Monokültür...

Politika dediğimiz bir tür laf sporuna takmış bir neslin ahvadıyız...
Türkiye'de insanların bu kadar "siyasi" olması hem hoşuma gidiyor, hem de sinirime dokunuyor. Hoşuma gidiyor çünkü herkes angaje, sinirime dokunuyor çünkü konuşulan konular daha çok "yüksek sisiyaset" ve siyasetçi dedikodusu boyutunda. Mesela eğitimin sorunlarını cidden konuşan yok, veya kıdem tazminatını tartışan sendika yok, ama bilmemkimin bilmemkime ne dediği ve bunun iktidara mı muhalefete mi yaradığını yorumlayan çok. Bazen "Türk siyaseti" denen olayın bir cinnet hali olduğunu ve bu haliyle sadece Türkiye'da yapılan bir kafa ütüleme seansı, kitlesel bir cezadan ibaret olduğunu düşünüyorum. Ona odaklanıp, dünyadan vazgeçiliyor. Albert Camus yüz yaşına bastı, Willy Brandt da öyle. Kürdilihicazkar makamının Hacı Arif Bey tarafından kuruluşunun 160'ıncı yılı. Mont dediğimiz ve özellikle 1970'li yıllarda moda olan ceket türü de galiba ellinci yaşını kutladı. Bugün kızkardeşim anlattı, Doris Day geçen yıl 90'ıncı yaşını kutlamıştı, otuz yıldan beri hayvan hakları için mücadele ediyormuş -dün gece 1959 yapımı Pillow Talk filmini seyrederken söyledi.
Gotik harflerle basılmış 1938 model bir kitapta, dünyanın çeşitli ülkeleri tanıtılırken Türkiye'den de bahsediliyordu ve onca enteresan bilgiden sonra, "Bugün nüfusu 17.5 milyon" deniyordu! Kitabı Beyoğlu'nda bir sahaftan aldım. Gene orada Che'nin posterinin yanında, eski Cem Karaca kırkbeşliği "Kalender"in önünde, gene Gotik harflerle basılmış, eski bir Shi Ching kitabı vardı, "Antik Çin şiirleri antolojisi". Çevre, iklim, sistemin sorunları gibi sıkıcı konulara bu blogda girmiyorum ama, bu konularda kitapçılarda çeviri kitaplar olsa da, siyaset dışı konularda bu diyarın ne kadar renksizleştiğini , "Politika merakı"nın, insanları hayatın renklerine nasıl kapattığına dikkat çekmek istiyorum.
Bugün herkesin en kanıksadığı şeyin, fermuarın, ilk kez 1951 yılında patenti alınan bir ürün olduğunu biliyor muydunuz? Türkiye'ye de 1950'li yılların ortasında gelmiş olmalı, -oldukça yeni birşey yani. İlk beton da 1867'de üretilmiş, Türkiye'ye gelişi çok sonra. Türkiye'de hepsi aynı kutu-kutu karaktersiz beton evlerin mucidini (mimarını?) inanın merak etmiyorum, ama "priket" denen şeyi hangi zırdelinin icad ettiğini merak edebilirim. Japonlar "Fazıl Say yılı" ilan ederken, Türklerin tek dünya klasik müzik starlarını neden ölüm tehditlerine boğduklarını merak etmek istemem. Onun yerine, Türk televizyonlarındaki onca yemek programının bir tekinde bile bir kere bile Çin mutfağından neden bahsedilmediğini merak edebilirim ve tabii Russell Crowe ile Cem Yılmaz'ın buluşup ne konuştuklarını da!
Beijing'deki tek Türk lokantasına Çinlilerin değil Türklerin gittiğine bakıp, "Kendine özgü kendisiyle aşırı meşgul halk" olmak konusunda Türklerden daha abartılı halkların bulunduğu söyleyebiliriz, ama Çin çok büyük. Sadece Sichuan eyaletinde 97 milyon Çinli yaşıyor ve o kadar insandan en az biri, çembalo çalmasını biliyor, başka biri Lir akordu yapabiliyor, bir diğeri Farsça şarkı söyleyebiliyor ve bunlar biliniyor. Türkiye'de "politik yorumcu" çok, ama ben birbiriyle alakasız, bahsettiğim bu konuları esasen başka dillerde okumak zorundayım, çünkü böyle şeyleri Türkçe yazanlar yok kadar az, hatta yok. Tayyip Erdoğan hakkında veya Kürt sorunu konusunda onyüzbinmilyon tane köşe yazısı var, ama dünyada fark yaratan Türk tıbbıyla ilgili bir tek satır yok! Eğer Türkçe dışında İngilizce, Almanca, Fransızca, İ;spanyolca falan biliyorsanız okuyabilirsiniz, ama Türkçe yok. Türkler, AKP ve CHP'nin maceralarından başka birşey okumuyor, okumak isteyenler de başka dillerden okuyor. Amerikalılar bir ara tüm dünyaya mısır ekmeye kalkmışlardı, sonra yanlışlığı anlaşıldı. Türkiye'deki Monokültürden rahatsız olan yok!..

