinden bakan meleklerden biri kanatlarını açarak seslendi. Bu genç Hristiyana, Tanrı'nın buyduğu olan bir görev verdi.
Hz. İsa'nın Havarisi Luka, ölmedem önce bir İkona yapmıştı. O ikona, iki melek tarafından Trabzon dağlarında bir mağraya konmuştu. Barnabas'ın görevi, iki meleğin kılavuzluğunda o ikonayı bulmaktı. Barnabas, nefes nefese, ter içinde uyandı. O gün oruç tuttu, Tanrı'ya dua etti ve ailesiyle vedalaştıktan sonra yeğeniyle birlikte yola çıktı. Meleklerin ona gösterdiği dağ, belleğine asla silinmeyecek kesinlikte işlenmişti. Yürüdüler. Daha yirmisine girmemiş bu iki genç, hiç durmadan yol aldılar. Barnabas, Meleklerin ona verdiği işaretleri etrafındaki olaylardan ve doğadan okumayı da öğrendi bu arada. Nihayet bir tekneyle Trabzon'a vardığında, bu küçük ama şirin şehrin büyüsüne daldı. Kemençe ezgileri şehirde o zaman da yükseliyordu, insanlar gene neşeli ve şakacıydı. Balıkçılar o zaman da hamsi getiriyorlardı şehre ve kadınları o zaman da güzeldi Trabzon'un.
Barnabas şehirde bir tek gün kaldı. Kutlu görevine, bu güzel şehir için sadece bir tek gün ara verdi ve ertesi gün yollara düştü. Bu gencecik adamın Trabzon'a neden geldiğini duyan Trabzonlular, onun peşine takıldılar. Barnabas, ormanın içinde, bir dağın içine oyulu saklı mağrayı, eliyle koymuş gibi buldu. Bu iki adamın peşinden gelen Trabzonlular, o zaman ağzı dar olan mağranın ucunda ışıldayan bir şey görünce şaşırdılar. Barnabas dimdik ilerledi, ikonayı yerden alıp geriye döndü ve başının üzerine doğru kaldırıp Trabzonlulara gösterdi. Mağraya doluşmuş küçük kalabalık diz çöktü. İkonanın gizemli ışığı mağrayı doldurdu. 
O günen itibaren Barnabas ve yeğeni gibi iki adanmış kişi, mağranın önünde sürekli nöbet tuttular. Derhal hummalı bir çalışma başladı. Dağın eteğindeki deli çayın yamaçlarından kestikleri taşları, bugün de kullanılan patikadan yukarıya doğru taşımaya başladılar. Trabzon bölgesinin taş ustaları da geldiler. Aşağıdan taşlar taşınırken, olay tüm bölgede duyuldu ve Trabzon civarında eski putperest Roma dinine inanan hiç kimse kalmadı. Halk mağrayı hemen bir ziyaret mekanına çevirdi. Mağranın önüne kadar gelebilenler orada mutlaka kalıyor, dualar ediliyor, bu sırada çalışmalar devam ediyordu. Ustalar mağranın ağzını iyice genişlettiler ve dağın içinde düz bir alan oluşturdular. Mağranın en dibine, ikonanın bulunduğu yere, mücevher kutusu gibi Gök mavisi minik bir şapel yaptıklarında, yıllardan 385 yılıydı. Yunanistan'dan gelen iki genç, ikonanın ilk muhafızları ve Sumela şapelinin ilk din adamları oldular. Trabzon bölgesi halkı Sumela'yı kutsal bir mekan olarak yaşattı. Oraya bir manastır yapılması emrini ise, İstanbul'daki Doğu Roma imparatoru Anastasios, şapelin inşasından yüzyirmi küsür yıl sonra verdi. 
