İnternet tarihi ve coğrafyası...

Amerikan iç savaşı başlamadan ve General Li kızılderilileri doğramadan önce ilk internet yasağı Afroamerikalı kölelere konmuş. Geçtiğimiz yüzyılda Salif Keita gibi bir müzik dahisi çıkartmış Afroamerikalıların davul ve benzeri vuruşlu müzik aletleri çalmaları yasakmış, zira kendi aralarında haberleşip isyan edilmesinden korkuluyormuş. Korku bâki, ama insan bu, haberleşmeden duramaz…
Çin'de Twitter, Facebook & Co yasak! Ama herkes VPN üzerinden dünyaya ulaşabiliyor. İran'da da öyle ve tabii Türkiye'de de, hem de gizli kapaklı cinsinden -yavaşlatarak- bir internet yasağı var ve burada VPN de pek işlemiyor…
Yenilikleri ya yapmak, ya da karşı çıkmamak gerekiyor, yoksa özgürlük sizi bir yerde aşıyor ve mecburen uymak zorunda kalıyorsunuz. Son Çin imparatoru Pu Yi'nin hayatını anlatan Bernardo Bertolucci filminde (ve tabii asıl Pu Yi'nin yazdığı kitapta) çok güzel anlatılır, genç imparatora gözlük bile taktırmak istemezler, saraylı kadınar bisiklete binmesine şaşırırlar falan. Osmanlı devrinde de, özellikle ilk meşrutiyet döneminde her yeniliğe "Gavur ivadı" ve "günah" diyen bir mollalar sınıfı olmuştur, ama sonra elektrik gelmiş önce Fındıklı'da ve Pera'da, derken istanbul'un diğer semtlerinde parlamıştır, tıpkı ankesörlü telefonun Pera Palas'ın süsü olması gibi…
İşte 1940'lı yıllarda Dünya savaş ateşiyle cayır cayır yanarken Advanced Study in Printon'da biraraya gelen birkaç dahi, yirmibirinci yüzyılın il muazzam fenomeni İnternet'in temellerini atmışlar…
Bilim tarihi, tarih kadar ilginç bir konu ve bugün olağan sandığımız bir çok önemli fikrin nasıl ve hangi atmosterde doğduğuyla ilgileniyor, eh ben de ilgileniyorum…
Bu bir avuç bilim adamı, dünyanın bu en cıvcıvlı döneminde bir köşeye çekilip beyin fırtınaları, beyin kasırgaları estirerek ilk bilgisayar fikrini ortaya attırmışlar ve tabii heyecanları doruktayken mesela John von Neumann, 1946'da, "Bombalardan daha önemli bir şey üzerinde düşünüyorum" diyor. Harıl harıl atom bombası üzerine çalışan bilim adamlarına söylenmiş bir söz ve bu ele avuca sığmaz bilimci dahilerden Alan Turing de bilgisayarın adını ilk kez kullanıyor, hem de bir makalesinin başlığı olarak, "On Computable Numbers". Bu süper matematikçi mantıkçı adam, benim bugün daha çok tercih edebileceğim, ama tutmamış bir de ad koymuş ilk bilgisayara: "Universal machine", evrensel makine. (Gerçi bu "makine" lafını eskiden Sol talebeler "tabanca" kodu olarak kullanırlardı ama olsun!)
Şimdi bu yazının neden yazıldığı konusuna geliyoruz: Bilgisayarı ve ilk internet fikrini konuşup durmadan sigara, pipo ve kahve içen bu akıllı adamların böyle bir fikre nereden ve nasıl vardıkları, işin bam teli oluyor tabii. Ve bunun için en başta, "Anlam" konusu geliyor…
Bazıları, masa başında oturan ve böyle fikirler yumurtlamanın "hiç yorucu olmayan bir iş" olduğunu sanır. Bunlara, "ortalama salaklar" diyoruz ki nüfusları oldukça kalabalıktır. Düşünmek, dünyanın en yorucu işlerinden biridir ve beyin de çok enerji harcar hani -hatta kafa emeği değil kol emeğiyle çalışanlarda bile beyin enerji harcamak konusunda çok bonkördür. İçte bu ahval ve şeraitin bilincinde olan cıva gibi haraketli konuşgan ve düşüngen genç adamlar, "dinlenirken düşünmek" nasıl mümkün olabilir diye düşünmüşler. Yani, "insan dinlenirken, konuları onun yerine düşünüp hatırlayacak bir alet"…
Kim söylemişti hatırlayamadım -ama iPad'im mutlaka hatırlayacaktır, "Doğru soruyu sormak, doğru yanıtın yarısıdır" diye bir laf var. İşte bugün, Kalübeladan beri bilgisayar kullanıldığını sananların çağı, dumanaltı bir odada böyle bir soruyla başlamış. Kitlesel internet anlayışının 1960'lı yıllarda bu fikrin ve birbirine bağlı bilgisayarların kapasitelerinin artacağı fikrinin üzerinde yükseldiğini biliyoruz. Günümüzde internetle de sorunluyuz elbette. Şimdi insanların interneti değil, internetin insanları şekillendirmesi türünden sosyal sorunlarla karşı karşıya olsak da, sorun, ilerlemek demek. Ve zaman, yeni sorular sormanın zamanı...