Siz siz olun, mucizelere inanın...

Eskiden Romalılar nasıl konuşurlarmış biliyoruz, Latince...
Öğrenmek zorunda kaldığım en sıkıcı dildi, çünkü yaşamayan ölü bir dil ve ben bu dili öğrenirken, ondokuz yaşında oldukça diri biriydim -ilgim sıfırdı, çok sonraları ilginç geldi...
Müzelere eski eşyaları koyabilirsiniz, eski fosilleri de koyabilirsiniz, ama eski kokuları koyamazsınız. Gerçi eski kokuları, eski terkibine bakarak imal eden bir parfüm müzesi biliyorum. Napoleon Bonaparte'ın Woterloo savaşından sonra sürgüne giderken sürdüğü parfümün nasıl koktuğunu da biliyoruz, hatta eski Roma İmparatorlarının kokuları dahil binlerce eski ve yeni kokuyu Fransız Versailles Sarayının Osmotheque bölümünde koklayabiliyoruz, ama İskitler nasıl konuşuyorlardı? Sümerce kulağa nasıl geliyordu? Bunları bilmiyoruz. Bunlardan daha derin merak, dil denen olayın nasıl ortaya çıktığı konusudur. Neden bin türlü dil ortaya çıkar? Dilleri kim ortaya çıkarır, bu iş nasıl olur?
İşte bu soruyu, bilim adamlarından daha iyi yanıtlayabilecek kişiler tanıyorum, mesela birlikte oynadıkları sokak köpeğine "Gofret" adı koyan Beyoğlu sakini çocuklar, bu kategoridekilerden. Zira onların Avustralyalı akranları böyle bir fenomene imza atmış bulunuyorlar...
Hikaye oldukça sıradan bir olay gibi başlıyor...
Avustralya çölünde kırmızı kum üzerine kurulmuş altıyüz kişilik bir Aborjin köyüne ilkokul öğretmeni olarak gönderilen Carmel O'Shannessy'inin görevi, çocuklara anadilleri Warlpiri'yi ve İngilizceyi öğretmektir. Öğretmen, çocukların kendi aralarında, basit, kulağa bebek sesi gibi gelebilen, Warlpiri'yi de andıran bir dil konuştuklarını duyar. Sadece çocukların konuştuğu bir dil olduğunun farkına varır...
Öğretmen, çocukların bazı sözcüklere kendilerince başka adlar takıp, bildik Warlpiri konuştuklarını sanmış, ama konuştukları dilin, beyazlar Avustralya'ya gelmeden önce yaygın eski Kriol dilinden sözcükler içerdiğini anlayınca, araştırmasını derinleştirmiş. Üniversitelerden yardım almış ve sonunda bütün bilim dünyası ayağa kalkmış:
"Bu yepyeni bir dil!.."
Lajamanu adlı köyde, çocukların icad ettiği, kendi fiilleri, sıfatları vesairesi olan, kendine has gramere sahip yepyeni bir dil...
Köyün çocukları bu dili, bütün gün hep kendi aralarında kaldıkları için büyük bir yaratıcılıkla icad etmişler ve büyüklere çaktırmak istemedikleri konuları bu dille ifade eder olmuşlar, ama dil gizemini kaybetmiş. Çünkü o tıfıllar büyümüş!