Manastır kutsiyetini hiç yitirmedi. 640 yılında bir yangında tüm ahşap yapılar yokolunca, Christophoros adlı bir keşiş, bölgeye çöken derin hüznün verdiği pasifliği yırtıp, yek başına işe koyuldu ve ilk gün gibi çayın başından yukarıya taş taşımaya başladı. Onun azmini gören yöre halkı, bu keşişin emri altında Sumela Manastırı'nı yeniden inşa etti. Anadolu'ya Türklerin gelişi hiçbirşeyi değiştirmedi. Manastır ilk günkü gibi Tanrı'ya sürekli dua edilen bir yer olarak kaldı, ta ki 12'inci yüzyılda, kim oldukları gayet tabii unutulmuş bir haydut sürüsü tarafından basılıncaya kadar. Bu adamlar, manastırın en değerli hazinesine göz dikmişlerdi: İkonasına. 
Aslında bir mağra olan ve her bir köşesi iğne oyası gibi renkli resimlerle, Hz. İsa, annesi Meryem, Havarileri, İkonayı buraya Filistin'den getiren Meleklerin resimleriyle süslü Kiliseyi basıp, İkonayı almak istediler ama yerinde bulamadılar. Aslında burada yaşayan hiç kimse de ikonayı bulunduğu yerinden alıp Sumela'dan çıkarmaya vakit bulamamıştı. Manastırda büyük bir panik yaşandı. İkona kaybolmuştu ve haydutlar keşişlere bir gün süre verdiler. İkona'yı teslim ettiler ettiler, yoksa...
İkona bulunamadı. Çapulcuların reisi manastırı yaktırdı. Manastır tamamen yandı. Keşişleri asıl mahveden, İkonanın kaybolmasıydı. Hiç kimse nereye gittiğini, kimin aldığını bilmiyordu. Gene de bir umut, dağın tepesinden başlayıp ormanın içinden deli çayın kıyısına kadar her yeri karış karış aradılar. İkona, ilk şapelin yapılması için taş kesilen yerde duruyordu. 
Mis gibi çam kokan havanın sarhoş eden esintisiyle yeniden başladılar. İkonanın yeniden bulunmasına çocuklar gibi sevinen ahali, günlerce horon tepip dans ederek kutladı ve canla başla çalışarak manastırı yeniden yaptı. Bu olaydan sonra Sumela, bütün Anadolu'nun kutlu mekanlarından biri haline geldi. Hatta öyle ki, Trabzon'un kendine has çok özel bir yer olduğunun bilincine varan Trabzonlular, burayı kendi kutsal merkezleri haline getirdiler, İstanbul'da oturan Doğu Roma İmparatorundan daha bağımsız, kendi başına buyruk davranmaya başladılar. Trabzon'un çok özel bir yer olduğunu artık iyice anlamışlardı ve bu bilinç o zamandan beri aynen yaşamaktadır.
İstanbul'dan gönderilen Trabzon valileri, buranın deli-dolu özgür ruhunu çabucak benimsiyorlardı ve bu durumu, çok geçmeden kurumsallaştırdılar. Resmen İstanbul'a bağlı, ama kendi başına buyruk valilerden III. Aleksios, 1350 yılında Sumela'da taç giydi. Bu aynı zamanda Trabzon'un daha bağımsız olduğunun da ilanıydı. Ölen kardeşinin adını almak gibi kadirbilir bir kişi olan koca yürekli genç vali, hayatının sonuna kadar Trabzon Rum Hükümdarı olarak anıldı. Onun oğlu da Sumela'da taç giymiştir. İstanbul'un II. Mehmet Sultan Fatih tarafından alınışından sonra da burası Anadolu'nun tek Rum devleti olarak kaldı. Onlar inatçıydılar, İstanbul'da ne olduğunu iyice anlamadan sonuna kadar Türk yönetimine direnmeye karar verdiler. Sultan ordusuyla 1461'de Trabzon'a ilerlerken, İstanbul'da Rum elitlerin Yeni devletin en yüksek mekanlarına alındıklarını, ibadatlerini eskisi gibi yapabildiklerini bilen Trabzon Rum Hükümdarı, Sumela'daki kaşişlerin rica ve tavsiyesiyle Sultan'a direnmedi. 