Son ziyaret...

Ankara'da, "Üzerine inme inmiş" deniyordu. Savaşı yöneten Millet Meclisi mebuslarının kendi aralarında konuştukları asıl konu "Yunan Harbi"ydi ve Anadolu'dan gelen her savaş haberi, yüksek elektirik akımının şimşekler çakarak bir nesneden diğerine akışı gibi hızlı ve çarpıcıydı. Mayıs 1922'de, Türk Kurtuluş Savaşı'nın en önemli destekçisi genç Sovyetler Birliği'nin 52 yaşındaki lideri Vladimir İlyiç Lenin, bedeninin sağ yarısına hakim değildi. Ardından diğer darbeler geldi. Lenin, konuşma yetisini bile tamamen kaybetti. Ama hiç yılacak biri değildi. Sol eliyle yazmayı öğrendi, ve konuşmak için büyük çaba harcıyordu. Bir zamanlar ateşli konuşmalarıyla dünyanın bütün Komünistlerini ayaklandırabilen Lenin, sadece "Konferans" ve "Lloyd George" gibi birkaç sözcüğü ifade edebiliyordu. Sert bir fizik tedavi uygulandı…
Lenin, ardılı olarak seçip pişman olduğu Josef Stalin'in onu izole ettiğini, bir öğle yemeğinde anladı. İnme inmesinin ardından bir yıl geçmişti, kısa mesafeleri yürüyebiliyordu ve konuşabiliyordu. Doktorların her hareketine karışması ve hatta gazetelerine bile el koyması, gözünü açmıştı…
Sofradan kalkar kalkmaz tekerlekli sandalyesine oturdu ve karısından onu garaja götürmesini istedi. Bunu öyle bir tonda söylemişti ki, sadece karısı değil, doktorları da gık çıkarmadan dediğini yaptılar. Lenin on tahsis edilen arabaya bindi ve şoföre, şehre sürmesini emretti. Ama hava kararmıştı, şehre giderse, Moskova'da kendini çok az kişiye göstermiş olacaktı. Araba yarı yoldan geri döndü. Lenin ertesi gün arabasıyla Moskova'ya inerken, heryer Stalin'in gizli servisi GPU ajanları tarafından tutulmuştu. Şehre inen Lenin bir tarım sergisini ziyaret etti, yolda gördüğü birçok insana, ünlü kasketini çıkararak selam verdi, gülümsedi, yeniden canlanmış gibiydi. Ertesi gün, önüne gelen gazetelerin bir teki bile Lenin'den ve Lenin'in yaptığı ziyaretten bahsetmiyordu. Lenin üç ay sonra hayata veda etti…
Elbette herkes çok üzüldü. Sadece Moskova'da tören yapılmadı. Ankara'daki Sovyet temsilciliği de taziyelerin merkeziydi. Lenin'in ölüm nedeni, "Aşırı beyin aktivitesi sonucu ölüm" diye açıklandı, yani buna o zaman bile kimse inanmadı. Hemen ölür ölmez bir otopsi yapıldı ve Lenin'in beyni çıkarıldı -beyninin sadece sağ yarısı kalmıştı- ve araştırılmak üzere saklandı. Ölümünün üzerinden iki yıl geçmeden, Lenin'in beyniyle otuzdörtbin farklı deney yapıldığına dair bir rapor yayınlandı. Lenin'in beyni, o zamandan beri, her üç ayda bir özel bir işlemden geçirilip tazeleniyor, sanki yaşıyormuş gibi…
Onun ölümünden sonra, en önemli makama getirdiğine pişman olduğu Stalin, Sovyetler Birliği'nin entelektüel önderi Trotzki'yi katakulliyle görevinden uzaklaştırdı. Trotzki bir süre Büyükada'da sürgün yaşadı, sonra gittiği Meksika'da Stalin'in bir ajanı tarafından başına vurularak öldürüldü, Meksika'da gömüldü. Öldükten sonra Stalin'in beynine itibar eden de olmadı...

Güzelin de güzeli var...