Yıllar içinde yeni dili araştıran öğretmenle birlikte dünyanın dil bilimcileri, şimdi bu köye hayran! Çocukların geliştirdiği ve artık tüm köyün bildiği yeni dile "Lajamanu Stil" diyorlar. Dili fiillerinin Warlpiri diline, adlarının da İngilizce ve Kriol diline benzediği söyleniyor. Asıl ilginç olan, grameri. Çünkü bizim "Şimdiki zaman" ve "Gelecek Zaman" tipi zamanlarımıza onlar bir de "Gelecek olmayan Zaman"ı eklemişler. Yani fiili öyle çekiyorsunuz ki, "Bu eylem şimdiki zamanda veya geçmiş zamanda yaşanmış olabilir, ama gelecekte asla!'" anlamına geliyor...
Aborjinler ilginç bir halk. Bir ara çok popüler olan Bruce Chatwin'in "The Songlines" (Traumpfade) kitabını okuduysanız, "İlkel göçebe" diye daima küçümsenen Aborjinlerin ve diğer göçebe halkların, aslında nasıl sofistike bir uygarlığın sahipleri olduklarını görürsünüz. Çocuklar başlı başına mucizedirler zaten. Van depreminde 47 saat sonra göçük altından yarasız-beresiz çıkan birkaç günlük Azra bebeğin, bu sonbaharda 2 yaşına bastığını biliyor muydunuz? Çok güzel minicik bir kız. İşte o mucize bebeklerin en akıllıları, atalarının Kriol dilini bile her nasılsa kullanarak yepyeni bir dil kuran Lajamanu çocukları olmalı...
Şimdi dil bilimciler, bir güzel mucize saydıkları bu olayla uğraşadursunlar, biz mucize konusunda eli artırıyoruz ve rest deyip, şunu hatırlatıyoruz: Kırmızı kum çölüne, tıfılların dil icad ettiği yere, 2010 Şubatında gökten balık yağmıştı. Bu da bir mucize!..
1980 yapımı, "Tanrılar çıldırmış olmalı" filmini gördüyseniz, (bir Jamie Uys filmidir) bir uçaktan atılan (yani "gökten düşen") CocaCola şişesini, kendi dünyasının sınırlarına götürmek için yayan yola çıkan yerlinin komik ve absürd hikayesi anlatılır. Botswana'da çevrilen filmde başrolde, gerçek hayatında da -"uygar" dünyadan uzak yaşayan- bir yerli oynamıştır. Hadi, orada gökten şişe, -hem de rol icabı- düşüyor, Lajamanu'da gökten bir tek balık düşmüyor ki! Düşse, filmle bir benzerlik kuracağım. Hayır, gökten sağnak halinde balık yağıyor, hem de çöle!..
Bu mucizeye inanabilmek için hemen bilimsel araştırmalara soyunan bilim dallamaları, o dönemde yaşanan dev bir tayfun sırasında, fırtına hortumunun nehirlerdeki balıkları emip göğe taşıdığı ve o balıkların da, ufaklıkların yeni dil icad ettikleri köye yağdığını anlıyorlar...
Tesadüflere pek inanmayan biri olarak, Tanrı'nın belki çılgın falan değil ama, sahiden çok nüktedan biri olduğu sonucuna varabilim!