Sumela Manastırı o tarihten sonra daha da canlandı ve yeni yapılarla adeta minik bir şehir örneği haline geldi. Manastırın bugün görünen son hali, 19'uncu yüzyıldan kalmadır. Orada ekmek fırınından ahırlara, genç keşişlerin eğitildiği dış taş binalara, muhafızların dikildiği küçük taş hücrelere, merdivenlerden merdivenlere kadar dik yamaca taraça şeklinde geniş basamaklar üzerine inşa edilmiş çok sayıda bina bulunmaktadır. Buraya su taşıyan su kemerlerinin yanından, yukarıdan, dağa delinmiş bir kapıdan girersiniz ve orada öylece durursunuz. Önünüzde uzanan binalar silsilesini ve onlara doğru inen dik taş merdivenin başında mıhlanıp kalmayan yoktur. Uzaklardan sadece tek bir binaymış gibi görünen Manastırın, tam teşekküllü bir minişehir giibi tasarlanmış olmasına şaşırırsınız. Ve o irili ufaklı taş binaların arasında en dipte, masmavi rengi galebe çalan rengank kilise, derhal göze çarpar. Merdivenlerden aşağı inerken, buranın tanıdık bir yer olduğunu da düşünebilirsiniz. Yükseklerden süzülüp kilisenin içine, en dipteki taş basamağa inersiniz.
Sumela'nın son keşişleri, burayı 1926 yılında terkettiler. Ama Meleklerin getirdiği İkonayı buradan dışarıya çıkarmaya gönülleri razı olmadı. Onu Meleklere emanet ederek, çok yakındaki taş bir şapele sakladılar. İkona orada, tek başına kaldı. Sumela'nın yalnız huzurunun bozulmaması için burası unutuldu. Öyle ki, Sumela'yı bir tek Maçkalı çobanlar bilir oldu. Sadece onlar, eski patikadan yukarıya kadar çıkıyor, terkedilmiş Manastır ve Şapeli gören taş kapının önünde kavallarıyla neşeli ölümsüz Trabzon ezgilerini çalıyorlardı.
1950'li yılların başında, Trabzon'a Amerikalı ve İngiliz NATO subayları geldi. Subayların bölgeye olan merakı, Maçkalı çobanlara kadar ulaştı. İyi niyetli çobanlar, Sumela'nın hatırlanmasına sevindiler ve bu iri yarı adamları Sumela'ya kadar çıkardılar. Çobanların saygıdan el sürmeye bile kıyamadığı Şapel'deki resimlerden birini komando bıçağıyla kesip çıkaran subaylardan biri, adını bıçakla fresklerin üzerine kazıyan başka bir subaya sırıtarak marifetini gösterdi. Kanları donan çobanlar, adamların silah seslerini duyduklarınnda buna bir anlam veremediler. Taş kapının dibinde titreyerek ve bildikleri tüm Kur'an dualarını okuyarak beklediler. Bu adamlar Hristiyan değil miydi? Mağra Şapelin içinde silah atmaya nasıl cüret ederlerdi? Ama tabanca sesleri susmadı. Çobanlar ormana gidip, Amerikalı ve İngilizlerin oradan çıkmasını beklediler. Sumela'nın son haydutları taş kapıda göründüklerinde gün akşama doğru inmekteydi ve orman susmuştu. Çobanları bulamayan Amerikalı ve İngilizler, küfürler ederek eski patikadan aşağıya inmeye başladılar.
Çobanlar, Şapelin içine girdiklerinde gözlerine inanamadılar. Giriş kapısının hemen üzerindeki freskler, kurşun deliklerinden tanınamayacak hale gelmiş, birçok freskin üzeri bıçakla kazınmış, isimler yazılmıştı, Hz. İsa tasfirlerinin başları yerinden bıçakla çıkarılmıştı. Akıllarının almadığı bu olay karşısında önce ne yapacaklarını bilemediler, oldukları yere çöktüler. Buraya giren ilk Trabzonlular gibi İkonanın eskiden durduğu yere doğru diz çöküp dualar ettiler ve oradan ayrıldılar.