İnsanı en çok, güzelliğin farkına varılmaması üzüyor -benim için böyle. Günlük hayatın koşturmacasına bir kaç dakikalığına da olsa son verip, hayatın bir hediye olduğunu düşünmek, bi durmak, soluklanmak, etrafına bakınmak ve oradaki güzellikleri görmek, işitmek, tadmak, dokunmak, hissetmek, hayatı anlamlı kılar…
Bir de güzellikleri algılamaya yatkın bir hayat düzeni, meslek ve saire tutturmuş insanlar var onların görevi, bu güzellikleri bulup keşfedip, insanlık hazinesine katmak elbette...
Roma'nın fakir mahallelerinin çocuğu Sophia'nın annesi, kızının güzelliğinin erken farkına varmış ve onu güzellik yarışmalarına falan sokmayı bile başarmış, hatta figüran olarak oynamasını sağlamış...
Bu yetmez elbette. Güzelliğin parlayabilmesi ve göz kamaştırabilmesi için ona uygun bir ortam gereklidir. 1950 yılında yapılan güzellik yarışmasında Sophia ikinci olmuş, ama yarışmaya gelen rejisör Carlo Ponti, 16 yaşındaki Sophia'yı keşfedip, ondan bir dünya yıldızı, Sophia Loren'i çıkartmış...
Piyasa malı seri imalat "Güzellik"in de enflasyon kurallarına uyarak değer yitirdiği bir çağdayız, imkan bol, ama bugünün güzelleri, Sophia Loren gibi, Marilyn Monroe gibi, Brigitte Bardot gibi, hatta Simon Signoret gibi olamıyorlar, daha doğrusu "Güzellik" kavramı, bugüne göre yeniden açıklanmak zorunda. Sanatta "Güzellik" anlayışını, edebiyat bilimci Peter von Matt yeni bir kavramla tanıştırdı: "Mükemmel". Artık, güzelde mükemmeli arayacağız ve asıl payeyi ona vereceğiz, zira sözünü ettiğimiz güzellik, sıradan bir optik güzellik değil, anlamlı bir güzellik...
Platon'un "tarihi olmayan, sonsuz" saydığı, Hegel'in fikrin anlamlı ışığı" diye tanımladığı, Baudlaire'in "geçici, uçup gidici" yanına dakkat çektiği 'Güzellik', ancak anlamlı olunca "Mükemmel" seviyeye ulaşabiliyor ve etrafında o çekim gücü, ışıltılı aura oluşuyor. Günümüzün "hiç zamanı olmayan" insanının band sistem seri güzelliğinin şartları altnda mükemmel olmak da zor. Mükemmellik klonlanamayan ve taklit edilemeyen orijinal bir şey. Bu yüzden de gerçek güzellik şimdi daha değerli ve daha az…
Güzelliğin anlaşılmaması ve ona değer verilmemesi, kuşkusuz çok talihsiz bir durum. Sophia Loren, 1960 yılında 26 yaşındayken Oscar ödülü verildi, kıymeti bilindi, ama gazetelere hikayeler yazarak hayatını kazanan Anton Çehov, dünya edebiyatının en güzellerinden sayılan hikayelerin yazarı olarak 44 yaşında "ince hastalık"dan öldükten sonra cesedi, taze istridye taşıyan bir vagona konarak memleketine gönderildi. Güzellik, buna rağmen, Platon'un dediği gibi sonsuzdur ve Çehov da bunu kanıtlamış adamlardan biridir...

Tamamen normal bir gün...

2007 Ocak ayının soğuk bir sabahında Washington DC'nin bir metro istasyonunda bir adam, 45 dakika boyunca kemanla, Bach'a ait altı eser çaldı. Bu süre zarfında, çoğu işe giden yaklaşık 2000 insan bu metro istasyonunu kullandı. Müziği, üç dakika sonra bir yaya farketti. Bir iki saniyeliğine yürüyüşünü yavaşlattı, sonra hızlanıp yoluna devam etti. Kemancı, dört dakika sonra ilk Dolar'ını aldı. Kadının biri, temposunu bozup yavaşlamadan, önündeki şapkaya Dolar'ı attı. Altı dakika sonra: genç bir adam, müziği dinlemek için duvara yaslandı, sonra saatine bakıp yoluna devam etti. 10 Dakika sonra: Yaklaşık üç yaşında bir oğlan çocuğu durdu, ama annesi onu çekerek ilerledi. Çocuk, müzisyene bakmak için gene durdu, annesi onu yeniden çekti, çocuk yürüdü. Çok sayıda çocuk böyle davrandı, ama anneleri, babaları -istisnasız hepsi- çocuklarını çabuk yürümeye zorladılar...
45 Dakika sonra: Müzisyen durmadan çalmaya devam etti. Sadece 6 kişi durdu ve müziği kısa bir süre dinledi. Yaklaşık 20 kişi müzisyene para verdi ama aynı hızla yoluna devam etti. Adamın aldığı para 32 Dolar. Bir saat sonra: Müzisyen çaldığı parçaları bitirdi ve sessizlik geri geldi. Kimse olayı not almadı, kimse alkışlamadı, saygısını göstermedi…
Kimse bilmiyordu ama kemanı çalan, Joshua Bell idi, dünyanın en büyük müzisyenlerinden biri. Çaldığı parçalar da, şimdiye dek yazılmış en komplike en zor müzik parçalarıydı. Çaldığı keman, 3.5 milyon Dolar değerindeydi ve Joshua Bell sadece iki gün önce Boston'da tüm koltukları satılmış bir konserde çalmıştı ve koltuk başına ortalama bilet fiyatı 100 Dolar idi. Bu gerçek bir hikaye. Joshua Bell tak tekmil konser kıyafeti giymiş halde (Inkognitos) yeraltında Metro istasyonunda çaldı... Algılama/idrak, zevk ve şncelikler hakkında yapılan bu sosyal deney için onunla anlaşan gazete de Washington Post idi. Deney şu soruların sorulmasını sağladı:
Günlük hayat çevremizde, olmadık bir zamanda güzelliği algılayabiliyor muyuz?
Eğer algılayabiliyorsak, ona değer verip zaman ayırıyor muyuz?
Beklenmedik bir konteksde/ortamda yeteneği anlayıp algılayabiliyor muyuz?
Bu deneyin olası sonuçlarından biri de şu olabilir:
Dünyanın en iyi müzisyenlerinden biri, en muazzam müzik parçalarını, dünyanın en güzel müzik enstrümanlarından birinde çalarken, onu dinlemek için bile bir anlık zamnımız yoksa…
Hayatımızda koşuşturup dururken kim bilir nasıl fırsatları kaçırıyoruzdur…