Thích Nhất Hạnh / Barış ve Lanet

Evrensel bir Budizm türü geliştiren ve 16 yaşından itibaren budist keşiş olan Thich Nhat Hanh, 1926'da Orta Vietnam'da doğdu. Ülkesinin en sevilen ve dünyada en tanınan şairidir. International Network of Engaged Buddhist'in (INEB) onursal başkanıdır. Size, 1 Ocak 1967 tarihli Varlık yayınlarından çıkan Cep Dergi, Dünyaya açılan Pencere'de yayınlanan iki şiirini sunuyorum. Şiirler, Talat Sait Halman tarafından Türkçeye çevrilmiş.


BARIŞ

Bu sabah uyandırdılar beni,
Dediler ki kardeşim savaşırken ölmüş.
Bahçede nemli yaprakları büklüm büklüm
Fidanda bir gül açıyor.
Yaşıyorum, ciğerime doluyor gülün gübrenin kokusu
- Yemek, dua, uyku…
Ne zaman bitecek nicedir süren sessizliğim?
Ne zaman fışkıracak içimden beni boğan sözler?

LANET

Dinleyin:
Dün altı Vietkong gelip geçti diye
Köyüm bombalandı, taş taş üstünde kalmadı.
Kurban gitti herkes.
Bugün köye döndüm yıkımdan sonra:
Dumandan ve akan ırmaktan başka şey görünmüyor.
Tapınağın ne çatısı kalmış ne mihrabı.
Evlerin hepsi yerle bir.
Sanbu çalılıkları yanıp kül olmuş.

Alan talan olmayan yıldızlaerın altında,
Dünyanın dört bucağında yaşayanlara haykırıyorum:
Kardeşe kardeşini vurdurtan
Bu savaşa lanet olsun!
Sorarım size: Birbirimize kim düşürdü bizi?

Şahidim olsun dinleyenler:
Boyun eğmem bu savaşa,
Eğmedim, eğmeyeceğim.
Ölmeden bin kere haykıracağım bunu.

Kırık gagası kana bulanmış,
Eşi uğrunda can verirken çığlık atan kuş gibiyim:
İşte, bakın, asıl düşmanlarımız
İhtiras, vahşet, kin, açgözlülük.
Düşmanımız olamaz insanoğlu -Vietkong deseler de adına!

Cana kıyarsak kardeşimiz kalır mı ki?
Kimlerle yaşarız sonra?

Albert Camus'nün son yolculuğu...