İkonanın gizli muhafızları o yıl, yani Tanrı'nın 1951 yılında, Sumela'ya çıkıp İkona'yı saklandığı yerden aldılar ve Yunanistan'a, Barnabas'ın yurduna götürdüler. Tanrı öyle istemişti.
Korşun delikleri öyle yoğun ki, neredeyse her üç santimetrekareye bir kaba kurşun deliği düşüyor. Orayı bekleyen genç muhafız, şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nin bir memuru. Ama yanımdaki yabancı uyruklu kadına dik dik bakarak fısıldıyor bana: "Amerikalı, İngiliz falan değil di'mi?" Ben adamın gözlerinin içine bakıyorum ve orada 1951 yılında buraya çıkan çobanlardan birinin oğlunu görüyorum. "Hayır" diyorum. "Hayır değil." Gülümseyerek, "İyi" diyor. "Daha geçenlerde, Şapelin resimlerinin üzerine adını kazımaya kalkan bir Arabı yakaladım. Adam iki yıl hapis cezası aldı." Sonra bana, üzeri yazıdan geçilmeyen Şapelin köşesinde bir yeri gösteriyor ve parmağını yukarıya bir yere uzatıyor: Hz. İsa'nın Havarilerinden birini tasvir eden resimlerden birinin altında çok iyi okunabilen bir Amerikan ismi gösteriyor. Adam bıçakla kazıdığı isminin altına "USAF (Amerikan Hava Kuvvetleri) 1964" yazmış. Daha sonra buraya çıkan herkes -ki çoğunluğu Hristiyan- o güzelim fsklerin üzerine adını yazmış. Rumca yazılar da çok. Belki bir zaman sonra burayı adlarıyla yaşanan bir yer haline getirmek istemişler, küçük küçük yazılarla dilekler dilemişler. Arada Türkçe isimler de var. Onlar, sonradan yazılmışlar ve büyük büyükler. 
Bölge 1972'de ulusal park statüsüne kavuşsa da, buranın 1991'de bir müze haline getirilişine kadar ziyaretçiler tarafından resmen yağmalanmaya devam edilmiş. Şimdiki yağmalanmış haliyle bile bu kadar güzelse, eskiden kim bilir ne kadar güzeldi.
Sumela, şimdi bir müze. Kartal bakışlı Trabzonlu muhafızlar tarafından korunuyor. Fresklere elini süren hapse tıkılıyor, flaşla fotoraf çakmeye kalkan derhal uyarılıp Şapel'den dışarıya çıkarılıyor. Ve şapelin en dibinde, yeni yaptırıldığı anlaşılan yüksek bir taş basamak var. Fener Rum Patriği Sumela Manastırı'nda yeniden bir Pazar ayini yaptığında aylardan Ramazan'mış ve kartal bakışlı Müslüman muhafız, tüm kararlılığıyla şöyle dedi: "Ramazan da olsa ayin yapacaklar, ayinde bir yudum şaraplarını içecekler, saygımız sonsuz." İşte Trabzon böyle bir yer ve bu yüzden ölümsüz .

Terzi müdürüm!..

Taşra kasabalarında eski Türkiye, tüm güzelliği, gamsızlığı ve acıtmayan dikeniyle yaşıyor, -üstelik "sürdürülebilirlik" sınırları dahilinde...
Deniz kenarı...
İki metre eninde bir dükkan...
Rüzgarda sallanan tahtadan küçük bir dükkan tabelası:
"Terzi Rıza."
En az on yıldır değiştirilmemiş bir vitrin dizaynı...
Sevine sevine dalıyorum içeri...
Her yer tertemiz, tertipli, ütüden yeni çıkmış elbise kokusu ve raflarda, artık hiç kimsenin giymediği eski mavi-beyaz pijama deseni ve benzeri soluk kumaş topları. Kapıya doğru bakar şekilde plastik beyaz bir bahçe sandalyesine oturmuş yaşlı adamın arkasında, küçücük bir televizyon kendi halinde oynayıp duruyor ve adam, televizyonu setretmeyip dinliyor...