(Kaynak: binmitdabei.com)

Raymond Chandler / Televizyon nedir?!..

Bence Televizyon, uygarlığımızın hiç de küçük olmayan ve kolay kazanılmış Dolar'dan başka ölçü tanımayan bir başka yüzü. Bu bugün de böyle ve belki de her zaman böyle olacak…
Bir ölçüde şöyle diyebilirdik: Televizyon ne kadar kötüyse, o kadar iyidir. Duyduğum kadarıyla eskiden radyo dinlemek için oturan birçok kişi şimdi ekran başında. Bu insanların yeterli çoğunluğu belki bir süre sonra aslında kendilerine baktıklarını anlıyordur. Televizyon, gerçekten de ömrümüz boyunca beklediğimiz şey. Sinemaya gitmek çaba gerektiriyordu. Birinin çocukların yanında kalması gerekiyordu. Sinemaya gitmek için arabayı ekstra, garajdan almak gerekiyordu, zor işti. Sora bir de araba kullanmak, arabaya park yeri bulmak gerekiyordu. Bazen sinemaya varmak için neredeyse yarım blok öteye yayan gitmek gerekiyordu. Okumak da bedenen çaba gerektiriyordu, okurken biraz konsantre olmak zorundaydınız, hatta bir kriminal roman, Western romanı, vaya tarihi roman denenleri okumak için. Ve burnunun dikine bazen şu iki heceden uzun yabancı sözcüklere de takılıyordunuz. Bazen insanın başından dumanlar bile çıkıyordu. Radyo çok daha iyiydi, ama orada da insan nereye bakacağını bilmiyordu. Bakışlar hedef gözetmeksizin odada dolaşıp duruyordu ve insan bu şartlar altında başka şeyler düşünmeye başlıyordu, -insanın hiç düşünmek istemediği şeyler. Hatta insanın duyduğu ses ve gürültülerden, orada be olduğunu anlatır bir görüntü düşleyebilmesi için biraz fantaziye ihtiyacı vardı.
Ama Televizyon, kötü anlamda mükemmel. İnsan birkaç düğme çeviriyor, mekanik ayarlardan bazılarıyla oynuyor, gelişmiş maymunların iyice öğrendikleri gibi, ve arkasına yaslanıp tüm düşüncelerinin kafasından sızdırıp akıtmaya bakıyor. Ve sonra oturup ilkutançla o cam balonu seyrediyor. Seyrederken kosantre olmak gerekmiyor, bir reaksiyon göstermek de gerekmiyor. Sonra hiç bir şeyi hatırlamak gerekmiyor. Aklı ölçmüyor, çünkü ona ihtiyaç yok. Kalp, karaciğer ve akciğer aynen normal çalışmaya devam ediyorlar. Bunlarla beraber herşey sessiz ve sakin. Küçük adamın Nirvana'sındasınız. Bu arada biri gelip de onun, çöp yığını üzerinde bir sineğe benzediğini söylerse, dikkate almıyor. Belki kendine televizyon alabilecek kadar iyi kazanmıyordur.
(22 Kasım 1950)

Güzellik sorunu...

"Shadows are falling and I've been here all day
It's too hot to sleep, time is running away (…)
There's not even room enough to be anywhere
It's not dark yet, but it's getting there."
Bob Dylan