O aslında Paris'e bir tren bileti almıştı. 4 Ocak 1960 gününün gazetelerini, lüks bir Facel Vaga FV otomobilde okuyamazdı. Ayrıca erkeklerle sohbet etmeyi de pek sevmezdi. Bir zamanlar günlüğüne şöyle bir cümle yazmıştı: "Neden kadınlar? Erkeklerin muhabbetinden nefret ederim." Nefret değil belki ama, ben de erkeklerle muhabbetten pek hoşlanmam -hele Türkiye'de...
Albert Camus, bu tarihten üç yıl önce tüm edebi eserleri için bir Nobel Ödülü almış olmasına rağmen kırık bir adam olarak yaşamakta olduğundan mıdır, kadınlarla olan sorunlarından mıdır, yoksa Madame Gallimard da arabada olacağından mıdır, işte her nedense, yayıncısının yeğeni Michel Gallimard'ın ısrarına dayanamamış ve o otomobile binmiştir...
Benim tanıdığım "Fransız otomobilleri" envanterinde, Facel Vega diye bir alet yok. Ben mekik gibi Citroen'lerin Avrupa'nın en orijinal ve asortik arabaları sayıldığı, Peugeot 404'lerin neredeyse çizgi romanlardan fırladığı yılların çocuğu olarak, 1958'de üretilmiş bu otomobili hiç ama hiç duymadım. Neredeyse asfalta dokunacak kadar alçak, 180 beygir gücünde, saatte 200 kilometre hız yapabilen, V8 Amerikan motorlu iki kapılı otomobil, "La Peste" (Veba) romanının yazarı Camus'yü güneydeki Lourmarin'den Paris'e götürecek...
Camus, benim ortasondayken kocaman gözlerle okuduğum sıçanlı "Veba" romanını yazmaya, Alman Wehrmacht orduları Stalingrad'da ilk yenildisini aldıktan sonra, -bunu duyar duymaz- 1943'te başlamış. Kitap 1947'de yayınlandığında Camus, Combat gazetesinin ünlü yayın yönetmeni olarak zaten tanınan bir yüz...
Albert Camus, 7 Kasım 1913'de, yani bundan tam yüz yıl önce Cezayir'de, Mondovi'de doğmuş. Üç kuşaktan beri Cezayir'de yaşayan Fransız bir ailenin oğlu. O zaman "Fransız Cezayiri"nin nüfusu 9 milyon kadar ve Fransa kökenli Fransızların nüfusu da sekizyüzbin. Albert'in babasının hayatı, daha o bir yaşındayken Marne cephesinde Birinci Dünya Savaşı'nda sona ermiş ve annesi onu ve abisi Lucien'i alıp, savaştan sonra memleketi Cezayir'e dönmüş...
Albert'in toplum içinde itibarını yükseltme dürtüsünün ateşini annesiyle abisi yakmıştır diyebiliriz sanıyorum. İspanyol asıllı annesi, okur-yazar değil, işitme sorunları var ve biraz konuşma engelli. Abisi de öyle. Ve Albert, kendini göstermek için daha ilkokulda futbolcu, kaleci ve en iyi okullara gitmek istiyor, bunun için herşeyi yapıyor....
Albert Camus, utandığı annesi ve abisini arkadaşlarından saklayadursun, yakışıklılığıyla dikkat çekiyor ve yeni kurulan Cezayir Üniversitesi'nde Felsefe bölümüne girip, orada vamp bir entelektüel kızla tanışıyor: Simone Hie. Daha sonra evlendiği bu kız ona ilk kez, daha üst sınıflara ve tanınmış kişilere uzanan kapıları açıyor. Albert'in bir Solcu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı. Camus, daha 1935'de, Cezayir'deki Solcuların ortak örgütü Halk Cephesi'nin aktif üyesi ve bir yıl sonra da Komünist Parti'ye kayıt oluyor...
Tüm yazarlar gibi Albert Camus de sıradan bir işten parasını kazanmış. Türkiye'de bir ara tüm yazarlar nasıl reklam şirketlerinde metin yazarlığıyla uğraşır, hatta eskiden istidacılık yaparlarmışsa, o da Cezayir'de Metalürji Enstitüsü'nde memur. Bir tür katip, veya öyle birşey...
Ben Veba romanını ürpererek okurken, oradaki birçok sözün ne demeye yazıldığını, bazı sözlerin de zamanın polemikleriyle ilgili tarihe not düşmek amacı güttüğünü bilmiyordum. Mesela "Veba"da, "Ama bana, az sayıda insanın ölümünün, kimsenin öldürülmediği bir dünya için zorunlu olduğu söylenmişti. Bu bir ölçüde doğruydu ve belki ben böyle yüksek gerçekleri anlayabilecek mertebede değildim" der. Bu ironik cümle, doğrudan -zamanın Sovyet yanlısı Komünistlerine giydirmek amacıyla yazılmıştır. Bulgaristan'dan gelmiş bir babanın Sovyetlerle sorunlu Solcu bir oğlu olarak, ilk okuduğumda anlamadığım bu cümleyle daha sonra dost oldum olmasına ama Jean-Paul Sartre hiç dost olamamış...