Bende yeniden bir sevinç!..
Adam en az seksen yaşında, ama fıldır fıldır gözlere sahip. Giyimi kuşamı ile terzi değil, bir banka müdürü emeklisi gibi. Janti kravat (eski usul, dar ve uzun). Bembeyaz, iyi ütülenmiş bir gömlek, jilet gibi ütülü gri bir pantolon. Boynuna bir yakın gözlüğünü kolye gibi asmış. Hergün gördüğü biri gelmiş gibi hiç bir şey söylemeden bana bakıyor...
"Şu pantolonun paçalarını kısalttırmak istiyordum da, yapabilir misiniz!"
"Tabi tabi. Şu kenarda bir giyin..."
Dükkanın karanlık köşesinde, adamın arkasında pantolonu giyip adamın karşısına geçiyorum ve bu arada adamın hiç kımıldamadığını fark ediyorum. Aynı pozisyonda oturuyor...
"Paçayı kıvırdınız mı?"
"Hayır" diyorum...
"Kıvır."
Kuzu kuzu kıvırıyorum...
"İyi mi böyle?"
"Ama eğildiğim için tam ölçü almak zor" gibi bir laf çıkıyor ağzımdan...
Tercümesi: "Acaba siz ölçü alacak mısınız?" demek aslında. Soran gözlerle adama bakıyorum...
"İyi mi böyle?"
"Bilmem" diyorum...
"İyidir iyidir."
Sağ eli sandalyenin kolluğundan kalkıp, sessiz bir emir kipi eşliğinde iğne kutusunu gösteriyor...
"Tak oradan bir iğne."
"Ama..."
"Tak sen."
Elimi, iğne kutusuna uzanırken yakalıyorum!..
Sonra özür dilemeler, kem küm etmeler -ve dükkandan çıkıyorum...
Çıkarken adama dönüp bakıyorum, gene aynı pozisyonda oturuyor. Hareket ettirdiği kolu da, sandalyenin koluna, yeniden aynı yere konmuş. Ayağa kalkıyor...
Bir tuhaf oluyorum. Sanki felç olmadığını, sağlıklı olduğunu göstermek ister gibi iki kolunu açıp, "Gene bekleriz" diyor...
Ok yaydan çıktığı için, pantolonu yeniden giymiyorum. Şaşkın ve kafası hafiften karışık bir vaziyette dükkandan çıkıyorum...
Günün ilk izlenimi...
Şimdi bunun üzerine gel de gazete oku...
Biz en iyisi sahilde bir tur atalım ve ilk terziye dalalım...
Pantolonun mahvı umurumda değil artık...
Bir sonraki terzide bir Mars vatandaşıyla karşılaşsam da şaşırmayacağım...

"Ramsch" diye bir şey...

Türkçe nasıl bir karşılığı vardır pek bilemedim, ama "Kelepir" kitapçılarında satılan kitaplarıa "Ramsch" diyoruz mesela...
Yani basılmış, satılmamış, kötü, yayın evinin hayal kırıklığı, ucuzcu kitapçılara düşmüş kitap...
Avrupa'da, ucuz edebiyat satan, "Ramsch" kitapları allayıp pullayıp yeni kitap kapaklarıyla yeniden piyasaya süren kitapçılar vardır. Bu dükkanlarda kitabın yanı sıra kahve, saat, kolye, ucuz plastik Çin saatleri falan da alabilirsiniz...
Pırıl pırıl kitapların üzerinde "indirimli fiyat" yazısını görürseniz, bunlar da "Ramsch" sınıfından kitaplardır...
"Ucuza kitap satıyoruz" diye övünen Ramsch-dükkanları, aslında ucuz kitap değil, kötü edebiyat satarlar. Ve serbest piyasada asıl mesele para kazanmak olduğundan, size kötü edebiyatı bu yolla pazarlarlar...