"Film noir…"
Bir stil. Dünyaya karanlık ve kötümser yanından bakan sinema…
Açıkçası bu sinema türünün klasiklerini seyretmiş olmakla birlikte, adını çok sonra öğrendim ve severek telaffuz ettiğim bir ad da değil. Ama işte sokakta dolaşırken rastlayıveriyorsunuz ve cazibesine asla "Hayır" diyemiyorsunuz…
Frankfurt Nordend'de ulu ağaçların altından yürürken kaldırımın tam ortasında camekanlı ahşap bir kitap dolabı duruyordu! "Bu da ne ki böyle" derken kızkardeşim, "bu kitaplardan okumak istediğin varsa alabilirsin" dedi -mahallelinin düşündüğü bir hizmat- ve o anda benim gözüme Diogenes yayınlarının tipik sarı-siyah kapaklı Raymond Chandler kitabı ilişti. Yayınevinin bu ünlü kriminal roman dizisinden birkaç kitap okumuştum ama bu kitap bir roman değil, yazarın yazarlık hakkında yazdığı mektuplardan derlenmiş bir hazine. Alfred Andersch kitabı, "Yazı yazmak konusunda yazılmış en iyi kitaplardan biri" diye yorumlamış. Derhal el koydum!..
Kriminal romanla ilk Mayk Hammer romanlarının kötü Türkçe çevirileri vesilesiyle tanıştığımdan uzun süre sevemedim ve elbette tüm Agatha Christie'leri okudum -lise dönemimdi ve ikinci yarısını Almanca Goldmann yayınlarının kırmızı-siyah dizisinden okudum. Ve Christie dışında bu türden okuduğum kitap oldukça azdır. Chandler de Christie'leri okuyamadığını söylüyor -eh edebi değeri düşük tabii...
"Film noir'ın karasıyla kriminal romanların karası aynıdır. Hem karanın tonları da yoktur" gibi bir cümle kurmak zor. Elbette karanın da tonları vardır ve bunlar içinde en yeni keşfim de "Gilda" tonundaki güzel kara!..
Eskiden, "Sanat sanat için mi halk için mi olmalı" diye salak bir soru vardı! Bu lafı çok duyup çok pısmışımdır, çünkü sanat gibi bir şeyi böyle bir ikilemle sınırlayıp, kulağa "ya paranı ya canını" gibi gelen bir entelektüel haydutluk dayatmasıyla tartışmak zordu. Soranın duruşu, bıyığı, elinde tuttuğu Sol dergi, yanıtını haykırıyordu zaten. Ve açıkçası, "Sanat için sanat"ın ne demek olduğunu da hala anlamış değilim. Güzel şeylere sanat mı diyorduk?!..
Ama sanat sayılan birçok şey güzel değil. Hatta eski zaman şiirlerinden bazıları iğrenç bile olabiliyorlar. Bu konularla ilgilenen (Yeni Alman edebiyatı konusunda ordinaryus profesör) Peter von Matt'ın çok sevdiğim bir sözü var: "Günümüzde 'Güzel' topyekün, kitsch olmak kuşkusu altında." Her haltın kestirmeden "güzel" diye sıfatlandırıldığı, araziye uymak için olmadık şeylere "güzel" dendiği bir devirde, bu sözcükle ifade edilenin rüküş/kitsch olma ihtimali yüksek. Çin'de gördüğüm neon pembesi süpertopuklu ayakkabıların tepesinde tay tay durmaya çalışan neon yeşili tişörtlü kadınların da güzel sayılma çabalarını hesaba katarsanız, ne demek istediğim daha bir anlaşılır gibi olabilir. Eh sanat ille de güzel değil, ama gene de sanat, halkımız için sanat da olamıyor çünkü yumruk havada insanlar yok resimlerde sanat için falan da değil, insan için…
"Halk için yazıyorum" diye düşünmek, sadece "profesyonellerin" işi olabilir. Chandler profesyonelleri, "durmadan yazanlar" diye tanımlıyor ve "ilhamla yazanlar"dan ayırıyor. Kendisi de bir profesyonel olduğundan ve "ben aslında fantastik kitaplar yazmak isterdim, kriminal romanlar değil" derken, doğrudan söylemediği şu: Sanat, içten geldiği için yapılan bir şeydir ve içten geldiği gibi yapılmalıdır. Chandler, pek ünlü olmayan, ama istediğini yazan sanatçıların daha mutlu olduğunu söylemeden de edemiyor. Mesela roman yazmayı herhangi bir fakültede, kursta, veya özel olarak başka bir romancıdan ders alarak öğrenemezseniz -tabii gerçekten orijinal bir sanatçı olmaktan bahsediyor isek. Sanatçı, bu işi kendi kendine öğrenmek zorundadır ve içinden geldiği gibi yapmak zorundadır. Bunu Chandler'den de duymak serinletici, ferahlatıcı, soğuk nar suyu, şarap falan gibi birşey, ama güzel değil…
Sanatın güzellikle ilişkisi de burada başlıyor zaten…
Güzel olan kadının adı Margarita Carmen Cansino. İlk filmlerini Rita Cansino adıyla çevirmiş ve Columbia Pictures'ın şefi adını beğenmeyince, babasının soyadını bırakıp annesinin soyadını almış: Hayworth. Bu muhteşem kadını, iTunes üzerinden aldığım "Gilda" filminde seyrettim, tam bir Film noir örneği ve bir aşk-nefret ilişkisi. Başrollerde birbirini çok iyi tanıyan ve arkadaş olan iki oyuncu var: Glenn Ford ve tabii Rita Hayworth, bu muhteşem kadının "The Love Godess" lakabını alıp Türkçeye "Aşk Tanrıçası" diye çevrildiği film. Basit sahneler, siyah-beyaz, 1946 yapımı. Başrol Humphray Bogard'a teklif edilmiş ve ünlü aktör rolü, "Seyirci Rita'ya bakmaktan beni göremez, o kadar güzel bir kadının yanında oynamak istemem" diye reddetmiş ve işte o güzellik de, "Gilda"da kara sinemanın dehlizlerini aydınlatmış. Filmde "çok ünlü" bir striptiz sahnesi var ki, Hayworth sadece uzun eldivenini çıkarıp dans ediyor -o kadar!
David Hume, daha 18. Yüzyılda, "Güzellik şeylerin kendilerinde değil, onlara bakanların ruhunda olan bir şeydir" demiş. Aşık Veysel de bunu, "Güzelliğin on para etmez, şu bendeki aşk olmasa" diye -muhteşem tarafından- ifade etmiş, ama bu kadın sadece fiziğiyle değil, yaptığı rolle de eşsiz. Sanatçılar güzeli severler (ben bayılırım mesela!) ama işleri sadece güzellik üretmek değildir. Güzellik, sanatın kullandığı önemli faktörlerden sadece biridir. Sanat, insana, hayata farklı bakışlar sunar ve asıl işlevi budur. Hayat, "Sinnfeld" dediğimiz anlam bütünleri katmanları halinde bir varoluş biçimidir ve sanat, bu katmanlar arasında zıplayabilen, insanlara bir anlığına da olsa farklı perspektifler sunabilen ve onların kendi varoluş duygularını genişletmelerine yardımcı olan bir şeydir ve bu anlamda insanın insan olma macerasının vazgeçilmez koşullarındandır. Yani sanat ne ahlakçı kriterlere uyar ne dine saygı duymak zorundadır, ne de gerçeğin korkunç yanlarından kaçar. Bu konu hakkında diğer blogumda birşeyler yazmaya hazırlanırken karşıma Raymond Chandler ve Rita Hayworth çıkmasaydı, bu yazının seyri de belki daha farklı olacaktı. Sanat-manat falan tamam da, güzellik, dünyanın en güzel sorunu! Rita'yı seyredin, mutlaka anlayacaksınız...

