Sinemadaki eski altınlar...

Antikacıları severim, ama küçük antika mücevherleri daha çok severim. Eski altının pırıltısı, sadece "Aurum" metalinden gelmez, yaşanmışlıkların heyecanı ve bilgeliğinden, anılarından gelir. Eski bir yüzüğe bakarken, aklınıza bin türlü hikaye gelir, yeni bir yüzükte bunu göremezsiniz. Yeni altın daha çok pırıldar, ama kişiselleşmiş altın bambaşkadır, anonim değildir.
Aynı şey, sinemanın gerçek, eski oyuncuları için de öyledir. Onlar eski altınlardır, mesela Filiz Akın. Hala güzel ve alımlı bir kadın, -artık sinemada oynamayı düşünmüyor. İzzet Günay. Tam bir eski altındır. Onlar ortalıkta görünmediklerinden daha da değerlidirler şimdi. Evet şimdi!
Bu yazıyı yazmaya haftalar önce karar verdiğimde, yabancı bir arkadaşımla "Last Vegas" filmini izlemekteydim. Yanımıza özel içecekler, egzotik kuruyemişler falan almıştık, tam "Sinema keyfi" mevzuatı ve küçük sinema salonunun rahat koltukları neredeyse tamamen ortayaş ve üstü seyirciler tarafından işgal edilmişti, eh kolay değil, başrollerde Michael Douglas, Robert De Niro ve Morgan Freeman oynuyordu. De Niro, özellikle Sergio Leone'nin "Bir zamanlar Amerika'da" filmiyle en sevdiğim artistler listesinin başına yerleşmiş biriydi. Karl Malden'in o eşsiz toparlak burnuyla "Sunnyboy" diye seslendiği "San Francisko Sokakları" dizisinin haşarı genç polis müfettişi Michael Douglas malum. Defalarca Tanrı rolü oynayan ve en etkileyici Amerikalı aktörlerden Freeman da herkesin malumu. Dört eski arkadaşın uzun yıllar sonra yeniden buluşmasını anlatan filmin tüm aktörleri, baş aktristi de 60 yaş üstü oyunculardı. Film, benim şahsen tutmadığım "Hangover" dizisi filmlerine de benziyor, ama eski altının pırıltısı film boyunca ışıldıyor. Aslında oldukça rasyonel biri olan ben, kendi adıma ilk elden şöyle bir sonuç çıkarıyorum:
"Last Vegas" filminin bütçesi sadece 25 milyon Dolar, "Hangover" yaklaşık yüz milyon dolara malolmuş. Genç izleyicisinin film başlamadan önce reklamlarını gördüğü şeylerin çoğunu satın alması imkansız, ama "Last Vegas"ı izleyen seyircinin hepsi iş-güç sahibi, bir kısmının iyi kazandığından da eminim. Filmi birlikte izlediğim arkadaşım, şato gibi bir evde oturuyor, uzakdoğu ve uzakbatıya tatile gidiyor. Yani yaşlanmakta olan varlıklı bir sinema seyircisi var ve film yapımcıları onları yeni keşfediyor -Türkiye'de bunun işaretlerini henüz görmedim. Ama Londra'da, hangi film oynarsa oynasın, 18 yaş altı gençliği salona sokmayan sinemalar türemiş. Britanyalılar bu konuda uyanmış görünüyorlar.
Filmi zevkle izledik. Yaşlanan insanların hayatını, aşklarını anlatıyordu, hem de bu büyük oyuncuların eski filmlerindeki hallerini hatırlatarak.
Bu fenomen hanidir dikkatimi çekiyor.
Son Bond filminin baş rol oyuncusu Daniel Craig 45 yaşında. "Skyfall" filminde yaşlanan ve ölümlü bir Bond'u oynuyor. Beyoğlu Fitaş'da gittiğim ve sonra hemen müziğini iTunes'dan aldığım (Thomas Newman'dan) "The Best Marigold Hotel" filmi. Bu filmde de Britanya'dan Hindistan'a yaşlılar evine giden ve orada hayatları, hayatlara bakışları değişen insanlar anlatılıyor. Muazzam kasa yapan bir film, başrollerden birinde muhteşem aktrist Judi Dench oynuyor, bu yılın aralık ayı başında 80 yaşına basacak. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Mesela anmadan geçemeyeceğim "Something Gotta Give" de var. Kadın rejisör Nancy Mayers'in çekip başrollerde Jack Nicholson ve Diana Keaton'u oynattığı bu aşk filmi, iki dev oyuncunun adeta yeniden yıldızlaştıkları bir olaydı.
Artık iyi film yapan ve birçok bakımdan örnek olan Türk sinemasının yapımcıları, rejisörleri, senaristleri de farkına varmışlardır umarım: Dünyada sayısı giderek artan ve en kaliteli tüketicileri oluşturan ortayaş ve üstü bir seyirci kitlesi var ve bunlar sinemaya sadece "kahgidikoh" gülmek için veya her saniyesinde birşeyler patlayan hızlı üç boyutlu görüntüler için gitmiyor. Türkiye'de belki henüz pek dikkat çekmese de, bu seyircinin kendine özgü zevki, beklentileri ve (özellikle Batılı ülkelerde) muazzam bir tüketim potansiyeli var. Bu insanlar, eskisi gibi daha yavaş, daha derin konular, eskiden tanıdıkları simalar, daha az şiddet ve yüksek ses ve daha fazla tarih istiyorlar. İşin ilginç tarafı, "gençlere yeni fantastik görüntü beğendireceğim" diye yüzmilyonlarca Dolar harcayan ve kendini gençlere beğendirmeye çalışan filmlerden çok daha az yatırım gerektiriyorlar. Gençler artık daha az sinemaya gidiyor, filmleri internetten seyrediyorlar. Ama biz hala sinemaya gidiyoruz -hem de "törenle!" hem de sinemada film seyretmenin bambaşka birşey olduğunu unutmamış olarak.
Belki hiç bir sinemacı düşünmüyor, ama İzzet Günay ile Hülya Koçyiğit'in başrol oynadığı, eski stilde yeni bir film, hiç kimsenin ummayacağı kadar çok ilgi görebilir. Eski anılar ve sinemanın ve starlarının üzerine titrendiği, resimlerinin cikletlerden çıktığı, kartpostallarının minibüs camlarını süslediği yılları hatırlamak isteyecek çok eski sinema seyircisi olduğunu düşünüyorum. Eski altınları parlatmanın, onları saklandıkları yerlerden çıkarıp, tüm gizemleriyle ve güzellikleriyle yeniden görünür kılmanın zamanı gelmedi mi?