Bu notu buraya düşmemin nedeni, iPad'den elektronik kitap okuyan biri olarak, "Ramsch" olayının elektronik kitap piyasasında çok daha tehlikeli, edebiyatın kendini tehdit eden bir boyuta doğru ilerlemesi...
Gutenberg'den beri kitap kültürünün en çok yer ettiği Avrupa'da bile giderek yeni bir "Ramsch" anlayışı kabul görüyor, hatta edebiyatı itip kendine yer açıyor...
Amazon kitap pazarı, internetten kitap satan en büyük "dükkan" olarak, yayıncılık piyasasına da girdi. Amazon'un "Kindl" adlı kitap okuma aracına neredeyse bedavadan konup, bedava internetle kitap indirirken, kağıt kitap versiyonuna verdiğiniz paradan daha azını bayılınca seviniyorsunuz sevinmesine de... Şöyle bir durum var:
Bu piyasaya, inanılmaz ölçülerde "Ramsch" kitap sürülüyor aynı zamanda. Zaten ucuz olan kitapların arasında dikkati çekmeyebiliyorlar...
Amazon, bir yayınevi de kurup, yazarlara iki tıkla kendi kitaplarını elektronik kitaba çavirme imkanı, satış rakamlarını internetten takip imkanı ve kitap satışından daha fazla (yüzde miktarı) para sununca, yayınevi bulmakta zorlanan yazarların yıldızı haline geliyor...
Kitabı yazıyorsunuz, grafiker bir kapak yapıyor ve internetten elektronik kitap olarak piyasaya sunuluyorsunuz. Satılmadı... Bu kez aynı kitabın adını ve kapağını değiştirip yeniden piyasaya sunuluyorsunuz. Taa ki tutuncaya kadar!.. Okur tarafından nasıl tutulduğunu da kendimden örnek vereyim: Kitabın kapağı çok güzel... Kitabı tanıtan o birkaç satır iyi yazılmış...
Hemen alıyorsunuz...
Ama kitabı okumaya başlayınca, bir "Ramsch" aldığınızı anlıyorsunuz -çünkü kötü, amatörce yazılmış...
(Hele -benim gibi- kitabın optiğine de bakıyorsanız, hayal kırıklığı yaşamak şart oluyor!..)
Kendi satış listelerini belirleyen Amazon gibi yeni kurumlar, "Ramsch"ı olağanlaştırıyor. Bir tarihe sahip eski ve iyi yayınevlerini iflasa sürüklüyor ve iyi edebiyatı vuruyorlar...
İşin kötüsü, kitaplarını Amazon ve benzeri siteler üzerinden satan yayınevleri, gidişat karşısında susuyor...
İyi edebiyatın bozulup "Ramsch"ın yaygınlaştığı bir ortama anlayış göstermek mümkün değil...
İyi edebiyat sayesinde oluşan edebi zevk, insan ruhunun gelişmesi için elzem...

Erotizmle banallik arasında "Shades of Gray"

Kadınları severim...
Kadınları çok severim!..
Zamanla kadınları daha iyi tanıyıp daha iyi anladıkça, kadınlar konusunun daha da derinleştiğini ve detaylara daha çok dikkat ettiğinizi anlıyorsunuz -ki bir kadın özelliğidir aynı zamanda!..
Kitaplarda erotizm. Bu bir konu...
Kitaplarda erotizmin, eskisinden çok daha düşük yoğunluklu, giderek daha amatörce, daha ayıp ve de daha günah sayıldığı bir ülkede, mesela Haruki Murakami'nin "1Q84" romanındaki erotizm dikkatinizi çekiyor...
Murakami, daha önce bar işletmiş, İngilizce tüm kült şarkıları bilen muhteşem bir yazar. Herşeyden anlıyor, bir tek erotizmden anlamıyor. Yaşar Kemal'in "İnce Memed"inde, Kemal Tahir'in "Yorgun Savaşçı"sındaki kısacık erotizmler çok daha güçlü...