Leseratten...

Bizim "Kitap kurdu" dediğimiz tiplere Almanlar "Leseratten" yani "Kitap sıçanları" diyorlar ve bunda hiç de haksız sayılmazlar. Eski kitaplarda küçük delikler açan kitap kurtları, kitap sıçanlarının yanında vızıltı bile değil, çünkü sıçan denen dişlek hayvan, peynirden çok kitap yemeyi seviyor…
M.Ö. ikinci yüzyılda Roma eyaleti haline gelmiş Mısır'ı yöneten Ptolemaios, "Okuyup da akıllanmasınlar başımıza" diyerek, Anadolu'ya Papirüs ihracatını yasaklıyor. Bunun üzerine Bergama'nın kitap kurdu kralı II. Eumenes, "kim bana yeni bir kağıt üretme tekniği icad ederse, onu kitaba boğarım" diyerek bir ferman salıyor. O dönemde Bergama, Mısır'daki İskenderiye Kütüphanesinden daha büyük bir şehir kütüphanesi kurup alemlere şan olmayı hedeflemiş insanlar tarafından yönetiliyor. Nihayet biri çıkıp, dana derisini incecik katlara ayırarak, son derece dayanıklı bir kağıt türü icad ediyor ve bu kağıt türüne bugün de "Pergament" yani Türkçe'ye -tercümenin tercümesinin tercümesi olarak- "Parşömen" deniyor. Papirüs, Mısır'ın kuru çöl iklimine dayanıklı bir kağıt, ama parşömen, ikibin yıl sonra bile aynen ilk günkü gibi kalabiliyor, yani değerli, çok değerli…
İnce dana derisini kirece yatırıp tüm kıllarından arındırıyorlar, sonra iyice gerip kurutuyorlar. Son olarak bir zımparalama işleminden geçen parşömen, yazı için hazır oluyor -hatta günümüzde yeniden, Bergama'da üretilmeye başlandı…
İşte farelerin en sevdikleri kağıt bu kağıt!..
Aberdeen kütüphanesinde 1931 yaşanan bir olay, devrin tüm bilimcilerini, falcılarını ve kehanet ehlini hayretlere gark etmiş, zira kütüphande fareler hiç bir kitaba dokunmamışlar ama bir tek yayınevinin bütün kitaplarını parça pinçik etmişler. Bazıları, yayınevinin kitaplarına bakıp "bu ilahi bir işaret" falan bile demiş. Yayınevinin yazarları bir fena olmuşlar, "Başımıza ilahi bir bela geliyor" diye. Kitapları araştırmışlar, kimyasal deneyler mi yapmamışlar. Farelerden birkaçını bile yakalamışlar, üzerlerinde deneyler yapmışlar… Cık! Sonuç sıfır...
Sonunda olayı kitap faresi -yani kitap kurdu- bir okur çözmüş: "Fareler kitap severler, ama parşömeni daha çok severler. Eh diğer kitaplara tenezzül etmeyecek kadar gözleri tok, ama parşömene dayanamazlar" demiş…
"Modern kütüphanede ne parşömeni? Yenen kitaplar, kütüphanedeki şömiz ciltli her kitap gibi. Özellikle bir tek yayınevinin kitaplarını yiyorlar."
"Şömiz cilt mi?!"
"Evet!"
Hikayenin bundan sonrası, tüm astrolog, politolog, kırıkçı-çıkıkçı ve kehanet erbabını hayal kırıklığına uğratacak türde: Bu klas yayınevi, şömiz ciltli kitaplarının sırtında cilt için keçi derisi kullanıyormuş ve fareler de, parşömen kalınlığına eş ince keçi derilerini yiyebilmek için kitapları parçalayıp duruyorlarmış…
Kısacası: Kitabın her halinden, sadece kitap fareleri anlar!..

