Savaş meleği ve kılıç-kalem tutan eller ...

Ben, çok kalem tutanların iyi de kılıç tutabileceğini düşünürüm...
Çok yazı yazanların kalem tutan ellerinin başparmağı, işaret ve orta parmağı, uzun yıllarca kasılıp gevşeyerek güç kazanır. Uzun süre kalem tutmamış kişilerin eli çabuk yorulur malumunuz. Japon kılıcı iki elle tutulan bir âlettir ve kalem tutan sağ el, kılıcın kabzasını, el korunağına (Tsuba'ya) yakın tutar. Kalem tutmak halinin tersi bir durumdur aslında: Başparmak, işaretparmağı ve orta parmak nisbeten gevşek dururken, son iki parmak kabzayı sıkı kavrar. Kılıcın uzun kabzasının ucunu tutan sol el de aynı usûle uyar. Kalem tutan parmaklar, kılıç savururken, sağlam vuruşlarda bile fazla sıkboğaz etmezler. Yani kasılmanın âlemi yoktur! Kalem tutan üç parmak, esasen kılıcın elden düşebileceği durumlarda ve sıkı darbelerde müdahil olup kabzaya kenetlenirler. Kenetlenme zamanını, iki çelik kılıcın birbirine çarptığında çıkan tiz sesten anlarsınız. Kalemi bedeninin bir parçası haline gelmiş olan sahici/samimi insanların doğal reaksiyonudur zaten.
Tabii konu kılıç tutmaktan ibaret değil...
("Dağ gibi sakin, su gibi hareketli ol" lafı boşuna söylenmemiş.)
Bir kere, Kılıç, yeterince esnek, dayanıklı, dirençli ve ustura gibi keskin olmalıdır. İki kılıcın birbirine çarptığı anda çıkan o tiz metal sesi duyulduğunda, ruhun bir iğne ucu kadar küçük olduğunu ve insanın bedeninin tam ortasına bir yere çekildiğini hissettiğinizde iş ciddidir ve ölüme yakınsınızdır. Tiz metal çınlamalarının ardı gelmiyorsa, bıçak bilenirken çıkan ses duyuluyorsa, kılıcı tutan iki kişi birbirini kılıçla itelemeye başlamış demektir -ki, bu pozisyonda kalem tutan parmaklar da devreye girer. Kalem tutan parmaklardan daha güçlü olan tek şey, masaj yapan ellerdir. Kör savaşçı ve masör Zatoichi, bu pozisyondan her zaman galip çıkar ve karşısındakini mutlaka çizer! (ama bir roman kahramanı olduğunu unutmamak koşuluyla)
Günümüzde asıl savaşlar kalemle yapılıyor. Musashi, savaşın silahla değil ruh ve akılla yapıldığını yüzyıllar önce göstermiş...
Büyük savaşçı Miyamoto Musashi,sadece tahta kılıç kullanmaya başladığı yıllarında, kalem tutmanın önemini kavramış ve anlatmıştır. Çifte kılıç kullanma tekniğini geliştiren Bu adam, "Savaşçının yolu çifttir: Kılıcın ve kalemin yolu" diye de bir söz söylemiştir. Doğrusu da bu olmalı. Kanıtı, Saito Musashibo Benkei olmalıolabilir mi? İki metre boyundaki bu savaşçı keşişin hayatını geçirdiği manastır savaşta yıkılınca, bin kılıç toplayıp satarak, parasıyla manastırı yeniden yaptırmaya andiçiyor ve önüne gelen kılçlı tipi budayıp tam 999 kılıç topluyor. Son kılıcı da Goyo köprüsünün başında, yerde görüyor! Minamoto-no-Yoshitsune adlı ufak tefek genç bir adam yere oturmuş flüt çalmakta, kılıcını da yere koymuş, gevşemiş. Benkei, "Sana yazık olmasın, kılıcını ver de yoluma gideyim" diyor. İşte bu genç adam onu, kılıcını bile kullanmaya bile tenezzül etmeden, bir yelpazeyle evire çevire yeniyor! Savaşçı keşiş, sadece kaba kuvvet ve kılıç kullanmayı iyi bilmekle savaş kazanılamayacağını orada öğreniyor ve bu çocüğun önünde saygıyla eğilip ondan özür diliyor. Aklınız kıt, ruhunuz arınmamışsa (yani adil/şerefli amaçlar yerine abuk sabuk "hedefler"in peşinden koşuyorsanız), gücünüz ve cüsseniz beş para etmeyebilir. Olayın yaşandığı yıllarda, Türkler Anadolu'ya daha yeni gelmiş. Ve gene o yıllarda, Hachiman yeni yeni Savaş Tanrısı sayılıyor. Japonlar, Altaylar'dan getirdikleri Shinto inancını Budizme entegre ederken ona da yer vermişler, yerel koruyucu Melekleri (Kami) olmuş.
Hachiman, Türkler Anadolu'da tutunduktan sonra, 11'inci Yüzyılın sonlarına doğru Japonya'da Savaş Tanrısı (Kami) sayılmaya başlıyor ve giderek Budist yanlarından uzaklaşıp geleneksel inançtaki yerini yeniden buluyor. O'nun pek bilinmeyen yanı, Asya'dan getirdiği diğer adı Daicin'dir ve daha da az bilineni, bu adın Moğolların Savaş Meleği Daiçin ile neredeyse aynı olmasıdır. Japonlar Hachiman'ın adında, köklerine sadık kaldıklarını da gösterirler.
Hachiman Japonya'da yükselirken ve adına manastırlar vakfedilirken, Türkler de kırmızı bayraklarıyla Anadolu'ya akmaktaydılar. Ve kırmızı, belki de Türklerin Savaş Meleğinin rengiydi, belki bayraklarındaki yıldızıydı. Bayrağın Ay'ı, Türklerin klasik savaş pozisyonunu, ordunun dizilişini gösteriyor da olabilir, çünkü çok eski bir işarettir.
Eski Bizans bayrağının kırmızı zemin üzerinde sadece bir Ay'dan ibaret olduğu kimseyi şaşırtmamalı. Nihayetinde, şehrin koruyucu Meleği Mikael de bir savaş meleği, hatta Tanrı'nın baş meleği değil mi? Üstelik onun bayrağı da kırmızı.
Kim bilir, belki son Bizans bayrağının yıldızı, Asya'dan gelmiştir ve Hachiman'la Daiçin'le akrabadır -hatta belki bir ve aynıdır! (Belki de hep buradaydı veya heryerde.)