İstanbul Sahaflarında bulup aldığım, gotik harflarle yazılmış yüz yıllık erotik bir kitaba şaşırdığım kadar hiçbir erotizm türüne, (en uç nuktalarına kadar) şaşırmamıştım. Kitap, pornografinin sınırlarında gezinen, ama hayal gücü oldukça geniş ufak-tefek bir kitaptı ve İstanbul'a nasıl geldiğini ve Birinci Dünya Savaşı öncesinde gizli gizli kimler tarafından okunduğunu düşünmek de eğlenceliydi...
Bu tip kitapların en büyük sorunu, genellikle dili oluyor. Henry Miller'in sürreal kaba cinselliği anlatan edebiyatını ayrı tutarsak, "çok okunan" bu kitapların, genellikle kötü edebiyat olduğunu söylemek gerek. İşte Amerika'nın yeni "fenomen"i Shades of Grey dizisi de böyle...
Grotesk sınırlarında gezen, klişeler ve sado-mazo tasvirlerle dolu bu roman dizisi, Amerikalıların gece gündüz okuduğu kitaplar. E. L. James adlı bir kadın tarafından yazılan romanlarda, çok zengin orta yaşlı bir erkekle, onun yatak kölesi haline gelmiş genç bir kadının hikayesi anlatılıyor. Romanlarda erkek kadını aşağılıyor, ona bir sürü yamuk cinsel fantazisini uyguluyor, genç kadın acı çekmesine rağmen adamı sepetlemiyor!..
Romanlarda bu temel şema hiç değişmiyor ve sayfalar boyunca "cinsellik" numaralarını okuyorsunuz -ama güzel değil, edebi değil, sanatsal yanı yok gibi birşey...
Peki Amerikalılar (ve bir zamandır Avrupalılar) bu romanı deli gibi neden okur?
Bunun cevabın veriyorum... Verdim:
"Sevgililer arasındaki bağların zayıfladığı, kolayca eş/sevgili değiştirilen bir zamanda yaşarken, her ne olursa olsun ayrılmamak düşüncesi, abartılı haliyle ifadesini bulmuş..."
Kesin yargılarda bulunmaktan kaçınan, pek hoşlanmayan biri olarak, bu kitaplarda cinsellikle ifade edilen ve benim "sadık dostluk" diye ifade etmek istediğim durumun, endüstrileşmiş ülkelerin birey yalnızlığı/arkadaşsızlık ortamında böyle "patlamalarla" ifade edildiğini söylesem -bilmem doğru olur mu?!..
Bu kez de biraz abartılı bir kuşkuculuk gibi görünse de, karşı cinsten dostlukların, arkadaşlıkların, sevgililiklerin, erotizmi ve cinselliği de kapsayıp daha sonra ayrılıklar boyutuna da ulaşsalar, karşılıklı güven ve dostluğun korunması, günümüz insanının özlemlerinden biri olsa gerek...
Türkiye gibi, bu tip olgunluk sınırlarının oldukça kolay aşıldığı veya olmadığı yerlerde, özellikle şehirli eğitimli insanlar arasında, Amerika'daki gibi "Shades of Gray" okumalarının "ateşleyebileceği"ni düşünebiliriz. Kitaplar -yanılmıyorsam- henüz Türkçeye çevrilmedi, çevrilselerdi, etkilerini görebilirdik belki, ama Türkiye'nin şimdiki üç kat "yasak/ayıp/günah" duvarını aşabileceklerini pek sanmıyorum. Aşsa, belki burada da çok satar -satmasalar daha iyi. Peşinen söyleyelim: Kötü edebiyat, kötü fantazi, zayıf kurgu...
En alasından cinselliği de içeren erotik kitaplar okumak isteyenlare, seksen-yüz yıl önce yazılmış olan örnekleri tavsiye ederim!..
Tabii en iyisi, kitaptaki sanal olanını değil, gerçeğini yaşamak. -Karşılıklı güven çizgisini asla aşmadan, kalp kırmadan...