Sanatta doğal afetler...

Karagöz'le Hacivat'ın Bursalı olduklarını çocukken öğrenmiştim, hatta galiba Bursa'daydık ve çizgi roman kahramanlarının da bal gibi "gerçek" kişiler olabileceklerine çok daha önce inanmış biri olarak turlamaktaydım! Tommiks okuyup dururken bizim sahildeki kapalı sinemada "Tom Mix"li siyah-beyaz bir film oynayınca, bu adı taşıyan uzun şapkalı adama bakıp, mahallede ilkokul arkadaşıma ilk "Tommiks" hikayesini anlattım. Davy Crockett de bir çizgi roman kahramanıydı ve gerçek biri olduğunu sinemada görmüş, ansiklopedide okumuştum. Benim hikayemde Tommiks, daha modern biriydi ve motorsikletinin terkisine attığı Suzi ile bizim kasabamıza gelmişti -olabilirdi, neden olmasındı, bal gibi inanılırdı, çünkü o günlerde Türkiye'deki Amerikan Hava üslerinden biri de bizim mahallenin dibindeki "Amerikan Mahallesi"nde başlıyordu. Arkadaşım hikayeye inandı! Birkaç hikaye sonra dayanamayıp "bu bir hikaye" deyince ettiğimiz kavgaya değinmeme gerek yok, ama sanat galiba biraz da pembe yalanlarla, yapay gerçeklerle ilgili bir alan...
Bir gazetede birkaç gündür Zeki Müren'in uçuk yaşamı ve aykırı karakterini anlatan bir yazı dizisi yayımlıyor. Sanatçıların ilginç insanlar oldukları, garip takıntıları, adetleri, tavırları falan olduğunu çok sonra öğrendim. Ve tabii bu çıkıntı adamların ve kadınların neden eleştirilemeyeceklerini de Jorge Luis Borges'den ders niyetine okumak mümkün oldu. Yeni İspanyolcanın şiir dilini icad etmek gibi benzersiz bir özelliğe sahip bu adamın, 1955'den beri gözleri görmüyor olsa da 1980'lerde, "İyi şairler birer doğa olayıdırlar, o yüzden eleştirilemezler" deyip olayı görmüş -ki bu konu daha güzel nasıl ifade edilebilir bilmiyorum! Bu söz, benim buralarda "güzellik ve kutsallık" arasındaki ilişkiyi yazmak girişimlerimde eksik kalan yapboz parçalarımdan birini daha yerine koyup beni mutlu etmekle de yetinmiyor. Evet, sahici sanatçılar, insanın doğayı örnek alıp onun güzellik orantılarını kendi ölçülerinde yeniden yaratırken, araya Borges giriyor ve bu güzellikler yaratan muhteşem sanatçıların da birer doğa olayı olduklarını gözümüze sokup, herşeyi yerli yerine oturtuveriyor. Gönül gözü ve kudsiyet böyle birşey işte. Ama bu büyük sanatçı hiç Nobel alamamış, Brecht'i hiç okumamış, tiyatroyla hiç ilgilenmiyor olabilir, Zeki Müren de belki edebiyatla pek ilgilenmiyordu -bilmiyorum...
Seneca, karakterin, insanın küçük olaylardaki davranışlarından anlaşılacağını söyler. Paul Newman, birinin karakterli olup olmadığını anlamak için onun düşmanının olup olmadığına bakmak gerektiğini üzerinde durur ve biz de bu işin kesin bir normu olmadığını anlamış oluruz böylece. Asıl olan, büyük sanatçıların daima köşeli sivri karakterleri olduğudur, oval falan değil, yani bazen batıcı ve kesici yanları olan karakterler. Zira ancak böyle karakterler, doğaldırlar, Çin malı plastik, seri imalat değildirler, kullanışlı da değildirler. Biraz (veya çok) zor insanlardır sanatçılar. Ama ancak böyle karakterler, aşkın bir tutku, bir afet, bir bağımlılık, bir cennet ve cehennem olduğunu, ölümle aşkın akraba oldukları gibi sofistike konuları iki söz bir nota veya bir dans figürüyle anlatabilirler, -Shakespeare'in "Romeo ve Jüliyet"i böyledir mesela. Günümüzde "ne gider?" diye sorup piyasa malı üreten, onları da sanat diye pazarlamaya çalışanların anlamadığı da budur işte. Gerçek sanatçı, doğal bir afet ve aşk gibi tutkulu, benzersiz, orijinal ve yoğundur.