Facel Vega FV
Camus ve Sartre, İkinci Dünya Savaşı sonrasının iki büyük yazarı, iki büyük entelektüel devi. İkisi de kendine göre Sol'un ilahı, Sartre Camus'den sekiz yaş büyük, şehla, o da kadınları çok seviyor, ama Camus kadar yakışıklı olma ihtimali sıfır, karısı Simon de Beauvoir Camus'ye asılıyor, Camus kadını reddediyor, tüm bunlara rağmen Camus ve Sartre arkadaşlar, iyi dostlar. İkisi de Varoluşçuluk felsefesinin en önemli isimleri, ikisi de Gallimard Yayınevi'nin yazarı, -ama birbirlerini çekememeye başlıyorlar ve işte buradan, Camus'nün neden böyle kırık olduğuna geliyoruz...
Sartre, nurlu ufuklar, kızıl sosyalizm, insanın kurtuluşu uğrunda eh biraz kan dökecek olmasını "anlayışla" karşılıyor. Ve bu anlayışının sınırlarını, Stalin'in Rusya'nın yarısını Gulag'lara göndermesine, Sovyet Komünist partisinin yarısını da astırıp kurşuna dizdirmesine kadar genişletiyor. Sartre, kan denizinde de yüzseler, Sosyalistlere ve Komünistlere toz kondurulmamasından yana. Camus, Stalinizmin mezalimine cılız bir sesle karşı çıkıyor. Sartre'ya, "Veba"ya yazdığı o cümle gibi ironik cümlelerle dokunduruyor. Camus'ye göre, angaje edebiyat yerine angaje aktivistler gereklidir. Sartre ise, angaje bir edebiyattan yanadır. "Edebiyat Nedir" adlı inanılmaz polemikler, sert dil ve derin yazarlık bilgisi/kuramı içeren kitabında, "Her yazınsal yapıt, bir çağrıdır" der ve Camus'nün başını neden yediğini de, istem dışı bir kesinlikle şöyle ifade eder: "Sanatsal yaratışın belli başlı dürtülerinden biri, hiç kuşkusuz, dünyaya oranla daha önemli olduğumuzu duyma gereksinimidir..."
Daha önemli...
Evet Camus ile feci bir polemiğe girip, onu "Sağcılaşmak"la suçlaması ve bunun için de o kılıçtan keskin ve sivri dilini kullanması, Camus'yü can evinden vurur...
Solcuların birbirine karşı ne kadar acımasız olabildiklerini bilen biri olarak, bu acımasız yaftalamanın Camus'yü mahvedeceğini bile bile "eleştirilerini" sürdüren Sartre'nın sonradan pişman olduğunu da unutmayalım. Sartre çok sonra, "Camus, benim son gerçek dostumdu" demiştir. Ama Camus'nün hayatının son dönemini entelektüel çevreden "Sağcı" diye dışlanmasına neden olmaktan hiç rahatsız olmamıştır, sonra üstüne üstlük 1968 gençliğinin yıldızı da olmuştur, hapiste Bader-Meinhoff tutuklularını da ziyaret etmiştir vs. Ama yalnız ve kalbi kırık Albert Camus de, Paris'e gitmek için, dangıl bir yeğenin ısrarına uymuştur...
Lüks arabasını büyük yazara göstermek için gaza asılan Michel, arabanın arka lastiği patlayınca kontrolü kaybediyor ve araba sağ ön tarafından, yani Albert Camus'nün oturduğu taraftan bir ağaca çarpıyor. Camus olay yerinde can veriyor, Michel Gallimard, on gün sonra hastanede ölüyor. Arka koltukta oturan Madam Gallimard ve kızı kurtuluyorlar...
Facel Vega firması, 1959 yılından itibaren ucuz otomobil üretmeye kalkmış ve Facellia adını verdiği ürünü, motorunun bir türlü istenen şekilde çalıştırılamaması yüzünden, Sartre'nın Nobel Edebiyat ödülünü reddettiği 1964 yılında iflas etmiş. Camus'nün ölümü ile yarım kalan ve taslağı da kaza alanında çamurun içinde bulunan son romanı "Le Premier Homme" (İlk Adam), 1994'de, gene Gallimard yayınlarından çıktı. Tamamlanmamış da olsa, Albert Camus'nün kızı tarafından yayına hazırlanan ve son yolculuğunda yanına aldığı son kitabı, yazarın  en iyi kitabı sayılıyor. Kitap Türkçeye hemen Tahsin Yücel tarafından çevrildi ve Can Yayınları tarafından yayınlandı...