Hap kitaplar...

Dostoyevski'nin ünlü "Suç ve Ceza" romanı...
Bu kitabı herkes bilir, dünya edebiyatının en iyi on romanından biri sayılır. Konusu, kahramanlarının adları, metafor olarak falan kullanılır, ama benim bir türlü zaman ayırıp okumadığım önemli kitaplardan biridir. İşte bu "eziklik" duygusuyla Pandora'da görür görmez aldım kitabı. Çok iyi resimlendirilmiş ve yeniden anlatılıp altmış küsür sayfaya sığdırılmış bir hap kitap. Dosteyevski'yi torunlarına anlatmak amacıyla bir Yahudi yazar tarafından yeniden yazılmış, o da Türkçeye çevrilmiş. Aslında bir çocuk kitabı olarak tasarlanmış -ama o kadar güzel ki...
Çocukluğumda "Robinson Crusoe"dan La Fontaine Fabllarına kadar çok sayıda hap kitap okumuştum. Bu kitaplar, hacımlı eserlerin, çabuk ve hızlı okunabilir hale getirilmiş haline denir ve genellikle çocuklar için yazılır. Ama sadece çocuklar için değildir, mesela Rius'un yazıp çizdiği, "Yeni başlayanlar için Marx" kitabını ilk gördüğümde sevinçten nasıl uçtuğumu hatırlıyorum. Daha yeni Almanca öğrendiğim yıllardaydı ve Marx'ın karmaşık Almancasını anlamam imkansızken, onun -bir kısmını bildiğim- fikirlerini çizgi roman formatında okumak, çok güzel bir şeydi. O duyguya sadık kalıp, dizinin "Yeni başlayanlar için Lenin", "Yeni başlayanlar için Freud" gibi diğer kitaplarını da okudum ve hızımı alamayıp ben de o kitapların çizgiroman formatında (Sachcomics) bir kaç sayfa çizdim, Hitler'in skandal anı defteri hakkındaydı.
Hap kitaplar'ın çabuk okunabilmesi cezbedicidir...
Onlardan uzaklaştıktan uzun yıllar sonra internet çağında bu türün inanılmayacak ölçüde yaygınlaştığını ve bunun pek farkına varılmadığını, hergün Twitter başına oturmaya başladığımda keşfettim. Japon arkadaşların Twitter'da roman yazmaya başlamaları bir yana, -onların alfabesi buna yatkın- bir de cidden Twitter romanları yazanlara rastladım. Tanınmış bir romanı en fazla yirmi Tweet ile anlatanlardan tutun da, App üretip uzun ve karmaşık konuları kısaltarak şemalarla anlatanlara kadar, hap kitap türünde tam bir patlama yaşandığı günlerdeyiz. Ve işte Dostoyevski kitabını almaya karar verdiğim gün, koca Webster sözlüğünü yüz seçmece sözcüğe ve onların kullanışına indirgemiş bir App indirdiğim gündü.
Hap kitap türünün hiç yabana atılmaması gerektiğini düşünüyorum, çünkü Çehov'un da özellikle belirttiği gibi, yazıda kısa kesmek hiç kolay değildir. Uzun yazmak daha kolaydır, ama bir konuyu kısacık bir yazıyla anlatabilmek gerçekten ustalık ister.
Yeni nesil hap kitaplar, yazı ile birlikte görüntü ve sesi de kullanıyorlar ve işi mümkün olduğunca kısa tutuyorlar. Bunların elime geçen en iyi örneği, Beatles grubu için yapılmış "Yellow Submarine" kitabı. Çabucak okunduğundan silindi ve artık iPad'imde yer işgal etmiyor ama her an indirip, sayfalarını yeniden çevirmeye değecek bir hap eser!..
Çocukken, "fizik veya kimya hapı olsa da o hapı içip bu sıkıcı dersleri bir anda öğreniversek de çizgi roman ve hikaye kitabı okumaya zamanımız kalsa" diye düşünürdüm. Gerçekten zevkle okuduğum kitapların hapa indirgenmesi hiç işime gelmez, ama lise mezunu Albert Einstein'ın izafiyet teorisini, portakal tadında bir hap şeklinde yutup okumuş olmak isterdim, Çin'in Ming devri yıllıklarını da Pekin ördeği tadında bir hapla okuyabilirdim mesela, soya sosuyla iyi giderdi...